Aylak Kadın, Paris Günlüğü -Tefrika 5-

Senem Timuroğlu

şahsi mit anlatısı

özkurmaca

Yirmi beş yaşıma…

Kadınların şehirlerinde, özgürce yürüdüğü ve düşündüğü bir Dünya’ya doğru…

Birinci tefrikayı buradan okuyunuz.

İkinci tefrikayı buradan okuyunuz.

Üçüncü tefrikayı buradan okuyunuz.

Dördüncü tefrikayı buradan okuyunuz.

41.

Paris’e yeniden bahar geldi. Tezi çalakalem yazıyorum. Tanpınar’ın Paris’i ilgimi hiç çekmiyor. Mektuplarda keşfettiğim Les Désenchantées’yi merak ediyorum: “Abidin Dino, Güzin Dino ile birlikte, Les Désenchantées’lerin büyüğünün, Nuriye Hanım’ın evine gidiyoruz”, “Şinasi’den kalma bir isim ki magie’sini gençliğimden beri duyarım” diyor. Nuriye Hanım, Tour Eiffel civarında, benim gibi avluya bakan, tek odalı bir evde oturuyormuş. Tanpınar,1909 yılında iki kız kardeş, Avrupa’ya kaçıyorlar diyor. Şinasi, Namık Kemal, Ahmet Mithat zamanında Avrupa’ya kaçan kadınlara hayranlık duyuyorum, okulda bize bu kadınlardan bahseden olmadı? Sahaf sahaf geziyorum. Sonunda Pierre Loti’nin Les Desenchantées romanıyla karşılaşıyorum. Jardin de Luxembourg’da bir sandalyeye oturarak, bahar güneşine karşı romanı bitiyorum. Zeynep, Melek ve Canan’ın İstanbul’daki mutsuz yaşamı. Loti’nin kendine düzdüğü övgü. Canan’ın Loti’ye aşkı. Peki Canan kim?

42.

Bibliotheque National’e gidiyorum. Burası beni her zaman heyecanlandırıyor. Devasa bir yapı. Kitaplar ve fısıltılar arasında mutluyum. A Turkish Woman’s European Impressions adlı kitabı görevli elime bıraktığında, kalbim küt küt atmaya başladı. “Zeynep Hanoum, Heroine of Pierre Loti’s Novel Les Désenchantées”. İlk bölümün başlığı, “A Dash for freedom”. Kitap, Grace Ellison’a yazdığı mektuplardan oluşuyor. Fotokopi çektiriyorum.

43.

Mayıs. F. ile Les Deux Magots’da buluşuyoruz. İki kafe lütfen! Mektupları masaya koyuyorum. Rastgele bir mektup açıyorum, Londra 1908: “Ben niçin bu kadar çok seyahat ediyorum, biliyor musunuz? diye sormaya fırsat buldum, bir adam bulmaya çalışan Diojen gibi ben de ÖZGÜR bir kadın bulmaya çalışıyorum, ama başaramadım.” 1906’dan 1912’ye kadar tüm Avrupa’yı gezmiş, diyorum. F.’nin gözleri parlıyor. Bir sayfa daha açıyorum: “Her ülkede -bir avuç bile olsa- sınıfını aşan, ulusunu aşan, kendisi olmaya cesaret eden kadınlar var. En çok takdir ettiğim, işte bu kadınlar. Her zaman tanımak isteyeceklerim işte bunlar, çünkü onlara tüm dünya çok yakın!” Audre Lorde de 1970’lerden şöyle seslenir: “Kuşatılanlar için/ Ev olmayacak/ Hiçbir yer yok/ Ne de var”!

44.

Temmuz, 2001. Tezimi ciltletiyorum. Kopyalarını jüri üyelerine gönderiyorum. Savunma tarihim belli; 11 Eylül, saat 16.00. Zeynep’in peşinde, Avrupa’ya gelmiş başka kadınların adımlarını takip ediyorum. Zeynep beni Selma Rıza’ya götürüyor. Jön Türk lideri Ahmet Rıza’nın kız kardeşi. Oturduğu ev Monge Meydanı’nda. Abisiyle gazete çıkarıyor. Place Monge her gün gittiğim, Jardin des Plantes’a çok yakın. Meydanda bir kafede oturuyorum. 1900’lerin Paris’indeyim; Selma Rıza, gece yarısı evinden çıkıp matbaaya gidiyor. Loş gaz lambaları altında, elinde yazı dosyası, üzerinde siyah bir pelerin. Kalbi benim gibi güm güm çarpıyor. Selma Rıza’nın gece yürüyüşü, eşitlik, özgürlük ve kız kardeşliğe doğru bir var oluş, bir meydan okuma. Sabaha karşı evine döndüğünü hayal ediyorum. Mürekkepli elleriyle siyah pelerinine sarılmış, kafasında yazdığı Uhuvvet romanının planı.

45.

Akşam üstü evimin altındaki çamaşırhaneye iniyorum. Makinaya çamaşırlarımı koyup, eve çıkıyorum. Zeyneb’in mektuplarını okumaya devam ediyorum: “Fransa’ya, liberte, egalite ve fraternite ülkesine ne hevesle geldiğimi anımsıyor musun? Ama şimdi o üç sihirli sözcüğün uygulamasını görünce düşüncelerimin akışı nasıl da değişti!” Bir saatin sonunda çamaşırhaneye iniyorum. Makinanın kapağını açıyorum. Sepeti yaklaştırıp, çamaşırlarımı sepete koymaya başlıyorum. O sırada elime plastik kaygan bir nesne değiyor. Tişörtümün kıvrımlarına dolanmış ucunu çektiğimde, iki parmağımın arasında kocaman bir prezervatif beliriyor. Sepete koyduğum çamaşırları, çamaşırhanenin önündeki çöp tenekesine boşaltıyorum. Çöp tenekesine bir tekme indiriyorum.

