
Senem Timuroğlu
şahsi mit anlatısı
özkurmaca
Yirmi beş yaşıma…
Kadınların şehirlerinde, özgürce yürüdüğü ve düşündüğü bir Dünya’ya doğru…
Birinci tefrikayı buradan okuyunuz.
İkinci tefrikayı buradan okuyunuz.
21.
Mektupları okuyorum. “Paris, Temmuz 1959”. Tanpınar, Adalet Cimcoz’a “Paris bildiğim Paris, haşin, güzel, gizli ve heva ü hevesi içinde. Bittabi Montparnasse’da kaldıkça bir şey görmeğe imkân yok. Şehri tanımak ancak daha esaslı mahallelerde kabil. Burada yalnız köpük var; yahut da birkaç dehalı ecnebi” diye yazıyor. Bir Bastille gecesinde tanıyabilirdin Paris’i Tanpınar diyorum. Diğer bir mektupta, yanına yanaşan “yumurta gibi kızın” sorularını yanıtladığını anlatıyor. Biz, kimseye yanaşmamayı tercih ediyoruz diye karşılık veriyorum. Sizin gibi, keyifle aylaklık etme ayrıcalığına sahip değiliz. Okudukça içimde Tanpınar’a karşı küçümseme ve kederle karışık, bir acıma duygusu peyda oluyor.
22.
F.’yi bana davet ediyorum. Bastille’de yaşadıklarımızı anlatıyorum. Omzunda hüngür hüngür ağlıyorum. “Korkuya teslim olmaya niyetim yok”, diye söyleniyorum, elimin tersiyle gözyaşlarımı siliyorum. Hepimizin zihni, tecavüz korkusuyla dolu değil mi? Bir kısmımız üstelik en güvendiklerimiz tarafından tecavüze uğramadı mı? Hepimiz gece vakti dışarı çıkılmaması gerektiğini, izbe yerlere gidilmemesi gerektiğini bilerek büyümedik mi? Gece yalnız yürüsek, bir bara gidip, bir tek atacak olsak, aranan kadın diye yaftalanmaz mıyız? Yaşamımızı güvende ve rahat sürdürmek istiyorsak, bizi yaşamın tehditlerinden koruyacak bir erkeğe ihtiyacımız olduğu inancı, bir kök inanç gibi damarlarımıza çoktan şırınga edilmiş.
Yalnız yaşayabilen, yapayalnız sokaklarda özgürce, dilediği saatte kentin tüm nimetlerinden faydalanabilen bir kadın. Erkeklere ne korunmak, ne onay, ne para için muhtaç olmayan bir kadın, erkek ayrıcalıklarının sürdürülmesi için kurulan bu sistem için tehlikeli değil mi? Böyle bir kadının var olmasını engellemek için en güçlü denetim mekanizması korku değil mi? Bu kadının yoluna tuzaklar, taşlar konulmalı. Düşmanlar, tehditler yaratmalı, hikâyeler uydurmalı, küçüklüğünden itibaren kalbini korkuyla doldurmalı, içini karartmalı. Biz ise korkumuza rağmen cesurca yürüyoruz. Bu kentte yaşamın bana getirdiklerinden deneyim edinip, güçlenerek ve bilgeleşerek eve dönmeye karar veriyorum.
23.
EHESS’teki seminerlerde İstanbul’dan gelenlerle tanışıyorum. Yeni tanıştığım tarihçi bir kadın arkadaş, beni yemeğe davet ediyor. Montparnasse’ta bir restoranda buluşuyoruz. Yanında şair ve akademisyen bir adam var. Yemek boyunca, şiir üzerine konuşuyoruz. Bana Fransız bir kadın şair öneremiyor. Çünkü bilmiyor. Şaraptan çakırkeyif oluyorum. Toparlak başını salladıkça bana komik geliyor. Tanpınar’ın şiiri şiir değil, romanı şiirsel diyor. Ertesi gün, beni sinemaya davet ediyor. Sinema öncesi yemek yiyelim diyor. Beni evimden alıyor. Michelin yıldızlı bir restoranda rezervasyon yaptırmış. Bir krep ya da bir croque monsieur yeriz sanıyordum. Merci pour le chocolat filmi için bilet almış. Yemekte Claude Chabrol sineması ve Isabelle Hubert üzerine konuşuyoruz. Yönetmenin La Cérémonie filmini seviyorum. Filmden çıktığımızda, kafam kazan gibi, kendimi yorgun hissediyorum. Ertesi gün, benimle sahafları gezmek istiyor. Sahaflarda uzun bir yürüyüş yapıyoruz. Bir şiir kitabı hediye ediyor. Güneş usulca batıyor. Beni evine film izlemeye davet ediyor. Yılgın bir merakla onu takip ediyorum. Daha doğrusu, sürükleniyorum. Güzel bir apartmanın çatı katına tırmanıyoruz. Geniş koltuğa gömülerek Pierrot Le Fou filmini izliyoruz. Elimde kocaman bir şarap bardağı. Kimbilir kaçıncı kadeh. Film bittiğinde koltukta ona doğru yaslanarak yayılmışım; bana dönüyor, tam bir küçük kız çocuğusun biliyor musun diyor. Bu sözü, kaçıncı erkekten, kaçıncı kere duydum. Erkekler bu sözün bizi etkileyeceğini çok iyi biliyor. Çocukluk düşü. Aşk bize çocukluğumuzu geri mi veriyor? Bir erkeğin kollarında yeniden çocuk olmak bizi ne kadar da tatmin ediyor. Ellerimi öpüyor. Dudaklarına yaklaşıyorum. Sana bir şey söylemeliyim diye fısıldıyor.
