Ali Bulunmaz
Ülkeleri birbirinden ayıran sınırları sorgulayan José Eduardo Agualusa, yazarlıkta sınırları zorluyor; bir bakıyorsunuz, insanlara yeni geçmişler satan ve albinoluğu yüzünden toplum tarafından dışlanan bir karakterle buluşturuyor okuru, bir bakıyorsunuz memleketi Angola’daki bağımsızlık hareketinin devrime dönüştüğü günlere dört duvar arasından tanık olan ve geçmişin travmalarını evinde hatırlayan bir karakterle…
Doğduğu Angola, büyüdüğü Portekiz ve yaşadığı Brezilya arasında mekik dokuyan Agualusa’nın romanlarında hatırlamanın kişilere bindirdiği yük, geçmişin bugüne ve geleceğe yansıması, kahramanlarla kötüler arasındaki ince çizgi, var oluş mücadelesinin tarihselliği, yaratılan sınırlara hapsolma gibi temalar öne çıkıyor. Yazar, bu temaları gerçek ve kurmaca geçişkenliğiyle işlerken metinlerinden metaforları, ironiyi ve absürtlüğü eksik etmiyor.
Agualusa, bir hikâye anlatıcısı; kurmacayla gerçeğin iç içe geçtiği, tarihin ve coğrafyanın buluştuğu, kişilerin ve toplumun bazen gerildiği bazen birbirini tamamladığı hikâyelerinde, yaşamdan (ya da yeryüzünde olup bitenlerden) kopmadan kurmacanın tüm olanaklarını kullanıyor. Daha evvel Türkçeye çevrilen Bukalemunlar Kitabı’nda (Çeviren: Sevinç Tezcan Yanar, Pegasus Yayınları, 2009) ve Unutmanın Genel Teorisi’nde (Çeviren: Sevcan Şahin, Timaş Yayınları, 2018) yazarın edebî söyleminin bu ayırt edici yönlerini açık seçik görmüştük.
Agualusa, yeni romanı Yaşayanlar ve Diğerleri’nde edebiyat konferansı için buluşan bir grup yazarın Mozambik’te mahsur kaldığı yedi günün hikâyesiyle buluşturuyor bizi. Ada sokaklarında kendi yarattığı karakterlerle karşılaşan yazarlar, geçmiş-bugün-gelecek bağlantısı kurarak hem hatırlıyor ve günü yaşıyor hem de geleceğe dair öngörülerde bulunuyor. Başka bir deyişle hikâyeler ve kahramanlar yaratan yazarlar, distopya ve ütopya arasında geçişlerin olduğu romanın merkezinde yer alıyor.
‘Ölmüş bir zamanın ışığını gösteren’ coğrafya
Afrika’nın pek çok noktasını gezen Agualusa, Yaşayanlar ve Diğerleri’nin ana mekânı olan adayı seçme nedenini şöyle açıklamış: “Muhipiti olarak da adlandırılan Mozambik Adası, yüzyıllardır şairleri ve yazarları büyülemiştir. Bu, bir yandan, bir zamanlar Afrika ile Doğu arasındaki ana ticaret noktalarından biri olan küçük bölgenin muhteşem geçmişiyle ilgilidir. Bunun aynı zamanda şiirin doğal meşgalesinden ve yaşayanların çoğunun doğasında bulunan mükemmellikten kaynaklandığını düşünüyorum.”
Ada metaforunun yanı sıra orada mahsur kalma temasını, sınırsızlıkla ya da sınırların anlamsızlığıyla ve sözün gücüyle kuvvetlendiren Agualusa, Mozambik’te âdeta dünyayı ve yaşamı yeniden kuran (veya anlayan) yazarları, absürt ve fantastik bir evrenin ortasına bırakırken her şeyin nasıl başladığına dair bir not düşüyor: “Gece, şimşeğin muazzam ışığıyla parçalara ayrıldı ve ada kendini dünyadan kopardı. Bir dönem bitti, diğeri başladı. O anda hiç kimse bunun farkına varmadı.”
Yazarların, “Afrika edebiyatı”nı tartışmak üzere geldiği Mozambik, her birinin konfor alanından uzaklaştığı, bazı anlarda korkuya kapıldığı ve büyülendiği bir ada; hem dünyada bir yer hem de bildikleri dünyanın dışında. Bildikleri dünyadan yanlarında getirdikleri akıllı telefonları, sosyal medya hesaplarını, ritüellerini ve alışkanlıklarını aşan, “ölmüş bir zamanın ışığını gösteren” bir coğrafya…
Agualusa, roman karakterlerini yaşama ve yazma alışkanlıklarını, edebiyata yaklaşımlarını ve sözün onlar için ne ifade ettiğini anlatarak sahneye sürüyor. Âdeta fırtına öncesi sessizlik ortamı oluşturarak okuru bir şeylere hazırlıyor. Yazarın, diğer insanlardan farklı bir noktada durduğunu vurgularcasına “dünyada tek başına kalma” hissini onların ağzından dillendiriyor.
İsrail’de patlayan nükleer bombadan kaynaklanan aksaklıklardan; telefonların çalışmamasından, internet bağlantısının kurulamayışından ve başka iletişim kanallarının kapanmasından mustarip yazarlardan Uli, “bir şeylerin bu adaya varması normalden uzun sürüyor, zamanın kendisi de buna dâhil” diyor. Anakaradan kopukluktan doğan sorunları hisseden ve Mozambik’teki günlük yaşamı anlamaya uğraşan yazar grubundan Cornelia ise “sanki zamanda geçmişe yolculuk yapmış gibiyim, birdenbire on dokuzuncu yüzyıldaydım” diyerek anlatıyor içinde bulunduğu durumu.
