Ayça Ceylan
Rüyalar biraz da efsunlu zamanlar değil midir? Dünyanın gündelik karmaşası, yorgunluğu, ağırlığı yavaş yavaş geride kalırken, yatakta uzanan bedeniniz kendini bir süreliğine hareketsizliğin hafifliğine bırakır. Bedenin yavaşlamasıyla zihnin hafıza odalarını bilinçaltının okyanusuna bağlayan köprüler görünür olur. Sonrası malum! Sonrası sizin kendi arzularınız ya da sonrası size bağlı olarak size aktarılan algı politikalarını uygulama çabanız ya da sonrası kim bilir belki zamanın ötesindekilerin sizinle buluşma noktası –bir zamanların dengesini anımsamak-.
Bir de kâbuslar var elbet. 21. yüzyıl gerçekliğinde rüyalarla kâbusların birbirine girdiğine tanık olduğumuz anlar çok. Aslına bakarsanız bu sadece 21. yüzyılın kendine has bir duygulanım hali değil, her yüzyıl rüyaları ve kâbusları karıştıranla dolu değil mi? Birilerinin mutluluğu ve refahı birilerinin üzerine inşa edilmeye başlayalı epey bir zaman öncesinin mirası. Bu miras da günümüz dünya devletlerinin bir kısmında daha sert bir şekilde dışa vuruluyor, kimisinde ise sertlik popüler kültür imgeleriyle yumuşatılıp öyle dışa vuruluyor. Özetle “güllük gülistanlık bir yer dünyada var mı” diye düşünürken ve etrafıma sorarken “ne yapalım kötünün iyisi” cevabını yansıtan yaklaşımlarla sıkça karşılaştım. Ancak kötünün iyisi denemeyecek bazı toplumsal olaylar da mevcut tabii. Bana kalırsa bunlardan bir tanesi Çin Halk Cumhuriyeti’nde 1958-1961 yılları arasında gerçekleşen Büyük İleri Atılım. Neredeyse 45 milyon insanın kıtlıkla beraber aç kalarak ölmesine sebep olan olay Çin’in tarihindeki karanlık noktalardan sadece bir tanesi. O kadar karanlıkla yüzleşince bazı duygular da donabilir. O yüzden etrafımdaki orta üstü ekonomideki bireylerden özellikle Covid-19 salgını esnasında “bu Çinlilerde ne bulsa yiyor, korkunç değil mi” gibi laf öbeklerini çok duydum. İyi de bir şeye ya da bir bireye ya da bir topluluğa karşı bu kadar kesin ifadeler kullanmadan önce nelerden geçip, hayatta kalmışlar diye bakmakta fayda var. Uzun girizgahımdan sonra burada bahsi geçen ve nicesini içeren bir kitaptan ve yazardan size bahsetmek istiyorum: Yan Lianke’nin Güneşin Öldüğü Gün ismiyle Erdem Kurtuldu tarafından Türkçeye çevrilen ve İthaki Yayınları tarafından basılan kitabı okuyucusunu tam olarak karanlık ve kurumuş bir kuyunun dibine indiriyor ve dahası birçok kuyuya açılan kapıları barındırıyor. Kitaba distopya demek doğru değil, zaten kendisi yazdığı türü “mythorealism” efsanevi gerçeklik olarak tanımlıyor. 2019 yılında Believer dergisinde yayınlanan söyleşisinde ise efsanevi gerçekliğe dair olan soruya verdiği cevap düşündürücü:
“Bugün hakikat, bir başka hakikat ile örtülü. Üstelik asıl hakikat bizim gözlerimiz tarafından fark edilebilir nitelikte de değil. Var olmayan, hayali bir hakikat o. Gerçeğin olmadığı bir dönemde hayatın içerisindeki gerçeği tanımlamak nafile. Efsanevi gerçekçilik fikrini işte bu yüzden teklif ediyorum. Bu kavram esas itibariyle hakikati anlama şeklimize dayanıyor ve bizi ona daha yakın kılıyor.”
