
Dönemin ünlü romancısı Rikkat Köknar ve Türkiye’nin ilk kadın diplomatı Adile Ayda’nın, André Maurois ile yazarın Paris’teki evinde yaptıkları ve 28 Ekim 1953’te Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan görüşmeyi okurlarımıza sunuyoruz.
Seyahat İntibaları: Pariste André Maurois ile Yaptığım Bir Mülakat
Yazan: Rikkat Köknar
Paris’te emellerimden birine kavuştum: En çok hayranı olduğum Fransa romancısı ile, André Maurois ile tanıştım. Adile Ayda bu sabah otelimize telefon ederek üstadın bizi o gün sabah 6’da kabul edeceğini haber verdi.
Akşam 5.5’ta Adile ile önceden tayin ettiğimiz yerde buluştuk. Birlikte Neuilly’e gittik.
Burada Adile Ayda’dan bahsetmek isterim. Edebiyat Fakültesi’nin bu parlak doçentini, cumhuriyet okuyucuları gayet iyi tanırlar. Onun tarafsız, güzel tenkit yazılarını muhakkak ki hepiniz okumuşsunuzdur. Fakat kendisinin Fransa’da elde ettiği başarıdan hiçbir Türk gazetesi bahsetmedi. Hâlbuki hepimiz için ne büyük bir iftihar vesilesi!
Adile Ayda’nın Mallarmé hakkında hazırladığı büyük etüdüne başlangıç teşkil eden Victor Hugo’nun Mallarmé Üzerine Tesirleri eserinin neşri orada derin bir ilgi ve takdir uyandırdı.
Tanınmış profesörlerden birisi: “Madame Ayda’nın eseri, Türk Edebiyat Fakültesi için bir şereftir,” diye yazmış ve meşhur münekkit André Billy, Figaro Littéraire gazetesinin 12 Eylül nüshasında makalesinin iki sütununu buna tahsis etmiş.
Gördüğüm zaman Türklük ve dostluk namına sevinç duydum. Acaba bundan evvel de yazıları belli başlı Fransız gazetelerinde münakaşa edilmiş başka muharrirlerimiz var mıdır? Yoksa Adile Ayda bu mazhariyete erişen ilk Türk müdür?
Yakında, Flammarion Kütüphanesi kıymetli doçentimizin asıl büyük eserini neşredecek. Fransa’da artık tanınmaya başlayan Adile Ayda’nın bu kitabı muhakkak ki ora edebiyat muhitlerinde alaka ile karşılanacaktır. Acaba biz de, kendi memleketinde gene sadece öldürücü bir sükût ve tam bir lakaydi mi bulacak?
Maurois, Paris’in en kibar mahallesi olan Neuilly’de, Maurice Barres caddesinde, 86 numaralı apartmanın üçüncü katında oturuyor. Küçük bir bahçeden geçerek apartmana girdik. Asansörle yukarıya çıktık.
Kapıyı, beyaz ceketli, yaşlıca bir uşak aştı. Monsieur’den evvelceden randevu alıp almadığımızı sordu. Kendisinin bizi beklediğini söyledik ve ismimizi verdik. Bunun üzerine adam bizi bir antreden geçirerek büyük bir salona soktu. Maurois ailesinin misafir salonu: takriben sekiz metre uzunluğunda ve altı metre eninde geniş bir oda. Pencereleri Boulonya ormanına bakıyor. Bir köşesinde Aubusson bir kanepe ve iki koltuk. Öbür köşede karşılıklı dört koltuk ve küçük, oymalı tahtadan yaldızlı bir masa. Orta kısımda duvara dayanmış kırmızı kadifeden bir kanepe, önünde üstü somaki daha büyük bir masa ve etrafında gene Aubusson koltuklar.