Evliyim, eşim İtalya’da. Bu, erkeklerin nesi var? Her şey için teşekkür ederim diyerek hızlıca ayakkabılarımı giyiyor; merdivenlerden iniyorum. Temiz hava yüzüme çarpıyor, ayılıyorum. Tüm öfkemle Taksi diye bağırıyorum. Bir taksi duruyor. Koltuğa otururken, adama bu erkeklerin nesi var, diye soruyorum. Mademoiselle bu erkeklerin nesi var biliyor musunuz; hepsi Salaud! Enfoiré! Ordure! Kahkahayı patlatıyoruz.
24.
Cuma gecesi, Spike Lee filmleri izlemeye, sinemaya gidiyorum. Filmler gece yarısı başlıyor. Üç film birden. Kalabalık. İlk film, She’s Gotta Have it. Nola Darling’in erkeklerle sınavı içimi bayıyor. Spike Lee, kendini biliyor. Film bitince çıkıyorum. Sinema eve yakın. Saat 02.00. Hava serin. Kaldırımda ayakkabılarımın topuk sesi yankılanıyor. Uzun zaman sonra topuklu giyiyorum. Korkuya meydan okumak beni heyecanlandırıyor. Her an bir köşeden çıkabilecek canavarlara karşı tetikte de olsa ruhum, kendi macerasının kahramanı olmanın tadını çıkarıyor. Mis gibi uyuyorum.
25.
Sabah, Sorbonne’da akademik ileri Fransızca dersim var. Derse zar zor yetişiyorum. Hoca, derse vaktinde gelmenin önemini vurguladığını bildiğimden, sessizce kapıyı açıp, bir köşeye kıvrılıyorum. Henüz, her dersin başında yaptığı gibi, etraftaki kültürel etkinliklerden, yeni çıkan kitaplardan bahsediyor. Yeni açılan bir sergiyi öve öve bitiremiyor. Ders çıkışında görmeye gideceğim, isteyen benimle gelebilir diyor. Onu çekici buluyorum. Onunla gitmeye karar veriyorum. Sergide ücretsiz kokteyl var. İki kadehten sonra, hocaya kur yapıyorum. Resimleri birbirimizin beline sarılarak geziyoruz. Galerinin ıssız bir koridorunda öpüşüyoruz. Eliyle eteğimi sıyırıp, bacaklarımı okşuyor. Bana gidelim diyorum. Elini tutup galeriden çıkarıyorum. Metroya iniyoruz. Birbirimizi yeni âşıklar gibi süzüyor, ufak dokunuşlarla birbirimize aşk oyunları yapıyoruz. Eve girdiğimizde, beni duvara yaslıyor ve bir anda yüzünü buruşturuyor: “Bakire misin?” “Bu da nereden çıktı”, diyorum. “Çünkü küçük bir Türk kızısın.” Buz gibi soğuyorum. Kapıyı açıyor, “Derste görüşürüz, hoşça kal” diyebiliyorum. Naneli çay hazırlıyorum. Kimseyi tanımadığım, özgürce istediğim role bürünebileceğim bu sahnede deminki cümle beni büyük hayal kırıklığına uğratıyor. Korkunun gözünün içine baktığım gibi, kendi gerçekliğime dalmak, tüm maskeleri ve kostümleri teker teker denemek , uçsuz bucaksız tüm arzularımı görmek, kendimi tanımak, bilmek istiyorum. İnsanın kendini bilmesinden daha kutsal ne olabilir ki. Kendini bilmek, kendi üzerine düşünmek, insanlığın ortak bilgi hazinesini öğrenmek, okumak, yaşamı deneyimlemek. Antik Yunan’daki adamlar, Bibi’nin dediği gibi, kadınları evlere kapatan, kadınlara tecavüz eden adamlar mı, bilme hakkını sadece kendilerinde gören. Küfretmek yerine nane çayından bir yudum alıyorum. Kadınlara, kütüphaneler yasak. Yazmak yasak. Bu zalim adamlar, kendilerini bilse ne olur? Kaldı