“Gökyüzünün ışığını bitkiler gibi emerek” düşünmeye ve yaşamaya uğraşan yazarların manzaraya bakıp Afrika’ya dair önyargıları, cennet metaforunu, ırkçılık sorununu ve edebiyatı tartışırken yoksunluktan doğan zenginliği keşfettiği bir ortam kurgulamış Agualusa. Ofélia, bu tartışmalar sırasında kendisine yöneltilen “Hanımefendi, Angola’nın güneyinde doğdunuz, Lizbon’da büyüdünüz ve Rio de Janeiro’da yaşıyorsunuz; peki, kendinizi daha çok Angolalı mı, Portekizli mi, yoksa Brezilyalı mı hissediyorsunuz?” sorusunu yanıtlıyor: “Ben palmiye ağaçlarındanım -seni kahrolasıca! Angolalı da değilim, Brezilyalı da değilim, Portekizli de değilim! Nerede bir palmiye ağacı varsa oradanım! Denizlerden, ormanlardan, çayırlardanım. Henüz var olmamış bir dünyadan geliyorum: Tanrısız, kralsız, sınırları ve orduları olmayan bir yerden.”
Edebiyat, yaşam, sınırlar, ırk ayrımcılığı ve Mozambik eksenli konuşmaları başka bir boyuta taşıyan şey ise yazarların yarattıkları karakterlerle karşılaşması.
Başta Uli, Ofélia, Luzia, Daniel, Moira, Jude, Julio ve Cornelia olmak üzere yazarlar arasındaki diyaloglar, hikâye anlatıcılığının neşesini yansıtırken adada dünyadan bihaber olarak zaman geçirmenin gerilimini de içeriyor. Öte yandan, yazmanın ve sözün büyüsünü ortaya çıkaran tartışmalara da evriliyor bu diyaloglar. Cornelia, meseleye hem biraz politik bir hava hem de derinlik katıyor: “Her roman, yeteri kadar iyi olduğu takdirde, kendinden önce yazılmış düzinelerce ya da yüzlerce esere övgü niteliği taşır. Ben kütüphanemi, hayatta olduğu gibi yazarların milliyetlerine göre düzenlemem. İnsanlara nereli olduğunu sormam. Bilmek istediğim kim olduklarıdır. Tam da bu nedenle onlara ne okumayı sevdiklerini sorarım.”
Agualusa’nın kurguladığı bulmaca
Agualusa, satır aralarında kurmacanın kaosu aşmaya yardım ederek yeni bir düzen oluşturmada insanlara yol gösterebileceğini anlatırken yalnızlığı ve yalıtılmışlığı felaketten bir çıkış olarak gösteriyor. Böylece roman, hikâye anlatıcılarına ve hikâyeleri içinde savrulan yazarlara dair bir hikâye hâline geliyor.
Yazarlar, kapana kısılmışlıktan kurtulmayı beklerken hiç durmadan konuşarak gerçeklik ve kurmaca, geçmiş ve gelecek, yaşam ve ölüm sınırında geziniyor. Başka bir deyişle hayal ve hakikat arasındaki akışkanlığı, yarattığı karakterlerle yüzleşerek yaşıyorlar. Okudukları kitapların kendilerini nerelere götürdüğüne ve yazdıklarıyla okurları nereye götürmek istediklerine ilişkin kurdukları cümleler de bu sürece dâhil.
Moira, adadaki bu sıkışık ortamda “dünyayı kuran bizleriz” deyip devam ediyor: “Dünyalar bizim kafamızda doğar ve artık sığmayacak hâle gelene kadar büyümeye devam eder. Ardından, kafamızdan çıkarlar ve kendi yollarında ilerlemeye devam ederler. Gerçek budur, ona inandığımızda kurgunun başına gelen şeydir!”
Moira’nın bu sözlerinin üstüne, Jude’un kendi kopyası karakterle karşılaşması hayli manidar. Yazar Jude, karakterinin ve karakter Jude da kendisini yaratan romancının aklını okurken coşku ve öfke at başı gidiyor. Gerçeğin ve kurmacanın birbirine karıştığı bu anda karakter, yazarını serbest bırakmaya çalışırken yazar Jude ise kahramanının zihnindeki karanlık noktalara girmeye çabalıyor. Agualusa’nın okuru içine çektiği bir bulmaca bu.
Agualusa, Mozambik’te mahsur kalan ve bir nükleer bombanın patladığını ancak beş gün sonra tesadüfen öğrenebilen yazarların, dünyanın sonu ve yeni bir dünya kuruluşuna dair tartışmalarıyla hikâyeyi, kaos ve düzen arasındaki gerilime bağlıyor. Bu gerilimin tarifinde ve aşılmasında (yani yeni bir evrenin kuruluşunda), adada doğacak sözü ve edebiyatı öne çıkarıyor. Daniel’in dediği gibi: “Adalar birer tapınaktır, dünya sona erdikten sonra tekrar adalarda can bulacaktır.”
Agualusa, mekân olarak bir adada, metaforik manada zihinlerinde kapalı kalan yazarların yedi gününü anlatırken zamanın ruhunu ya da zamanımızın döngüsünü, distopya-ütopya geçişleriyle romanlaştırdığı Yaşayanlar ve Diğerleri’nde, eğip büktüğü gerçeklik-kurmaca sınırını mümkün olduğunca belirsizleştirerek bugünden hareketle yakın geleceğe ilişkin bir söz söylüyor.
José Eduardo Agualusa, Yaşayanlar ve Diğerleri, Çeviren: Bengi De Sa Matos Paixao, Timaş Yayınları, 272 s.