Biz bu koltuklara oturduk. Etrafıma bakıyorum. Neden bilmem, ben Maurois’yi zengin sanayicilerin oğlu, Fransa’nın en modern muharriri Maurois’yi peri masallarında anlatılan veya ancak filmlerde gördüğümüz muhteşem bir evde, kral saraylarına layık eşyalarla döşenmiş odalarda oturur zannederdim. Salonun mobilyasını umduğum kadar mükellef bulmuyorum. Tavandaki avize pek basit. Yerde düz bir Avrupa halısı…
Düşüncemi Adile’ye söyledim. O, “Daha ne istersin, bütün takımlar Aubusson,” dedi. Yanımdaki koltuk işlemesinin epeyce yıpranmış olduğunu işaret ettim. Karşımdaki kırmızı kadife kanepe de gözüme batıyor. Arkadaşım, “Bu kısım her zaman oturulduğu için biraz eskimiş. Bak, öbürleri yepyeni. Masanın oyması da harikulade,” diye cevap veriyor. Evet, masa hakikaten çok güzel.
Bir kapı açılıyor, bir baş uzanıyor. Hemen tanıdım: Maurois. Pek memnunum: üstat bizi yanındaki kendi çalışma odasına alıyor. Orada kabul ediyor. Eserlerini hazırladığı, okuduğu, çalıştığı yerde.
Büyük romancı bize yer gösterdi. Kendisi de masasının başına geçti. Resimlerinden bildiğimiz gibi zayıf, orta boylu. Yalnız ben onun gözlerini siyah veya ela sanırdım. Meğer mavi imiş. Saçlarına kır düşmüş. Sırtı hafifçe kamburlaşmış. 60 yaşlarında gözüküyor. Fakat 65’ini geçtiğini zannediyorum. Üstünde gri bir esvap var. Beyazımsı bir gömlek, bordo rengi kravat. Yakasında Légion d’honneur nişanının rozeti. Ayağında da arkalıklı terlikler. Evet, masanın altından iyice görüyorum: Ayakkabı değil. Kahverengi terlikler. (Sonradan bizimle beraber olan kızım “Mauccassin pabuçtu!” diye iddia etti.)
Odanın bütün duvarları kitap dolu. Masanın tam karşısına gelen kısımdakiler hep kırmızı üstüne yaldızlı ciltler. Oda oldukça geniş. Bunun da pencereleri Bulonya ormanına bakıyor. Yazı masasının önüne ikinci bir T şeklinde uzunlamasına kurulmuş. Üstüne kitaplar ve kağıtlar yığılmış. Bir köşede bir dolap. Öbür tarafta bir kanepe ve iki koltuk. Kanepenin önüne, bütün odayı kaplayan düz bej rengi halının üzerine, küçük bir seccade daha serilmiş. Bunun kahverengi desenleri var.
Biz yazı masasının etrafındaki diğer üç koltuğa yerleştik. Maurois o kadar nazik ve “homme du monde” ki, kendimizi hemen bir rahatlık ve dostluk havası ile sarılmış bulunuyoruz. Üstat her birimizle ayrı ayrı alakadar oluyor. Bir ahbap evinde gibi adeta arkadaşça konuşuyoruz. Zaten kendisi ile eski dost değil miyiz? Yıllardan beri bir muharririn eserlerini defalarca okumak, onunla karisi arasında sıkı bağlar yaratmaz mı?

Bunu kendisine söylüyorum: “Sizi ailemden birisi imişsiniz gibi tanıyorum. Bütün fikirlerinizi, düşüncelerinizi biliyorum,” diyorum.
“Belki de daha fazla,” diye cevap veriyor. “Çünkü yazı yazmak, bütün ruhunu açığa vurmak, adeta bir nevi nudisme yapmak değil midir?”
O da, Adile Ayda’nın “Victor Hugo’nun Mallarmé Üzerindeki Tesirleri” etüdünü okumuş. “Çok güzel yazılmış. Şimdiye kadar kimsenin söylemediği şeyleri söylemişsiniz,” dedi.
