Beliz Güçbilmez: “Hikâyeler, her zaman başka hikâyelerden geliyor.”

Elif Şahin Hamidi

Kurmaca hikâyelerin bizi neden bu kadar cezbettiğini, romanların sayfaları arasında neden kaybolduğumuzu hiç merak ettiniz mi? Bir kurmaca metni okurken ya da bir filmi, bir oyunu izlerken zihnimizde neler oluyor, neden bazı karakterleri gerçek insanlardan daha derinden tanıyormuş gibi hissediyoruz? Peki, kurmacalar neden vazgeçilmez, neden muhtacız onlara? Nereden geliyor bunca kurmaca hikâye?

Beliz Güçbilmez’e göre kurmaca, sadece bir hikâye, karakter ve olaylar dizisi değil; kendi zihnine, hatta bilincine sahip bir evren ve hikâyeler, her zaman başka hikâyelerden geliyor. Güçbilmez ile bu evreninin kapılarını aralayıp nasıl kurulduğuna, neyden yapıldığına yakından bakmaya çalıştık ve kurmacanın bize neden gerekli olduğu, kurmaca evrenlerin nasıl bir mekanizmayla işlediği, gurme okurluktan şef yazarlığa geçişin nasıl gerçekleştiği, tasarım olarak yazmanın nasıl öğrenilebilir bir pratik haline gelebileceği üzerine konuştuk. Anna Karenina’yı altı kez yeniden yazan Tolstoy’dan yola çıkarak ikinci okumanın önemi, etkilenme korkusunun gereksizliği, kurmacaların insanı nasıl insanlaştırdığı üzerine düşündük.  

Bize kurmacaların varoluşsal bir ihtiyaç olduğunu hatırlatan Beliz Güçbilmez, dördüncü baskısı çıkan “Anne Ben Düştüm mü?/Kurmacalara Neden Muhtacız?” kitabı ve “Manyetik Alan Teorisi” ile temellendirdiği “üretici yazarlık” atölyeleriyle, okumaya ve yazmaya gönül verenlerin elinden tutmaya devam ediyor. Güçbilmez, tiyatro alanındaki yirmi sekiz yıllık “hocalık” deneyimi sayesinde yaptığı atölyelerde, aslında bir “öğrenme biçimi”ni de öğretiyor. Yüzümüzü yazmaya döndüğümüzde hiç bitmeyecek bir öğrenme sürecine girdiğimize dikkat çeken Güçbilmez “Okuyarak öğrendiklerini uygulamaya başlamak demek bu. Öyleyse şunu kolayca kabul edebiliriz: bir başına öğrenmenin mümkün olduğu her alanda, öğretme de mümkündür” diyor.   

İnsan sonlu bir varlık ve hepimiz bunun bilincindeyiz. Ve sonunun ne zaman geleceğini bilmediğimiz şu sınırlı ömrümüze bir sürü şey sıkıştırmak/tıkıştırmak istiyoruz. Bütün kitapları okumak, yeni çıkanları kaçırmamak, yıllar evvel okuduğumuz klasikleri yeniden okumak istiyoruz örneğin. Peki, okuduklarımızdan geriye ne kalıyor? Çabucak unutuyoruz ama buna rağmen okumaktan vazgeçmiyoruz. Çünkü bir kurmaca, kahramanlardan, olaylardan, hikâyeden ibaret değil: “fazlası” var. Kitapta ve atölyelerde de bahsettiğiniz bu “fazla”dan konuşalım mı? Okuduğumuz romanlardan, izlediğimiz filmlerden bize kalan o “fazla” nedir, nasıl bir şeydir, ne işe yarar?

Eksiği tarif etmek, fazlayı tarif etmekten daha kolay sanırım. Yazı zaten çok belirgin bir eksikle, eksiklik bilinci ve duygusuyla kurulur. Kelimeler dizerek cümle, cümleler dizerek yazı/söz kurmak, bütünüyle zihinsel bir düşüncenin ya da imgenin yazıya ve söze dökülürken sıralama uğruna kaçırdıklarının kaybının, eksikli temsilini kabul etmek hatta kayda değer ama kaydedilemeyen boşluğunun yasını da taşımak demek. “Sıralama uğruna” dedim, çünkü cümle bir çizgidir, doğrusaldır. Yan yana getirilerek dizilen kelimeleri, birbirini takip eden cümleleri, noktaların oluşturduğu bir çizgi gibi hayal ediyorum. Oysa düşünce doğrusal değil küresel, iki boyutlu değil dört boyutludur. Manyetik Alan Teorisi’ni geliştirdiğimden beri, düşünce ürünü zihinsel tasarımlar olarak kurmacaların birer “evren” olduğunu, içerdikleri zaman boyutuyla da iki boyutlu alanlar olmayı fazlasıyla aştıklarını düşünüyorum.

