Zeynep Direk
‘Utanmak insan ruhunun muhafızıdır, kapıda durandır. O muhafız kapıdan çekilirse içeri her şey girer.’ Ahmet Altan’ın bir televizyon programında sarf ettiği ve avukatı Çiğdem Koç tarafından sosyal medyada alıntılanan bu söz, utancı içselliğin, haysiyetin, kişisel ahlakın bir muhafızı, koruyucusu gibi sunuyor. Bu çarpıcı söyleyiş, kişinin içi ile dışı arasında bir ayrım yapıyor, bir sınır çekiyorsa da, elbette bu sınırın katı, sağlam, değişmez, bölünmez, geçirgen olmayan bir sınır olduğunu varsaymak mecburiyetinde değiliz. ‘İç’ ile ‘dış’ arasındaki sınır dümdüz bir sınır olmadığı içindir ki, onu fraktallerden oluşmuş bir sınır olarak hayal etmek belki de daha anlamlı olabilir; tıpkı denizle karanın sürekli bir biçimde iç içe geçtiği, girinti ve çıkıntılar, oyuklar, kabartılar ve kıvrımlar oluşturduğu Ege bölgesinin kıyıları gibi. İnsanda da zaman içerisinde iç dışa çıkarken, dış da içe girmiştir. Elbette içini dışa vurmamak, olduğu gibi görünmemek ya da, tam tersine, dışarıda olanı içe sokmamak, haysiyetini, ahlaki bütünlüğünü korumak gibi mücadeleleri de vardır insanın. Kendini zarardan, kötülükten koruma mekanizmaları veya kendi karakterini biçimlendirme çabaları olarak bakılabilir bunlara. Bazen olduğumuz gibi davranmaktansa kodlara uygun davranmamız daha uygundur, nezaket gereğidir; bazen de içinde bulunduğumuz duruma bağlı olarak, uygunsuz, yakışıksız olan içten olmamaktır. Kişiye, yere, zamana, duruma bağlı olarak çekinmemenin teklifsizlik çekinmenin ise samimiyetsizlik olduğu durumlar vardır. İnsanın kendisini yakışıksız bir durum içinde buluvermesi ve hatta kendisini böyle bir duruma düşürmesi de en hafifinden rahatsızlık, can sıkıntısı, mahcubiyet ve en ağır haliyle de utanç duygusunu yaratabilir.
İnsanda iyilik ve kötülük, haysiyet ve haysiyetsizlik, alicenaplık ve alçaklık dışarıdan içeri girebildiği gibi, içeriden de dışarı çıkabilir. Ahlaki anlamda kimi veya kimleri örnek aldığımız önemli. Başkalarından davranış biçimlerini, söz söylemeyi, bakış açılarını, yaşam tarzlarını öğreniyoruz; kimi zaman bize has sandığımız deneyimler dışımızda, kültürel olarak tasarlanıyor ve biz onları içselleştiriyoruz. Kişinin doğasındaki iyi eğilimler ile kötü eğilimler arasındaki oyunun nasıl sonuçlar vereceği onun içinde bulunduğu koşullar kadar kendi üzerinde çalışmasıyla, deneyiminin kavramlarını araştırması, sorgulamasıyla da ilişkili. Kötü eğilimleri desteklemeyen, onlarla mücadele eden bir çevre hakikaten çok önemlidir; insana içselleştireceği değerler de oradan ilham olur. Öte yandan, insanın kendi içindeki mücadele de sürekli olmalı; oradaki ikiye bölünme ve kendini aldatmaya karşı uyanık sorgulama biterse, hem dünya bize karşı hem de biz kendimize karşı korumasız kalırız.
İçimiz de dışarısı tarafından tarihsel ve toplumsal olarak kurulduğu için, en azından kişi diye bir şey ortaya çıkıp bu inşaat sürecine dahil olana kadar, kendi kendini titretene, yaşadıkları tarafından sarsılana ve kırılıp yeniden kurulana, hissetme biçimlerini kuran yapıların neler olduğunu fark edene kadar sahici bir içsellikten söz edilemeyebilir. İç de, arzularıyla, yönelimleriyle, imgeleriyle, kasıtlı veya kendiliğinden pratikleriyle ilişkilere müdahale ederek dışı inşa ediyor veya gücümüz elverdiğince, bedellerini göze alabildiğimiz ölçüde gerçeklikle pazarlık etmeye devam ediyoruz. Bunlar birbirini kestiği, içte dış, dışta iç bulunabileceği için; içselliklerin ve dışsallıkların mekânsal ve zamansal çeşitliliği dolayısıyla iç dış ayrımı bulanık bir ayrım, bir spiral, bir sarmal pekâlâ.