Kendisi de halen Victor Hugo hakkında bir eser hazırladığı için bununla daha da fazla ilgilenmiş.
Bir müddet Mallarmé ve Hugo’dan konuşuldu. Adile’nin bu mevzulardaki geniş bilgisine tekrar hayran oldum ve bu hayranlığımı büyük romancının da paylaşmasından iftihar duydum.
Maurois, “Victor Hugo bir devdi,” dedi. “Edebiyatımızda eserleri ile, vücudu ile bir dev. Herkes onun tesiri altında kalmıştır. Şimdi onun hayatını yazıyorum. Mühim bir kısmını bitirdim. İhtiyarlık devresine başladım. Yaşlı şairin hayatının sonlarına doğru dostları ile buluşup konuşmaları… Verdiği ziyafetler… Büyük kupasını şarapla doldurup içişi…”
Byron’un, Shelley’in, Dioröcli’nin, George Sand’ın muharriri, “biographie” yazmayı sevdiğini söyledi. “Çünkü büyük adamların hayatını araştırmak, onların beşerî taraflarını, bize benzeyen taraflarını bulmak hoşuma gidiyor. Fakat bu, roman yazmaktan daha zor. Bakınız, arkamdaki duvarı kaplayan kütüphane, önümdeki ikinci masanın üstündeki kitaplar, hepsi Hugo’ya dair eserlerdir. Evvela bütün bunları aylarca okumak, tetkik etmek, onlardan notlar almak lazım. Fakat bu suretle ancak ruhsuz, münferit vesikalar elde edebiliyorum. Sonradan bu vesikaları bir arada eritmek, onların kuruluğunu gidermek için uğraşmak, onlara hayat, can vermek icap ediyor. Bir eser, çok çalışmak, çok yorulmakla meydana gelebiliyor.”
Umumiyetle roman hakkında konuştuk. Kendisinden, roman yazmak için sadece muhayyileyi işletmenin kâfi gelip gelmediği hakkındaki düşüncesini sordum. “Hayır,” diye cevap verdi; “muhayyile daima hakikat, müşahede üzerine istinat etmelidir. Mesela Balzac evvelce noter katipliği ettiği için birçok ayrı ayrı tipler tanımış, davalarla, aile facialarıyla mesleği icabı yakinen alakadar olmuş ve bu sürede muazzam İnsanlık Komedisi’ni meydana getirebilmiştir. Başka türlü bunu yapamazdı. Bacon’un dediği gibi; Sanat tabiata ilave edilmiş insanlardır.”
Adile Ayda, gayet münzevi ve sakin bir hayat yaşadıkları hâlde büyük macera romanları yazan Brontoe kardeşleri işaret edince, üstat “Kim bilir,” diye ilave etti, “belki onlar da bulundukları köşeden birçok vakalara şahit olmuşlardır. Sonra, Charlotte Brontoe’nin bir mektep muallimi ile olan aşkını da unutmamak lazım. Zaten bazen bir çeyrek saatlik bir heyecan, bütün bir romanı yaratmaya kâfi gelebilir.”
Maurois, yeni Fransız romancılığı hakkında konuştu:
“Gençler yetişmiyor. Bizim neslimiz, mesela François Mauriac, Jules Romains, bizzat kendim, biz otuz yaşında artık bir varlık göstermiştik. Şimdi otuz yaşında değerini belli etmiş kimse tanımıyorum. Bir ara Alfred Comus’dan çok şeyler ümit etmiştim. Fakat o da beni hayat sukutuna uğrattı. Geçen sene neşredilen Les saints tont en enfer (Azizler Cehenneme Gider) ismindeki eseri beğendim. Eğer muharriri çalışırsa, muvaffak olabileceğine eminim. Fakat eğer çok çalışırsa tabii… Maalesef şimdi Fransız romancıları Amerikan edebiyatının tesiri altında. Ruh tahlilleri ile meşgul olmuyorlar. Daha ziyade vaka arıyorlar. Mamafih bu benim genre’ım olmamakla beraber, eğer bizimkilerden birisi o tarzda da, mesela Hamingway’in yazdığı eserler ayarında bir eser meydana getirirse, onu ilk alkışlayacak ben olacağım. Hemingway en çok takdir ettiğim Amerikan muharrirlerinden biridir. Hatta onu 1952’de Nobel mükafatını kazanan Faulkner’a dahi tercih ederim.”