Yine de sorudaki “fazla”yı kısa yoldan anlatmanın bir yolu varsa, o anlatımın anahtarı, parça-bütün diyalektiği. Kurmaca, hep varsaydığım gibi bir evrense, küresel bir bütünse; hikâye, olay, karakter, imge, dil, zaman o evrenin parçaları, bileşenleridir ve o bütün, onu oluşturan parçaların toplamından fazlasıdır. Hatırlayalım; sözlük yardımıyla okuyabildiğiniz bir dilde bir cümleyi anlamak için sözcüklerin tek tek anlamına bakmanız yeterli olmaz. Bileşenleri birbirine yaklaştıran, yakıştıran alan, tam da hepsini bir arada tutan bir alan oluşuyla öngörülmemiş, yeni dinamiklerin, etkileşimlerin, gerilimlerin devreye girmesini sağlar. Kurmaca Evrenler için Manyetik Alan Teorisi’ni atölyelerde herkesin takip edebileceği bir pedagojiyle anlatırken kurmacanın yazarınınkinden bir ölçüde bağımsızlaşmış bir zihni olduğunu, neredeyse bir bilinç formu olduğunu söylüyorum. Bu sayabildiğimiz ve sayamadığımız unsurlar henüz yan yana gelen parçalar olma aşamasındayken bir bütünü ima etmeye başlarlar; o bütün, çizgisel bir hikâye olmaktan çıkıp küre halini aldıkça, parçalar bütüne göre yeniden biçimlenir, akort olur ve küre giderek bütünselleşir. Bize kalan fazla ise, ilk bakışta bir noktada başlayıp başka bir noktada biten çizgisel bir anlatı gibi görünen kurmacanın son bakışta ürettiği evren izlenimidir. Bir çizgiyle, bir kürenin farkında sezilebilen fazla; iki boyuttan, üç boyuta geçişin yarattığı genişleme, boyutlanmadır.Bir neden-sonuç, öncelik-sonralık zinciri boyunca ilerleyen çizgisel hikâyeden, evrene varmak; okurun birbirini takip eden cümleler, paragraflar, sayfalar boyunca öğrendiklerini bu sıralamayı aşan bir kompaktlıkta kavramasıdır. Evren dediğimizde, artık bir çırpıda, tek bir noktadan, tekil bir perspektifin kapsayamayacağı ve aktaramayacağı bir genişlikten, hiçbir özetin içeremeyeceği yapıt değerinden, içinde en önemsiz bulunabilecek detayın bile kaçınılmaz ve gerekli hale geldiği, kendini sürekli yeniden kuran dinamik bir alandan ve her şeyin bir arada ve aynı anda olma halinden söz ediyoruz. İçinde birbirini izleyen saatleri takip ederek sürdürdüğüm gündelik rutinimin imkân verdiği çizgisel ufkumla; bir uzay gemisiyle, ancak içinde yaşayarak bildiğim dünyanın çevresinde günde diyelim ki altı kez dönerek o evreni küresel olarak görmenin sağladığı kavrayış arasındaki farka benziyor. Bir evreni bütünlüğü içinde görmek bir evrenin içinde yaşayan biz insanlar için imkânsızdır, bu imkâna ancak kurmacalar karşısında kavuşuruz. Bu görkemle karşılaşmanın, insan zihninin yaratma hünerinin önce farkına varıp sonra ona hayran olmanın, verdiği başka zevkler bir yana bizde de aynı hüneri, zihnin yaratıcı çalışma modunu harekete geçirdiğini düşünüyorum.

Zihnimiz hep benzerlik arıyor; hep bir şeyleri başka bir şeye benzetmeye programlı. Benzer düğmeyi bulmaya çalıştığınız tuhafiye dükkânındaki düğme kutuları örneğiyle bunu çok güzel anlatıyorsunuz. İşte bu benzerlik “metafor”. Bir de her şeyi (onca karakteri, onca olayı vs.) bir arada tutan bir “çekirdek” var diyorsunuz kurmacalarda. Kurmacaları var eden bu metafor-çekirdek ikilisinden bahseder misiniz biraz?