ki hepsi kendilerini bilmekten ne kadar uzak. Kendi zalimliğinden bahsetmeyen, kendi gölgesiyle, karanlığıyla yüzleşmeyen, kendini ne kadar bilebilir? Hiç. İnsanın kendini tanıması en başta, zalimliğini, gaddarlığını, içindeki faşisti tanımasıyla yani karanlığını bilmesiyle olmaz mı. Bunların derdi kendilerini bilmek değil, başkasının gözünde, kadınların gözünde, böbürlenmek, hava atmak. Dev aynasında afra tafra yapmak. Bilgisayarımı açıyorum. Spinoza’nın “Yürümek düşünmektir” cümlesini not ediyorum. Kadınlar ne yürüyebiliyor, ne de düşünecek zamanları var. Aylak adam, ayrıcalıklarının tadını çıkaran, şımarık ve zalim adamın teki. Tezime karşı bir tez, bir antitez kendiliğinden akmaya başlıyor. Elimdeki çalışmayla adeta kavgaya tutuşuyorum. Bir an önce bitirip, yeni açtığım dosyada yol kat etmek istiyorum. Zira bu, kendi şahsi mitim. Dosyanın adını koyuyorum:
“Şahsi Mitinin Peşinde Bir Kadın”. Kahramanı olduğum yolculuk bu. Elimdeki ise adamlara ait bin yıllardır anlatılan hikâyenin bir parçası. Benim için anlamını giderek yitiriyor. Üzerimde yıllardır beni çevreleyen öğretiler adeta katman katman soyunuyor; bir sis perdesi gibi dağılıyor. Koşullanmış bilincim, yerini Baudelaire’in bahsettiği çocuk bilincine bırakıyor. Yeni bir gözle görüyorum. Ve gördüklerim içimde büyük öfke uyandırıyor.
26.
Sonunda anlıyordum ki aylak kadın, tüm zamanların en anarşist kahramanı. Yeni açtığım dosyaya not alıyorum: İktidarın denetim ağının dışında, bir yere, birine ait olmayı, birinin uyruğu olmayı reddeden, yersiz yurtsuz, sadece kendine ait onurlu bir insan. Ne iyi bir anne, ne iyi bir eş; herhangi bir adamı cezbetme, herhangi bir adama hizmet etme, herhangi birine bakım verme, herhangi biriyle ilgilenme mecburiyetinden özgür bir insan. Hiçbir kalıba sığmayan, hiçbir imgeye indirgenemeyen, şiddetin her türlüsüne meydan okuyan cesur bir savaşçı. Varlığından gurur duyan, kendi değerine kendi onay veren bir insan.
Aklıma Bibi’nin anlattığı hikâye geliyor. Hazreti Fatma sokakta yürürken, sokağın ortasında bir erkek, onu dudaklarından öpüyor. Bir daha başına böyle bir şey gelmesin, dudaklarını kimse beğenmesin, hatta iğrensinler, itici, çirkin bulsunlar diye, dudaklarına dövme yaptırıyor. Yeni açtığım dosyaya, bu hikâyeyi not ediyorum; C.’nin öptüğü kadın, keşke bu hikâyeyi bilseydi. Açtığım yeni dosyanın anısına bugün evin yanındaki dövmeciye gitmeye karar veriyorum.
27.
Dövmeci, orta parmağıma güç ve asalet sembolünü dövüyor. Gerektiğinde göstereceğim diyorum. Gülüyor. Dükkân kalabalık. Arkada Rachid Taha çalıyor. Şarkı beni yine Çöl’e götürüyor. Her akşam üstü yaban atları güneşe doğru tozu dumana katarak koşuyor. Atları izlerken, kara sinekler konmasın diye eteğimi kaldırarak sağa sola sallanıyor, etrafımda dönüyorum. Sigaradan kalınlaşmış sesiyle, Cezayir aksanıyla “Mademoiselle dövmeni beğendin mi”, diyor. “Bayıldım”, diyorum.
28.
