Melike Sönmezer
melikesonmezer@sanatkritik.com
Pencereleri Açın ve Aşk Işıktandır kitaplarının yazarı Murat Uzunkaya ile yazarlık deneyimi ve eserleri üzerine konuştuk.
İlk eseriniz Pencereleri Açın, Duvar Yayınları’ndan 2020 yılında yayımlandı. İlk kitabınızın yayımlanma sürecinden bahseder misiniz?
Aslında çok erken yaşlardan beri yazarım. Ama yazdıklarımın bir kıymeti olup olmadığını pek bilmiyordum. Öykülerim çeşitli dergilerde yayımlanmaya başlayınca, bir kitapta toplanması düşüncesi gelişti. Duvar Yayınları’nın dosyayı basmayı kabul etmesi yaşamımdaki en büyülü anlardan biriydi. Yayınevinin sahibi sevgili Berkan Balpetek’i her zaman sevgi ve minnetle anacağım.
Pencereleri Açın kitabınızda her öykünün temasını yansıtan çizimler var. Bu çizimleri öykülerle buluşturma yolculuğu nasıl gerçekleşti?
Kitaptaki çizerlerden biri olan sevgili Leyla Özlüoğlu “Koza” öyküsüyle ilgili Patika dergisinde çizim yapmıştı. Çizimi çok beğenmiştik. Sonrasında benzer çizimlerin de olabileceği düşüncesi oluştu bizde. Sevgili Özgür Aren Yıldız da bize çizimleriyle destek verdi. İlk kitapta yaptığımız bu çalışma ikinci kitapta da devam etti. Bu tartışmaya açık bir konu. Yorum okuyucuların.
Pencereleri Açın adlı eserinizde oldukça vurucu ve dupduru bir Türkçe kullanıyorsunuz. Konuların derinliklerini gölgelememiş. Yazım sürenizden bahsedebilir misiniz?
Her insan başka başka insanlardan oluşur. Ama insan, üzerindeki toplam etkinin de çok uzağındadır aynı zamanda. Bu insanların, bu zamanın bu dilinin çocuğuyum. Bu coğrafyanın acıları sızlatır yüreğimi, incelikleri tutup elimden ayağa kaldırır beni. Yapmaya çalıştığım şey, imgelemimi titreştiren her şeyi yazıda biçimlemek. Onların ardına takılıp gitmek. Ya da onları omuzlarımda taşımak.
Pencereleri Açın Anadolu’dan toplanmış halk hikâyelerini andırıyor. Bu benzerlik, öğretmenlik mesleğini icra ederken deneyimlediğiniz farklı coğrafyaların etkisi olabilir mi?
Zor bir soru. Öğretmenlik yaşantımın yazdıklarım üzerinde ne kadar etkisi olduğunu bilmiyorum. Farkında olmadığım nice etkisi olabilir. Olmayabilir de. Bunun üzerine etraflıca düşünmek gerek. Ama öğretmenlik yaşantımdan öyküleştirdiğim herhangi bir olay yok.
“Silgi” öyküsünü konuşalım istiyorum. Fatma’nın hikâyesi beni oldukça etkiledi.
Bu öykü tümüyle kurmaca. Ama okuyucularda yaşanmış bir olayın anlatıldığı hissi uyandırıyor. Hatta yeğenim, Fatma’ya neden kötü davrandın diye hesap sormuştu benden. Oysa tümüyle kurmaca bir öykü. Sanırım öykünün insanın içini titreten bir yanı var. En çok beğenilen öykülerden biri olduğunu söyleyebilirim.