Öğrenme ve anlama ilişkiseldir, ilişki kurarak anlarız. Metafor da o ilişki kurmanın “benziyor ama o değil” şerhiyle çalışan, anlamayı mümkün kılan, zihinsel, imgesel bir modelidir. Yeryüzünde her şeyin eşsiz olduğunu esasen hepimiz biliyoruz. Dünyadan geçmiş yaklaşık yüz on yedi milyar insan ve hâlihazırda yaşayan 8.1 milyar insan arasında birbirine özdeş iki kişi bulunmadığını, yeryüzüne düşen iki kar tanesinin bile birbirinin tıpkısı olmadığını biliyoruz. Bu çoğullukla baş etmeye çalışırken de benzerlik üretme hünerimiz gelişiyor. Benzerlik görülen değil, yaratılan, üretilen bir şey. Öznel, anlık, uçucu. Kurmacanın “bir çekirdekten yapılmış metaforlar”la üretildiğini gösteren Manyetik Alan Teorisi, insan zihninin anlarken ve anlatırken başvurduğu bu benzerlik kurma eğilimini -elbette- “anlatı” kurarken de sürdüreceği varsayımı üzerine kurulu. O yüzden kurmacanın zihin gibi çalıştığını, metaforlardan yapıldığını iddia ediyorum. Bir kurmacadaki bütün o rastgele yan yana gelmiş gibi duran olayların, tasvirlerin, karakterlerin aslında aynı maddeden (biz buna çekirdek diyoruz) üretilmiş metaforlar olduğunu, o kurmaca içinde bulunma nedenlerinin seçim olarak görülmesi gerektiğini, kurmacayı oluşturan unsurların çekirdekle akort edilerek, çekirdeğin bir filtre gibi kullanılması sayesinde elemeye, seçilmeye tabi tutulduklarını gösteriyor bu teori.

Beliz Güçbilmez

“Tersine mühendislik”, çok sevdiğimiz, hayran olduğumuz kurmaca metinlere sorular sorduran, nasıl sorular sormamızı ve hangi sorulara cevap alabileceğimizi gösteren, o kurmacaların neyden yapıldığını/unsurlarını, nasıl kurulduğunu gün yüzüne çıkaran bir yol yordam aslında, yani işin öğretilebilir/öğrenilebilir kısmı. Ayrıca “yaratıcı yazarlık” değil, “üretici yazarlık” diyorsunuz siz atölyelerinize. O öğretilebilir kısımdan üretici kısma geçmek ise kan, ter ve gözyaşı aslında, büyük emek. Bu “çile”yi göze alanlara neler tavsiye edersiniz? 

İşin öğretilebilir kısmı için -biraz da yazarlık eğitimlerine kuşkuyla bakanlar ikna olsun diye- şunu söyleyebilirim: Biri, yüzünü yazmaya döndüğünde hiç bitmeyecek bir öğrenme sürecine giriyor demektir. Okuyarak öğrendiklerini uygulamaya başlamak demek bu. Öyleyse şunu kolayca kabul edebiliriz: bir başına öğrenmenin mümkün olduğu her alanda, öğretme de mümkündür. Öğrenme ile öğretme arasındaki fark, ilkinin pedagojisinin kendiliğinden, ikincisinin tasarlanmış olmasıdır. Olasılıkla bir tiyatro bölümünde edinilmiş yirmi sekiz yıllık “hocalık” deneyimim sayesinde yaptığım atölyelerin, bir öğrenme biçimini de öğrettiğini düşünüyorum. Yazmanın çok emek yoğun bir süreç olduğunu anlatıyorum hep derslerde. Yazarlık mesleği bana kalırsa bunu bir çile gibi değil de zevk gibi görenlere mahsus. Sabırla, aynı malzemeyi kusursuz bir küreye dönüştürecek kadar çalıştığımızda, (oyun provalarında aylarca yapıldığı gibi) pürüzlerinden arındırmak için defalarca elden geçirdiğimizde kendi okuma zevkimize hitap eden bir kurmaca üretebiliyoruz. Bu ilk sorunuzdaki “sınırlı ömre bir şeyler tıkıştırma” telaşını yatıştıran, akışı yavaşlatan, Walter Benjamin’in ancak “son bakışta aşk”ın mümkün olabildiğini söylediği, deneyimin kaybolduğu modern zamanlar eleştirisinin öngöremediği kadar dehşet veren bir sürüklenmenin içindeyken, piyasanın isteklerine ayak direyerek bir varlık zemini oluşturmanın da yollarından biri olarak görüyorum bu süreci.