Nisan. Paris’e bahar geliyor. Richard’ın evine doğru ellerim ceplerimde salına salına yürüyorum. Tek başına, kendi ritmimde yalnız yürümeyi seviyorum. Karanlık şehrin, dipte usulca akan şiirini duyumsuyorum. Richard evde beni bekliyor. Kapıyı güleryüzüyle açıyor. Bir iki saat sonra Clichy’e çalışmaya gideceği için, birlikte bir şeyler içmek üzere evin altındaki kafede oturuyoruz. Evde bir bardak şarap içtiğim için, kahve söylüyorum. Elimi tutuyor. Tez nasıl gidiyor diye soruyor. Acaba, bu tezi, babam ve dedelerimin takdirini kazanmak için yazıyor olabilir miyim? Oh la la! diyor. Kahkahayı patlatıyoruz. Yeni bir dosya açtım. İşte bu yeni bir haber. Tezi bırakacak mısın? Bende o cesaret nerede? Bu tez illa bitecek, o onay mutlaka alınacak. Yeni açtığım dosya, kendi ayaklarım üzerinde durmam gerektiğini söylüyor. Birkaç iş bakmaya başlayacağım, iş bulabilirsem belki tezi bitirip, bir süre daha burada aylaklık edebilirim. Çalışarak aylaklık edildiğini de ilk defa duyuyorum. Kadınlar için öyle. Yaklaşıp burnumu öpüyor. Onu çalıştığı bara bırakıyorum.
29.
Pazar, hava açık. Güzel bir bahar günü. Rue Mouffetard’daki pazara doğru yürüyorum. Elimde hasır sepetim. Keyfim yerinde. Karşımdan gelen adam, yanımdan geçerken dilini çıkarıp, yalarım diyor. Derin bir nefes alıyorum. Gökyüzüne bakıyorum. Bulutlar yavaşça süzülüyor. Sinirimi bozmuyorum. Meyvelere bakıyorum. Yanımdan alımlı bir kadın geçiyor. Saçları sapsarı, tepesinde kocaman bir topuz yapmış. Upuzun bacakları bedenini saran mini elbisesinin içinde muhteşem görünüyor. Topuklu ayakkabılarıyla endamını sergileyerek yürüyor. Bu gösteriş, o yürüdükçe büyüleyici bir etki bırakıyor. Kendini göstermekten mutlu. Benim aksime, o izlenmeyi seviyor. Her hücresinden bu belli oluyor. Köşede bir fotoğraf çekimi var. Model saçlarını savurarak makinalara poz veriyor. O da bedenini göstermenin hazzını yaşıyor. Derin dekoltesinden iri göğüsleri patlayan flaşlar altında göz kamaştırıyor. Herkes tarafından görülme arzumuz, görülme açlığımız nereden geliyor? On üç yaşlarımda yazlıkta çay bahçesinde katıldığım, genç kızlar arasında düzenlenen güzellik yarışmasını hatırlıyorum. Yaşlı amca ve teyzelerin önünde tek sıra olup geçtiğimiz, tam olarak neyi puanladıklarını anlayamadığım bir yarışma. Bir insanın gözü, burnu, ağzı kime göre, neye göre güzel olabilir. Kendimizi, kime beğendirmek için çabalıyoruz? İnceleyen, puanlayan, değerlendiren bu gözler kime ait? Neden bu kadar önemli bu bakış? Kime, neden bu kadar değer yüklüyoruz? Neden ağzımızı burnumuzu yamultarak pozlar veriyor; bacaklarımızı göğüslerimizi tuhaf hareketlere girerek sergiliyoruz? Neden bir yanda bedenlerimizi siyah çarşaflara sokuyor, diğer yandan köle pazarlarında dişlerine kadar incelenen çırılçıplak sergilenen kadınlar gibi, her yanımızı açıyoruz? Neden iki uca savrulup duruyoruz? Amacımız nedir bizim? Kimin onayına ihtiyacımız var? Erkeklerin onayına bağımlı mıyız? Bir erkek bizi beğenince kendimizi müthiş değerli hissediyor; beğenmezse büyük depresyonlara mı giriyoruz. Dışımızda bir onaya neden kendimizi bağımlı tutuyoruz? Pazarın girişindeyim. Sokak peynir ve çiçek kokuyor. Meyve sebze ve peynir alacağım. Bir de taze çiçekler.

30.