“Siz ki bu kadar seyahat edersiniz dedik, niye hiç Türkiye’ye gelmiyorsunuz?”
Bundan yirmi sene kadar evvel bir defa İstanbul’u ziyaret etmiş. “Şimdi doktorum seyahat etmemin aleyhinde. Başka memleketlere gidilince davetler yapılıyor, ziyafetler veriliyor… Perhizimi bozmak mecburiyetinde kalıyorum. Mamafih ilk fırsatta İstanbul’a gitmek istiyorum.”
Türkiye’de kendisinin en çok sevilen ve okunan Fransız romancısı olduğunu söyledik.
“Memnun oldum, buna hakikaten memnun oldum,” dedi. “Çünkü insan ne için yazar? İçindekileri dökmek, düşüncelerini anlatmak için. Başkaları tarafından anlaşıldığını, beğenildiğini görmek tabii ki bir muharrire zevk verir.”
Merak ettik. Acaba Maurois bizden evvel hangi Türk hanımlarını tanımıştı? Biraz düşündükten sonra sualimizi cevaplandırdı: “Paris’teki Türk sefiri Menemencioğlu’nun yeğenini, bir de Fransa’ya gelen bir hariciye vekilinizin hanımını tanıdım. Bir gece hep beraber tiyatroya gitmiştik.”
Hariciye vekilinin ismini hatırlayamadı. Fakat tarifinden, bahsettiklerinin merhum Necmettin Sadak ile refikası olduğunu anladık.
Büyük romancının nezaketini çok fazla istismar etmek doğru olmazdı. Bilhassa biz bunu yapmamalıydık; biz ki onun birçok yazılarında “chronophage” (zaman yiyici) adını taktığı misafirlerinden şikayetlerini okumuştum. (Choronophageler korkunç kimselerdir. Gelirler, insafsızca zamanınızı yerler; kıymetli bir mesaiye hasredeceğiniz vaktinizi size kaybettirirler. Sonra da gidip ötede beride sizin için ‘İhtiyarlamış, bitmiş artık. Zekâsı canlılığını kaybetmiş, hayal sukutuna uğradım,’ derler.”)
Chronophage sınıfına daha fazla dahil olmamak için kendisinden müsaade istedik.
Gelirken, imzalatmak üzere üstadın birer kitabını beraberimizde getirmiştik. Maurois onları imzaladıktan sonra kendisi de ayrıca kütüphanesinden üç kitap çıkardı ve başlarına iltifatkâr birer cümle yazarak her birimize hediye etti.
Ayrılırken, bizi sokak kapısına kadar geçirdi: “Eğer bir gün İstanbul’a gelirsem, muhakkak beni arayınız,” dedi. “Orada eski aşinalarla buluşmak beni memnun edecektir.”
Oradan çıkınca, Paris’in meşhur sokağa doğru uzanmış açık hava kahvelerinden birisine girdik. Heyecanlı ve mesuttuk. Bir masa başında oturarak André Maurois ile görüştüklerimizi not ettik. Sıcak, güzel bir akşamdı. O gece Paris bana harikulade, esrarlı, büyüleyici ve ruh dolu görünüyordu.
Rikkat Köknar, “Seyahat İntibaları: Pariste André Maurois ile Yaptığım Bir Mülakat”, Cumhuriyet Gazetesi, 28 Ekim 1953.
İlk yorum yapan olun