Manyetik Alan Metodu kurmaca dışı yazında, örneğin bir tez yazarken de, akademik bir makale yazarken de işe yarıyor diye düşünüyorum. Atölyede de bunu dile getirmiştim ve Ayşe Çavdar’ın da böyle düşündüğünden ve bu konuda söyleyecek sözü olduğundan bahsetmiştiniz. Hatta resim, heykel, müzik, tiyatro, sinema gibi sanatın diğer dallarında da ufuk açıcı bir yol yordam sunuyor gibi görünüyor bana bu metot. Bu öngördüğünüz bir şey miydi? Metodun bu etkisi, etki gücü nereden geliyor sizce? 

Ne yazdığımızdan, nereye yazdığımızdan bağımsız olarak hep bir dağılma, ne anlattığını unutma, meselelerin arkasından sürüklenip gitme gibi sorunlar yaşarız. Çünkü keşfettikçe yayılır ve dağılırız. Tez yazanlar bu sorunu yakından tanır. O doğal saçılmayı, bir aşamada bir merkeze doğru toplayacak bir araca ihtiyacımız vardır. Manyetik Alan Teorisi’ni ve uygulamada dönüştüğü haliyle metodu, yol boyunca her keşfettiğimiz alanı, niyetimizle akort edebilen gelişkin bir tasarım aracı olarak görüyorum. Metodun “çekirdek” sayesinde en doğallıkla becerdiği şeylerden biri bizi bir merkezde tutması. Fakat “merkez”i doğru anlatmak isterim. Merkez, saf bir kontrol mekanizması, esnemez bir yaptırım odağı değil bizim için. Bir yanıyla her şeyin içinden çıkıp geldiği orijin gibi düşünmeliyiz o merkezi, ama o orijinin ta uzakta, bir başlangıç anında kalmadığını, her an kendini yeniden ürettiğini, her daim ve her yerde bulunduğu bilgisini de elimizde tutmamızı sağlıyor. Bu sahiden bir düşünme yöntemi aynı zamanda. Kımıldayan, esnek, uyuyan potansiyelleri kışkırtan çekirdek, o potansiyelleri uyanmaya çağırıp kendine çekerken, kendindeki bir “olma/bulunma modeli”ni nihayetinde bütünlüklü bir tasarım oluşturacak şekilde her unsurun yapılışına nakşediyor. İlk günden bunu öngörmüş olmam işin doğası gereği olanaksız. Çünkü yol boyunca hiç durmadan gelişmek diye bir şey var, metot teoriyi, teori metodu büyütüyor. Bu sayede teori-pratik diyalektiğini de hayatımda hiç anlamadığım kadar iyi anlıyorum. Tasarım ilk anda aklımıza gelebilecek alanlardan çok daha yaygın bir biçimde, bir üretimden söz ettiğimiz bütün disiplinlerde çalışıyor. Bir tasarım teorisi ve metodu olmasıyla da çoğul alanlarda uygulanabilir hale geliyor Manyetik Alan Metodu.

Defne Suman bu metotla üç öykü yazdığını söylüyor. Atölyenizden çıkan yazarların, yazmaya gönüllülerin metinlerinde ortak bir dönüşüm gözlemliyor musunuz? “Sahici” okurluktan “sahici” yazarlığa geçiş nasıl gerçekleşiyor?