Bu genel girişin ardından düşünümümüzün özgül meselesine yaklaşabiliriz: Acaba utanç kurtulmamız, sıyrılmamız gereken bir duygu mu yoksa içimizde özenle korumamız, sahiplenmemiz, olumlamamız gereken bir duygu mu? Hiç olmazsa bir nebze utanç herkeste olmalı mı? Bu soyutluktaki soruları yanıtlamak pek kolay değil. Kimin utancından bahsediyoruz? Hangi utançtan bahsediyoruz? Belki de utançlar arasında bir ayrım yapmak gerek. Bu düşünüme şu soruları da eklemek faydalı olabilir. Utançtan kurtulmamız gerektiğini söyleyenler bu söylediklerini nasıl gerekçelendiriyorlar? Utançtan medet umanlar neden başka duygulardan değil de bu duygudan bu kadar önemli bir beklenti içerisindeler? Bu beklentiyi zamandan ve mekandan, tarihsel ve siyasal bağlamdan bağımsız olarak mı düşünmeliyiz? Evrensel bir tavır olarak mı yoksa ekonomik ve sosyal konumlara içkin güç ilişkilerini göz önüne alarak mı anlamalıyız utanca sarılmayı? Bu yazı bu soruları yanıtlayamayacak kadar kısa olacak; velhasıl, onları doğrudan yanıtlayamasa da etraflarında dolaşacak. Hukuk utandırmaz cezalandırır, ahlâk utandırarak terbiye eder diye bilinir fakat hukukun da utançtan medet umduğu tartışmalı pratikler var. Hakimin sarhoş araba kullanan birisine arabasının arkasına ‘sarhoşken araba kullandım’ yazısını yapıştırma cezasını vermesi bir utandırma cezasıdır. Hukukçu John Braithwaite 1989 tarihli Suç, Ceza ve Yeniden Topluma Kazandırma (Crime, Shame, and Reintegration)[1] adlı eserinde utandırma cezaları, tarihsel olarak, kişiyi bir ömür boyu değersiz bir kimlikle yaşamak zorunda bırakacak şekilde işaretlediği halde, günümüzde utandırma cezasının yapıcı ve yeniden topluma kazandırıcı bir biçimde rol oynayabileceğini ileri sürmüştür. Liberal demokrasilerde utancın hukuki ve siyasi meselelerde iyi bir araç olup olmadığı hali hazırda tartışmalıdır. Martha Nussbaum 2006 tarihli İnsanlıktan Saklanmak: İğrenme, Utanç ve Hukuk adlı eserinde bu cezalandırma biçiminin insan haysiyetine zarar verdiği için kabul edilemez olduğunu savunmuştur.[2] Toplumsal ahlâk bir toplumun tarihsel olarak değişebilen değerleri ve bunlara bağlı davranış kuralları ve normlarıyla insanlar arasındaki ilişkileri düzenler. Birey belli bir durum içerisinde, verili bir sosyal konumda, ona düşen, bir değeri gerçekleştiren normun gereğini yerine getirme görevini başaramazsa utanç yaşar. Bir kabileye mensup bir savaşçının birlikte savaştığı, düşman kabile tarafından öldürülen arkadaşının intikamını alması töre gereği ise o intikamın alınamaması bireye utanç getirir. Ataerkil bir toplumda bir kızın evlenirken bakire olması onu kullanılmamış bir meta olarak babadan kocaya verildiğini teyit eden geleneksel bir norm ise, evlenmeden önce bekaretini kaybetmiş olması ona toplum içerisinde utanç getirir. Dahası böyle bir utancın yaşanma ihtimali ona genç kızlık hayatı boyunca polislik eder, davranışlarını denetlemesini ve kısıtlamasını sağlar. Utanç, aktarılan ve yayılan bir duygu olduğu için, tüm aile ve tüm klanın meselesi haline gelir, failin işine yarayan ve mağdurun adalet aramasını zorlaştıran bir biçimde toplumsal sessizliğe de sebep olur. Utanç, en azından modern çağda, bazı cinsel hayatların açıkça yaşanmasını da engellemiş, heteroseksüel olmayanlar üzerinde toplumsal baskının temel araçlarından birisi olagelmiştir. Ne var ki, ne intikam almayı ne de bekaret normunun kadınlara dayatılmasını adil buluyoruz bugün; intikam almadığımız için veya bakire olmadığımız için utanmayı reddediyoruz. Cinsel yönelim farklılıklarını toplumun kabul etmesi için mücadele ediyoruz.