İkinci kitabınız Aşk Işıktandır 2024 yılında Müptela Yayınları’ndan çıktı. Esere adını veren öyküden bahsedelim. Aşk sizce de ışıktan mı?
Işık, yaşamı karanlıktan kurtarandır. Renk verendir. Büyüseldir. Bu anlamlarda ışık aşkı anlatabilecek güçlü bir metafor olarak kullanılabilir. Bu anlamda evet aşk ışıktandır.
“Göksu Olmak” öyküsünde hayatın kıyısında kalmış bir kadını görüyoruz. Göksu’nun, çalıştığı ofise gelen Afşar Bey’e duyduğu ilgi. Onunla flört etmesi… Aslında kadınlığına yabancılaşan Göksu’nun bedenini keşfetmesine şahit oluyoruz. Yaşadığı hayal kırıklığını otobüs durağındaki sırayı tarumar ederek yansıtıyor. Bu bir başkaldırı mıdır?
“Göksu Olmak” öyküsünün manyetik alanı, insanın duygusal durumunun çevreyi ve olayları okuyuşunu etkilemesiydi. Göksu otobüse her binişinde farklı duygusal durumlar içindeydi. Ve bu duygusal durumlar Göksu’nun çevreyi ve insanları yorumlayışında her defasında farklılıklar oluşturuyordu. Öykü en çok bu anlatı etrafında devam ediyor.
Ayrıca Göksu’nun fiziksel anlamda sahip olduğu dezavantajın onda oluşturduğu kırıklık öykünün başka bir izleği.
“Papatyalar Dağlarda Ölmeli” öyküsünde tüm sisteme ütüsüz gömleğiyle başkaldıran kaymakam Ayhan’ın dönüşümüne şahit oluyoruz. Bu dönüşüm her birimizden birer parça taşıyor mu?
O öykü toplumsal ve sosyal rollerin ağlarına takılıp kalmış güncel insanı anlatıyor. Bu anlamda Kaymakam tip karakter özelliği taşıyor. Ama o öykü aynı zamanda bir soru sorma biçimi, estetize edilmiş bir soru sorma biçimi. Cevabını aradığı şey şu, insan acılarını mı yoksa en güzel anlarını mı daha çok taşımalı üzerinde? Siyah köpekler mi beyaz papatyalar mı? Hangisi taşınmalı üzerimizde? Öyküde -dikkatli bakılırsa- bunun seçimi dövmeci tarafından yapılmış. Simgesel olarak cevaplanmış. Ama onun seçimi doğru-yanlış seçimi değil. Ya da daha doğrusu ben o amaçla yazmadım. Buraya yüzlerce cevap verilebilir. Okuyucunun bunun üzerine derinlikli düşünmesi beni mutlu eder.
“Şehriyar’ın Dansı” öyküsü pırıl pırıl güneşli bir günde Köyceğiz kordonda yürüyor, sevdiklerimle sohbet ediyormuşum hissi yarattı. Betimlemeleriniz çok güçlü. Fakat sadece bununla sınırlı değildi. Beni çok etkileyen bir olay örgüsü vardı. Babek ve Merziye’nin aşkı, yoldaşlığı ve yaşam mücadelesini uzun uzun anlattığınız bir roman gelir mi? Öyküleri okuyan adam kim? Onun gizi zihnimde dönüp durdu.
O öykü benzemek üzerine kuruluydu. İnsanın insana, insanın doğaya, insanın hayvana, benzemesi üzerine. O yüzden seçilmişti uzun süre birlikte olan bir çiftin yaşamı. Zaman içinde Babek’in Merziye’ye benzemesi, Şehriyar’ın tekneyi savunmak için yaptığı şeylerin Meçhul Okuyucu’nun ağaç katliamına karşı yaptığı dansa dönüşmesi bu amaçla yazılmıştı. Daha nice ayrıntı var o öyküde. Bu öykünün bir romana dönüşeceğini sanmıyorum.
Gizem insan yaşamı için gerekli. Bazen soru cevaptan daha güzeldir. O Meçhul Okuyucu’yu ben de tanımıyorum. Benim için de bir sır.

Bir yazma ritüeliniz var mı? Nasıl yazarsınız?
Bir odam var çalıştığım. Eski bir bilgisayar… Çoğunlukla orada çalışıyorum. Seçtiğim konuyla ilgili okumalar yapıyorum. Notlar alıyorum. Yoğunlaşmayınca yazmıyorum. Çok yazmak gibi bir amacım yok. Derinlikli ve şiire yaklaşan bir dil oluşturma amacı ve hevesindeyim. Bazı öyküleri birkaç yılda yazdım. Bazılarını birkaç günde. En doğru yazma biçimi kendine göre olandır. Ama kendilik değişkendir de.
İlk öyküleriniz edebiyat dergilerinde yayımlandı. İlk öykünün sizden çıkıp okuruyla buluştuğu ana kadar geçen süreyi konuşalım istiyorum. Zira yazarların ilk eserler sancılıdır. Biraz utanma hissederler. Sizde bu utanma hali var mıydı?
Kim demiş bilmiyorum. Yazarın en büyük engeli kendisidir diye. Sanırım bu söylenebilir en önce. Yazarken hatta yazdıktan sonra eserin yayımlanma sürecinde insan en çok kendisine karşı mücadele veriyor. Kültürel kodlarımız çekinme duygusunu bizim en derinimize yerleştirmiş.
Bazen bu çekinme utanma hali mücadele edilmesi gereken bir durum gibi geliyor. Bazen de -özgüveni yüksek olanları tanıyınca- bu utanma çekinme duygusuna sahip insanların daha güzel bir şeye sahip olduğu düşüncesine kapılıyorum. Cevabını bilmiyorum. Bireysel, hatta olay olay değerlendirmek daha doğru sanırım.
Bana ve Sanat Kritik okuyucularına zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Kaleminiz hep bir su gibi berrak aksın. Okuyucularınız kalbindeki ışıklarla buluşsun!
Ben de çok teşekkür ederim incelikli okumanız ve değerlendirmeleriniz için.


İlk yorum yapan olun