En somut haliyle uygulama sınıflarının ilk saatiyle son saati arasındaki farkı görüyorum mesela. Ya da insanların yazmakla ilişkilerinin değiştiğini fark ediyorum. Daha güvenli bir yerden, ne yaptıklarını, ne aradıklarını bilerek, bulduklarını fark ederek çalıştıklarını. Dönüşüm, elbette zamana yayılan bir şey. Teoriyi dinleyenlerin metodu yavaş yavaş kendilerinin kıldıklarını, kendilerine uyumladıklarını görebiliyorum. Metot bu demek zaten; kitabi bir kurallar bütünü değil, bir yaklaşma biçimi. Defne Suman’a özellikle bu bahiste ne kadar hayran olduğumu anlatamam. Onu bizim metodun Meryl Streep’i gibi hayal ediyorum. Bizim atölyeden çıkmış değil de o atölyeden geçmiş, katkı yapmış, izini bırakmış biri olarak görüyorum sevgili Defne’yi. Sinemadan ve tiyatrodan tanıdığımız aktörlerin “metot oyuncusu” olduklarını söyledikleri gibi yazarlar da başvurdukları, uyguladıkları metotlardan söz edebilir tabii. O anlamda Defne Suman metottan nasıl yararlandığını, onunla ne yaptığını anlatabilen bir öncü gerçekten. Profesyonel yazarlar, bir eğitime katılmanın yazarlık süreçlerindeki doğal ve bitmeyen bir öğrenmenin bir parçası olarak değil de bir şablonculuk, ya da kişisel hünerlerin silinmesi gibi anlaşılacağından endişe ediyorlar sanırım. Ama insanların “güvenli bir yol” (methodos Yunanca bu anlama geliyor) izlemekten, yazarken ne yaptıklarını bilmelerini sağlayan bir metottan faydalandıklarını söylemeye çekinmeyecekleri bir zamanın geleceğini tahayyül ediyorum. Bence sanat yapıtı üreten bir insanın yaratım süreci hakkında bilinçli cümleler kurabilmesi müthiş bir şey. O bilinç, yazan kişiyi eninde sonunda bilgeleştiriyor. “Çok bilmekten” değil de “neyi, niye yaptığını bilmek”ten söz ediyorum. Sahici okurluktan, sahici yazarlığa geçişe gelince; o da yemek masasından kalkıp, sadece kendimizi değil başkalarını da doyurmak üzere mutfağa geçmek, kolları sıvayıp yapmaya, yazmaya başlamak gibi. Manyetik Alan Teorisi’nin obur okurlardan gurme okur yaratmak gibi bir hedefi var: gurmelikle, şef aşçılık arasındaki mesafe, düşündüğümüzden daha kısa aslında.

Tolstoy, Anna Karenina’yı dört yılda, altı kez yeniden, yeni baştan yazıyor. “Manyetik Alan Metodu”, kurmacaların, sanat yapıtlarının bir tasarım olduğu kabulüne dayanıyor ve okumaya-yazmaya hevesli herkese -her alandan/meslekten kişilere- bu tasarımı gösteriyor. Her şeyi okumaya ömrümüz yetmeyeceği için, Tolstoy’un altı kez yeniden yazmaya giriştiği Anna Karenina’yı biz de ikinci kez okusak, yazdıklarımıza kıyıp tekrar tekrar yeniden yazsak iyi olacak. Tasarımı görmek adına nasıl olmalı bu ikinci okuma ve yeni bir roman okumaktansa daha önce okuduğu bu romanı okumak, yazdıklarını sil baştan yazmak okura ne verir, ne kazandırır?

Bir önceki yanıttan sürdüreyim. Gurme okurluk diye adlandırdığım, aslında tasarımı gören ve bundan zevk alan bir okuma biçimi demek. Yazarın o metinde herkese aşikâr ne anlattığından, hikâyesinden değil de neleri bir araya getirdiğini görmekten alınan daha başka bir zevk bu. Tasarımı görmenin birincil koşulu da kurmacada her şeyin nereye varacağını, atılmış ilmiklerin nasıl bağlanacağını bir kez görmüş, kısacası kurmacayı tamamlamış olmak, hikâyenin kapanışını görmek. Bu ilk okuma/izleme hem rastlantılarla, öngörülemezliklerle dolu hayata, hem de tam olarak nasıl sonlanacağını bilmediğimiz o ilk eskizi yazmaya benziyor. Bir filmi, romanı bitirdiğimizde, bize belli bir ekonomiyle, bir sırayla verilen bilgiler bir toplama, bize sunulma sırasından bağımsız bir bütüne dönüşüyor. İkinci kez aynı yapıta dönerken daha ilk sayfada, ilk sahnede, sekansta zihnimizde bu bütün olduğunda, tasarımı da görmeye başlıyoruz. Bu o kadar muazzam bir deneyim ki yazarın tasarımcı zihnine girmişiz de birlikte yazıyormuş gibi hissettiriyor. Tek satır yazmadan kendimizi yazmış gibi hissetmek demek bu. Yazmış kadar olmak. Üretici/üretken okurluk dediğim bu, pasif bir tüketici gibi değil de aktif bir üretici olmak, üretime ortak olmak. Bunun “kurmayı öğrenmek”te ne olağanüstü bir katkısı olacağı benim için çok net.