Audre Lorde, “Öfke bizi öldürmüyor, nefret öldürüyor” diyor. “Öfkeler konusunda çok ciddi olmalıyız çünkü, emin olun, hasımlarımız bize ve burada yapmaya çalıştığımız şeye karşı nefretleri konusunda oldukça ciddiler.”

46.

Güneşlenmek için Seine kıyısına havlumu seriyorum. Bulduğum yer sote. Yalnızlığın tadını çıkarıyorum. Dönüşte, Jardin des Plantes’ın içinden yürüyorum. Serin. Panteri görüyorum. Bir o yana, bir bu yana volta atıyor; hapishanedeki mahkumlar gibi. Biri şişt şişt diyor, “bebeğim, kara panterim.” Ağzımda birikmiş tükürüğü suratına savuruyorum, hızlıca uzaklaşıyorum. Bu herifler bizi yalnız avlıyor. Kurt, kuş, panter, ağaç, tepe, nehir hepimizi! Doğayla örgütlenebilir miyiz ki.

47.

Bugün tezimi savunuyorum. Rue Broca, bana yirmi dakika mesafede. Saat henüz 15.00. Kahvemi demliyorum. Bastırmaya başlayan heyecanımı dağıtmak için ikinci el aldığım, küçük televizyonu açıyorum. Kanalları geçiyorum. Ekrana tüyler ürpertici sahneler akıyor. Urgent! Attaques Terroristes Aux Etats Unis! Televizyonun sesini yükseltiyorum. “İki yolcu uçağı New York’da Dünya Ticaret Merkezi binalarına çarptı. Resmî açıklamalar bekleniyor”. Arka planda Dünya Ticaret Merkezi’nin yanan kulelerinden yükselen duman. Haberdeki spiker, Paris metro hatlarının kapatıldığını anons ediyor. Paris sokaklarında kimlik soran, köpekli polislerin görüntüleri dönüyor. Ardından yine aynı dehşet görüntü beliriyor. Kocaman bir gökdelenin ortasına uçak giriyor. Alevler, dumanlar. Spiker, korku dolu gözlerle, New York’ta terör diyor. Binlerce insanın öldüğünden bahsediyor. Kulaklarım uğuldamaya başlıyor. Telefonum çalıyor. Tez hocam, sert ve mekanik bir sesle, “savunmanı yarına erteliyoruz; yine aynı saatte” diyor; kapatıyor. Hüngür hüngür ağlıyorum. F. Arıyor. A.’da buluşacağız gel diyor. A.’da iki odalı evin oturma odasına sığışıyoruz. El Kaide, Amerika tahlilleri yapılıyor. Sesler yükseliyor, arada kısa sessizlikler oluyor.

48.

Kırmızı elbisemi giyiyorum. Kolumun altına kara ciltli tezimi alıyorum. Sokakta polisler köpekleriyle gezmeye devam ediyor. Şehirdeki gergin hava tüm ruhumu sarıyor. Bakışlar daha kuşkucu, kimse kimseyle göz teması kurmuyor. Paris’te sonbahar yapraklarına bakarak yürüyorum. Tam zamanında geliyorum. Sekreter kadın, içeride sizi bekliyorlar diyor. Göğsümü gererek, derin nefes çekerek içeri giriyorum. Üç adam. Tez hocamın bakışları kızgın. Diğer iki adam, yaramaz bir kız çocuğuna tebessüm eder gibi, bakıyorlar. Yirmi dakikalık savunmamı yapıyorum. Bir adam, kavramları çok iyi oturttuğumu söylüyor. Diğeri başıyla onaylıyor. Tez hocam, tezi zayıf buluyor. Bu zamana kadar Paris’te ne yaptığımı merak ediyor. Bir an derin bir sessizlik oluyor; jürilerden biri “bu, bizi ilgilendirmez” diyor. Savunma tamamlanıyor. En düşük not ile beni mezun ediyorlar. Doktora yolumu kapatmıyorlar. Binadan hızla uzaklaşıyorum. Arap bakkaldan bir şişe şarap alıp, Seine kenarında, zaferimi kutluyorum.

49.

Sokağımdaki Jeanne d’Arc’la vedalaşıyorum. Seine ile vedalaşıyorum. Sokak adamı Frederic ile vedalaşıyorum. Place Monge’a gidiyorum. Selma Rıza, uzun eteği ve ceketiyle kolunun altında gazeteler hızlı hızlı önümden geçiyor. Geçmişi buradan tutup, geleceğe getireceğime kendime söz veriyorum. Meydan’da kuşlar bir anda kanatlanıyor. Akşam Buda Bar’a gidiyorum. Barda tanıştığım adamı eve atıyorum. Anarşist bir filozof. Hayatımın en iyi seksini yaşıyorum.

50.

Tüm gün valizlerimi topluyorum. Yarın sabah, İstanbul’a uçuyorum. Son kez gece yürüyüşüne çıkıyorum. Sokaklar sessiz. Uzakta bir köpek havlıyor. Polis köpekleri. Köpeğin havlaması, diğer havlamalara karışıyor. Tedirgin, hüzünlü havlamalar. Çoğalıyor. Yankılanıyor. Çınlıyor. Gece yarısı Paris, İstanbul oluyor.

BİRİNCİ KİTABIN SONU

* Tefrika içerisindeki ve kapaktaki tüm görseller Senem Timuroğlu’nun kişisel arşivinden alınmıştır.