Güneşin Öldüğü Gün kitabının karakter kurgusu da tıpkı Çin toplumu gibi epey kalabalık. Bu kalabalığın içerisinde diğer kitaplarında da olduğu gibi Yan Lianke’ye yani yazara da bir karakter olarak rastlıyoruz. Kitabın katmanlı zaman örgüsüyle kurulan anlatısına geçmeden, biraz Yan Lianke’den bahsetmek iyi olur. Kendisi 1958 Ağustos’unda Çin Henan’da doğdu. Evet, Büyük İleri Atılım ya da diğer yanıyla 45 milyon insanın ölümüne neden olan bir politikanın başlama anı, onun miladıydı. Bazı anılar bedene öyle kazınır ki onları hatırlamak için kelimelere gerek yok. Kitapta da “ben doğmadan önce olanları bile nasıl bilip anlatıyorum” diye kendini sorgulayan ve kendini aptal olarak kabul eden on dört yaşındaki Li Niannian büyük kolektif acılar sonucu travmanın nesiller boyu aktarıldığına gönderme yapıyor gibi. Tıpkı birçok mitte karşımıza çıkan ve yıllar boyu aktarılan bir laneti anımsatıyor bu. Bedene kendini kazıyan travmalar hakkında da mübalağa yapmıyorum. ABD-Vietnam savaşı sonrası eve dönen askerler, psikoterapi ve dans-hareket terapisi üzerine araştırma yaparsanız bedene uygulanan politikaların ne denli etkili olduğuna bir kez daha şahit olabilirsiniz. Zaten bu yüzden de değil mi bedenle ilgili bir mesele olunca konuşan konuşana, bazı siyasetçiler tarafından ahkamlar buyuruyor. Yazara dönecek olursam; köyde geçen çocukluğuyla, aile ekonomisine katkıda bulunma zorunluluğu nedeniyle bir fabrikada çalışmaya başlamasıyla, sonrasında orduya katılmasıyla ve kendine oto-sansür uygulamak zorunda kalan bir yazar olarak hayatına devam etmesi ile süregelen bir yaşam. Yazarın Çin Hükümeti olan ilişkisi elbette yasaklamalarla dolu, birçok kitabı Çin’in siyasetine dair eleştiriler içermesi nedeniyle nasibine düşen böyle bir ilişkilenme olmuş! Uluslararası alanda ise 2014 yılında Franz Kafka Ödülü alan yazarın kitapları ilgi görmeye devam ediyor. Dış dünyaya epeyce kapalı bir topluma dair olanları ne kadar kendine oto-sansür uygulamak zorunda olsa da yerel bir ağızdan dinlemek kıymetli. Yerel olanın kıymetini iklim kriziyle beraber sıkça duymamız da manidar. Ne acayip değil mi örneğin ABD’nin kuruluşu sırasında yerel halklara uyguladığı zulümden yerelin şifasına ve doğayla olan ilişkisine öykünme haline gelmek!
Güneşin Öldüğü Gün romanı; Haziran ayında 24 saatlik bir dilim içerisinde, köy halkının kolektif bir uyurgezerlik salgınına yakalanması sonucu meydana gelen olayları cenaze levazımatçısının 14 yaşındaki, biraz da aptal diye tanımlanan oğlu Li Niannian tanıklığıyla okuyucusuna aktarıyor. Bu romanı kimler okumalı, sorusuna gelecek olursam da bu romanı önyargılarının içinde sıkışan ve karanlığın içinde keşfedilecek şeylerden sonra ancak kendini dönüştürme potansiyelini umursayanlar okuyabilir. Bir de güncel siyasetle içli dışlı olanlara da öneririm. Çünkü her meselenin nasıl da uzun bir geçmişi olduğunu pek güzel aktaran bir anlatı.
Uyurgezerlikle beraber köy halkının ve çevre köylerin insanlarının bilinçaltındaki meselelerin dünyaya taşınması elbette büyük şiddet olaylarını beraberinde getiriyor. Aynı zamanda bilinçaltındakileri itiraf edip suçunu emniyete bildirenler ya da karısına aşık olduğu metresinin onun nasıl kapı dışarı ettiğini anlatan bir muhtar da var. Bir anlamda bilinçaltında kim neyi düşlüyorsa o 24 saat dünyada bunu deneyimliyor. Yeni Dünya Levazıtmatçısı ve ölü yakma merkezi olan krematoryum romanın ana eksenini oluştururken, buna ölü gömme ritüellerinden insan bedenlerinden çıkarılan yağları depolamaya, yoğun buğday hasadı ile bitap düşen insanlardan uyurgezer olmadan çıkan kaos sonucu bilinçaltını dışarı vuran hırsızlara, katillere kadar geniş bir içerik tasarısı eşlik ediyor. Ara ara da yazarın kitaptaki kurgusal karakteri olan yazar Yan Lianke’nin ilhamının tükenmesi sonucu girdiği çıkmazı ve onu bu çıkmazdan çıkaran uyurgezerlik rahatsızlığına yakalanmasına şahit oluyoruz. Bana kalırsa bu durum kitaptaki ana karakter Li Niannian tarafında da yüceltilmeyen bir yazarı hem de kendi ismiyle yaratan Yan Lianke’nin kolektif ile olan ilişkisinin de samimi bir göstergesi. Yazdıkları içerisinde doğduğu, büyüdüğü ve yaşamaya devam ettiği toplumun dış bükey bir aynası gibi.
Kitabın Hamdi Akçay tarafından yapılan (okuyucuya bir spoiler vermek isterim) dağlar, güneş, gölge bedenler, grinin tonları ile tasvir edilen kapak tasarımı için -tabii ki bu benim düşüncem- 100. sayfaya bir bakın derim. Bitirirken “Çin Rüyası”na değinmeden olmaz. Çin Halk Cumhuriyeti başkanı Şi Cinping’in 2012 yılında Çin Ulusal Müzesi’ndeki bir konuşması sırasındaki sözünün Çin Komünist Partisi’nin sloganı haline gelmesiyle yazarın 2015 yılında kolektif bir uyku hastalığında rüyanın-kâbusun katmanlarında gezinen insanları konu aldığı romanı Güneşin Öldüğü Gün işte bazı eleştiriler böyle incelikli dedirtiyor.