Kurmacalar insan olma yolculuğumuza da büyük bir katkı sağlıyor; ezberlerden, önyargılardan, kültürel ve dinsel değer yargılarından, ideolojik çitlerden, iyilerden-kötülerden kurtulmamız için de bir kapı aralıyor. Bir oluş varlığı olan insanın daha fazla insan olmasını, insanlaşmasını da sağlıyor. Hatta “bütün duygusal eğitimimizi kurmacalara borçluyuz” diyorsunuz siz de. Çünkü orada etiyle kanıyla, çeşitli eylem olanaklarıyla, olanca varlığıyla insan var. Örneğin Jan Valjean bize “yalan söylemek kötüdür” normunun her tek durum geçerli olmayabileceğini ve insan onurunu/değerini gösteriyor. Gerçek hayatta kocasını aldatan bir kadın aforoz edilirken, dünyanın dört bir tarafında herkes Anna Karenina için gözyaşı dökebiliyor. Kurmacaların evrensel değerleri, etik eylem olanaklarını açığa çıkarması, insanı insan kılmasıyla ilgili neler söylersiniz?

Nasıl kurmaca gerçek değilse ama gerçeğe benziyorsa, karakter de gerçek bir insan değildir ama gerçek insana benzer. Bu benzerlik, kurmacaların evrenine girebilmemiz için bir tutamak, bir giriş kapısı. Büsbütün yabancı olduğumuz bir evrene bizi aşina olduklarımızla yaklaştırma stratejisi. Her birimizinki gibi rastlantılarla kurulmuş, irrasyonel hayatını sadece raporlayarak, yazıya döktü diye, o dökümün kendiliğinden bir tasarıma dönüştüğünü zannederek kurmaca mefhumunu bulandıranları buradaki değerlendirmenin dışında tutuyorum. Karakter, gücünü tam da gerçek bir insan olmayışından alır çünkü. Karakterin kurmacaya yakışabilmesi, sadece orada var olabilmesi için onun da bir tasarım olması, üstelik tasarımın bütününe hizmet etmesi gerekir. Anna Karenina’yı bir mahalle dedikodusunun nesnesi olarak tanımakla, bir roman karakteri olarak okumak arasındaki farktır bu. Kurmaca, bir bağlam kurar; metaforlar da ancak ve sadece kendi bağlamlarında çalışır (o nedenle de bir metafor sözlüğü yazılamaz) ve tam da bu yüzden metafor kurmacanın yapıtaşıdır. Ezcümle bir kurmacayı mümkün kılan koşul bağlamdır. Evrensel değerler için de etik eylem olanakları için de anahtar sözcük bağlamdır. Gündelik hayatın içinde bağlamı, bütün koşullarıyla, bütün açılardan, bütün ayrıntılarıyla ayırt etmemiz olanaksızdır. O nedenle kurmacalar, kendi açısından haklı iki tarafı, bir çatışmanın içinde karşı karşıya getirmiş antik Yunan tragedyalarından bu yana bizi “bu koşullarda doğru tutum, davranış, karar nedir?” sorusuyla karşılaştırmış; üstüne düşünülecek, nedenlerle sonuçların bir arada okunabileceği, karşıdan bakılabilecek, anlama, değerlendirme, muhakeme modelleri kurmuştur. Bu bağlam kurulabildiğinde hem yazar hem de okur için şimdilerin yaygın ve sığ psikolojizmine alternatif olarak felsefeyi de kendiliğinden çağırır.