Sepetimde peynirim ve çiçeklerim ile dönüş yolundayım. Yanımdan şık bir adam geçiyor. Elinde anahtarları, arabasına doğru yürüyor olmalı. Hangi tip zamparalardan acaba? Büyük ihtimalle evli olanlardan. Bekâr olanları daha gösterişli giyiniyor ve yürüyor. Yaşamlarının merkezine becermeyi koymuş bu topluluk tüm şan, şöhret, ün, para ve pullarını bu amacın hizmetine veriyor. Görevleri, genç, güzel kadınları avlamak. Bir de entelektüel dünyadaki zamparalar var; onlar amaçlarını romantize ediyor, avlarına daha duyarlı, incelikli, şiirsel yaklaşıyor. Tüm entelektüel faaliyetlerini, romanlarını, şiirlerini bu amacın hizmetine veriyorlar. Etrafları kendilerine hayran genç kadınlarla dolup taşıyor. Okurlarının çoğu kadın. Kadınları tavlamak için çeşitli gülünç pozisyonlara giriyorlar. Saatlerce felsefeden, şiirden, edebiyattan konuşarak, onları hipnotize etmek için çabalıyorlar. Zamparaların en oyuncu olanları evliler. Av sahasını ayrıntılı planlamaları, stratejilerini dikkatli hesaplamaları gerekiyor. Tüm yaratıcılıklarını bu yönde kullanıyorlar. Hatta çoğu, bu yaratıcılığın meyvelerini, roman ve şiirlerinin malzemesi yapıyor. Bu genç kadınlar onların ilham perileri. Yaşamın monoton ritminde, onları dinç tutan, onları besleyen Müz’ler. Yakaladıkları hikâyeleri, yarım yamalak, kapı aralarında yaşayıp, çaldıkları ilhamla, yeni kitaplar çıkarıp, yeni maceralara açılıyorlar. Her limanda bir kadınla aşk yaşayan, hepsinden birer best seller çıkaran Pierre Loti’nin torunları. Arkalarında bıraktıkları kalbi kırık kadınlar umurlarında değil. Yaşamın tüm hazlarını, zevklerini sonuna kadar büyük bir hırs ve açgözlülükle tatmayı kendilerine hak gören zamparalar için, bedenlerine yumuldukları kadınların hislerinin hiçbir önemi yok. Hatta onların hissedebileceğini, düşünebileceğini tahmin bile etmiyorlar. Bu kadınlardan biri, hoyrat, duyarsız, düşüncesiz davranışlarına yönelik incinme hissini, itirazını dile getirse, şaşkınlıktan düşüp bayılabilir; ya da çok kırılabilirler. O kadar kırılabilirler ki, bedenini ve benliğini tarumar ettikleri kadından uzaklaşmalarının meşruluğunu onun bu tepkilerine dayandırabilirler. Her zaman haklı olan bu zamparalar, kendi bencillikleriyle sarıp sarmalandıkları narsistik dünyalarında, kadınların ne kadar çıkarcı, düzenbaz oldukları üzerine kendi aralarında konuşmayı çok sever. Kadınlar, zengin erkekleri ağlarına düşürebilmek için baştan çıkarıcı fettan mahlûklardır. Türlü oyunlarla erkekleri avladıktan sonra, paralarını statülerini kullanırlar. Sistemin kendilerine tanıdıkları ayrıcalıkları sonuna kadar sömüren bu zamparaların gözünde kötüler her zaman diğerleri yani kadınlardır. Sanki evlere kapatılıp, bedenleri denetlenen, bedenlerine tecavüz edilen, emekleri sömürülenler; sokaklarda özgürce dolaşmaları her köşe başından çıkan bir tecavüzcü ve tacizciyle engellenen, iş yaşamında cinsel aşağılamalara, küçümsemelere uğrayan kadınlar değilmiş gibi. Bu zamparalar ne yapsa rezil ya da kötü olmazlar. Bu zamparaların yaptığını bir kadın yapsa, orospu olarak yaftalanıp dışlanırken, bu adamlar, ün, şan, şöhret basamaklarını onar onar çıkar, tüm toplum tarafından alkışlanır. Kadınlar ne yapsa sevimli, ne yapsa iyi olamazlar. Çocuğuna bakmak için elindeki topu topu bir yaşamı heba eden, kendini çocuğuna adayan bir anne, en ufak bir hatada toplumun gözünde kötü anneye dönüşür. Fitne fesat olan yerde mutlaka kadınların bir parmağı vardır. Öfkeli düşünceler seline kapılmış, yokuşu hızla iniyorum. Jan D’Arc meydanda beni selamlıyor. Boulanger’e girip bir baget alıyorum. Kodu giriyorum. Merdivenleri çıkıyorum. Kâğıttan kapımı, küçücük dolap anahtarıyla açıyorum. Küçük evime varıyorum. Torbalarımı mutfak tezgahının yanına bırakıyorum. Çiçeklerimi vazoma yerleştiriyorum. Odamı mis gibi çiçek kokusu sarıyor.
-Devamı var.-