İyi bir okur olmadan, iyi bir yazar olunmuyor: bütün yazarlar da buna vurgu yapar. Ama insan okuma-yazma yolculuğunun başındayken, yazarlardan-yazılanlardan “etkilenme” korkusu yaşıyor. Sizin atölyeleriniz böyle bir korkuya gerek olmadığını da gösteriyor, kaçınılmaz olarak etkileneceğimizi, etkilenmemiz gerektiğini gösteriyor. Çünkü sık sık dile getirdiğiniz gibi “konuşan kişi Adem değilse alıntı yapar”, çünkü “güneşin altında yeni bir şey yok”, çünkü “mülkiyet hırsızlıktır”. Etkilenmek ve kendi özgünlüğünü ortaya koymak arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu korkuyu, “etkilenme endişesi”ni biraz deşsek altında hem çok unutkan hem de hafiften kibirli bir pozisyon görebiliriz. Unutkan, çünkü yazar, anlatmanın insanın en kadim hüneri olduğunu da -Bakhtin’den alıntıyla mitolojik adlarıyla söyleyeceksek- Adem ya da Havva olmadığını da unutmuştur. Söyleşinin başından beri öğrenmenin ve anlamanın ilişkisel olduğunu vurguluyorum. Şu anda düşüncelerimizle, değerlerimizle, bildiklerimizle kim olabildiysek, bunu büyük ölçüde kurmacalara ve başkalarına borçluyuz. Bunu yok sayarak yazmaya başlamak zaten neyin içinde durduğunu bilmemek demektir benim için. “Kurmaca bir zihinse, öyleyse bir belleği de olmalı” argümanımın bizi götürdüğü kıyılara ayak basarken esasında bir kurmacanın bütün kurmaca ağıyla ilişkisini göstermeye adanmış sekiz saatlik bir teorik aşaması daha var bizim derslerin. “Hikâyeler Nereden Geliyor?” sorusuna “her zaman başka hikâyelerden geliyor” yanıtını verdiğimiz, bunun kaçınılmazlığını örnekleriyle açıkladığım bir aşama. “Aklımıza gelen” ne varsa, arşivimizden, belleğimizden gelmiştir ve o arşiv artık neyin, nereden geldiğini ayırt edemediğimiz bir kâğıt hamuru gibidir. Etkiden kaçınmak yerine bağrımızı, dimağımızı etkiye açmayı, etkilenmenin öğrenmek demek olduğunu anlamanın önemine inanıyorum. Türkçesine yapıt dediğimiz eser sözcüğü “iz” kökünden yapılmıştır; kalıntı, aktarma gibi anlamlara bağlanır. “Eski günlerin neşesinden eser kalmamış” ya da “eser miktarda” derken kullandığımız sözcük de budur. Fakat  “sanat eseri” diye kullanıldığında iki hâle birden bakıyoruz. İlki sanat eserinin bırakacağı izdir elbette; varlığı, zamana kaydedişidir, sanatın, geçip gidecek varlığı izini üreterek görünür kılma niteliğidir. Ama ikinci hâl daha çarpıcı bence: her sanat eserinin kendinden öncekilerden devraldığı izler. Şimdi eserin yanına aynı kökten, “sr” kökünden gelen tesiri koyalım. Sanat eseri etkiler evet, tesir eder, iz bırakır. Ama bu etkinin bir tamamlayıcısı, bir koşulu var.

Şöyle diyelim mi? Üretilenin eser niteliği, yapıtın kendinden öncekilerden etkilenme kapasitesine, taşıdığı izlerin yoğunluğuna, üzerindeki tesirleri yok saymamana, olma biçimine de bağlıdır. Kendisi etkilenmeye kapalı, tesiri inkâr eden bir varlık, bizi etkileyebilir mi? Bana kalırsa imkânsız.

Yazmasaydık çıldırır mıydık bilemiyorum ama, kitabın sonunda dediğiniz gibi “yazmasalardı çıldırabilirdik” bence de: O eşsiz kurmacalar, kurmaca dünyalar olmasaydı, o sayısız roman kahramanı elimizden tutmasaydı çıldırabilirdik belki de. Yazmanın da bir yandan çıldırmaktan kurtaran, bir yandan da çıldırtan bir yanı yok mu acaba?

Yazmanın bizi zevkle yükselttiğini, gündeliğin içinde hiç yanaşamadığımız yerlere sızdırdığını biliyorum. Anne Ben Düştüm mü?’de delirmeyi, yine kurmacaların içinden geçerek ve Don Quixote’yi aklımda tutarak gerçekle gerçek olmayanı, gerçekdışını birbirinden ayırt edememek diye tarif etmiştim. O nedenle de gerçek-kurmaca ayrımını temiz tutmak benim için her şeyden daha önemli sanırım. Gerçeğin halısı ayağımızın altından kaydığında, gerçeği kabullenemeyip tahrif ettiğimizde, gerçeklik hissimizi kaybetmeye başladığımızda, neyin gerçek neyin gerçek dışı olduğunu anlamak için bir kıyasa, “tertemiz bir gerçekdışı alan olarak kurmacaya” dönmek o sağlıklı kıyas için acil bir çağrı benim açımdan.   

Yazmanın çıldırtıcı olabilecek yanı olabilir, ne zaman? Mesela yazmayı, gözümüzü kendimiz sandığımız bir şeye dikip, yedi yirmi dört onunla ilgilenmek zannedersek evet delirebiliriz. Bu birinin sürekli kendini aynada seyretmesine benziyor. “Kendi hikâyeni anlat”, “kendini ifade et” çağrılarına, “kendine dönme” manifestolarına mesafeli olmam bundan. İnsanın kendini ifade etmek (ne demek bu? bilen var mı?) için neden bir kurmaca tasarlamaya gereksineceğini anlamıyorum mesela. Bu ifadelerin üstüne yeterince düşünülmemiş, ne demek olduğunu kimsenin bilmediği ve açıklayamadığı kalıp laflar olduğunu düşünüyorum. Gerçeklikle kurmacanın en kolay düğüm olduğu yerin, ben-geçidinden sızanların önce ortada bir tasarım olması gerektiği fikrini, sonra da fiilen tasarımın kendini ele geçirdiği aşama olduğunu biliyorum. Yaşadığımız bir ânı, bir olayı, ontolojik bir çatlağa yol açmadan bir kurmacanın parçası yapmanın yolu o ânı elimizdeki çekirdekle akort etmek ve çevresine onu çalıştıracak çarklar koyarak bir anlam makinesi üretmekten geçiyor. Kurmaca üretmek, tasarım yapmaktır; başkalarına etkileyici geleceğini düşündüğümüz anılarımızı anlatmak değildir. Bu, uygulama sınıflarında uzun uzun anlattığım bir mesele. Kolumuzu biraz uzatmaya, kendi sınırlı varlığımızdan genişlemeye imkân tanıyan kurmaca yazarlığının bir selfie çılgınlığına kurban edilmesini üzülerek seyrediyorum.

Atölyelerde neler oluyor, bundan sonraki planlar, projeler neler? Yeni bir kitap projesi var sanırım, ondan da bahseder misiniz?

Atölyeler doludizgin. Bana yaşattığı mutluluk tartışılmaz da bazen hız ve kalabalık, yetişememe endişesi doğuruyor tabii. Biraz da bu endişeyi yatıştırmak için teorik derslerin içeriğini video ders olarak üretiyoruz. Çok uzak olmayan bir gelecekte teoriyle ve metotla ilgilenen insanların bir takvime bağlı olmaksızın, dilediği zaman ve hızda, sindire sindire, istediği kadar tekrarla takip edebileceği, içinde canlı derslerde imkân bulamadığımız açılmaları da gösterebileceğimiz video dersler sunmayı planlıyoruz. Böylece uygulama sınıflarına gelmek isteyenler kendi hızlarında öğrenip takip edebilecekleri, en iyi derslerin kayıtlarından iyi bir editingle üretilmiş bir yekûnla karşılaşacak ve metotla yazma pratikleri yaptığımız, herkesin öyküsü üzerinde tek tek konuştuğumuz atölyelere gelebilecekler. Bir de tabii MetaForum’umuz var. O forum sayesinde atölye hiç bitmiyor neredeyse. Uygulama sınıflarından çıkanlar, birbirlerine destek olmaya, yan yana durmaya, birlikte üretmeye, düşünmeye devam edebiliyor. Bu aynı zamanda resmi bir kaynak yaratmak da demek. Akademide ve dışarda bu teorinin tartışılması, geliştirilmesi beni çok heyecanlandırıyor.

Manyetik Alan Teorisi’ni İngilizce konuşan dünyaya göstermeyi de oralardaki meslektaşlarla, konuyla ilgili insanlarla tartışmayı da çok önemsiyorum. Önümüzdeki dönemde biraz İngilizce kaynak da olsun diye video derslerin yanı sıra yazı üretmek niyetindeyim.

Bir yandan da iki yeni kitap üzerinde çalışıyorum. Biri yıllar önce yazdığım bir oyunu yayıma hazırlarken bir yeniden yazma metodolojisinin ilk adımlarını atabildiğimi hissettiren, yazmaya, okumaya, metin-sahne ilişkisine, tiyatro seyirciliğine, oyun okurluğuna ve yazarlığına eğilen, bunlar üzerine çok sayıda notla bezenmiş, bir nevi kendi Solgun Ateş’im. Yeniden yazmanın en temel sorusu “şimdi yazıyor olsaydım, nasıl yazardım?” eşliğinde kışkırtıldığım, merakımı çelen her yere baktığım, benim için olduğu kadar okur için de kafa açıcı olmasını istediğim bir “kurmaca tasarımı” kitabı.

Diğeri de Anne Ben Düştüm mü?’deki bir epigraf ve bir dipnotta tohum olarak uyuyan bir fikrin uyanışı etrafında kurulu. Bir şiir dizesini tohum diye kendi toprağında büyütmeyi hedefleyen bir kitap. İlki toparlanmak üzere, ikincisinin biraz daha zamanı var galiba.