Yirminci yüzyılda öncü sanatsal ve siyasal akımlar utancın mevcut toplumsal düzeni ayakta tutan, koruyan toplumsal ahlak kurallarını güçlendiren ve geçerli kılan, insan özgürlüğünü kısıtlayan, insanın kendisini gerçekleştirmesine aykırı bir duygu olduğu gerekçesiyle utancı reddetmişlerdir. Utancın reddi bireyi veya bir topluluğu utancı dayatarak baskılayan toplumsa karşı bir isyan biçimini alır. Ekonomik olarak hiçbir biçimde haklılaştırılamaz eşitsizliklerin olduğu bir toplumda işsiz, aç ve mülksüz bir kişinin çaldığı için utanması gerekir mi? Toplumsal cinsiyet baskısına maruz kalan biri, utanç kendisine dayatıldığında bu utancı içselleştirmeyi reddetmemek özgürlüğüne sahip değil midir? Tam da bu ret edimiyle kendisini özne olarak ortaya koymaz mı? İçinde bulunduğumuz tarihsel durumu dokuyan ve inşa eden güçler bizi şu veya bu biçimde dezavantajlı kıldığında, şartlar bizi başkalarının gözünde saygınlığımızı ve itibarımızı kaybettiren şeyler yapmak zorunda bıraktığında veya biz psikolojik olarak yeterince güçlü olmadığımız için, daha kolay gibi görünen yolu tercih ederek kendimizi ‘utanç verici’ şeyler yaparken bulduğumuzda içimizde bir yerlerde kirlenmiş olur muyuz? Örneğin fuhuş yapan bir kadın, bir erkekle maddi durumu yüzünden evlenen bir kadın utanç verici bir şey mi yapmaktadır? Kötü bir insan mıdır?
Bununla birlikte, erkekleri kadınlara karşı, güçlüleri zayıflara karşı avantajlı kılan ahlaki normlara göre davranmayı reddetmek veya onlara uymadığımızda utanmayı reddetmek, utancı ahlaki anlamda tümden vazgeçilmesi gereken bir duygu haline getirir mi? Başkalarının hakları ve özgürlüklerine saygı duyarak davranmayan bir bireyde keşke biraz ‘utanç’ olsaydı diye düşünüyoruz. Keşke başkalarının da varlığına saygı duysalardı demek istiyoruz. Aşırı rahat, başkalarının güvenliğini tehlikeye atan insanlar bizi rahatsız ediyor, zira onlar hep kendilerine öncelik verenler, kendi iç dünyalarında başkalarını kendileriyle eşit görmeyenler, her halükârda eşitlik ideasına göre davrananlara da enayi gibi davrananlar. Belki bezdiğimiz için bu insanlarla yaşadığımız sorunları hukuki bir zeminde çözmekle uğraşamıyoruz, ama onların bazı değer ve normları içselleştirmemiş olması, bizi onları ahlaken mahkûm etmeye itiyor. Zaten hukuk da bağımsız değilse, zayıflar güçlülere karşı hak arayışlarında çaresiz durumda kalıyorsa, güçlünün borusunun her daim öttüğü, zayıflara da ezilmenin reva görüldüğü bir toplumda yaşarız Hukukun cezalandırmadığı birçok davranış vardır ki, ahlaki yaptırımı utançtır. Birisinde utanç olmasını isteyip de bulamadığımız o an, ona karşı saygımızı kaybetmek üzereyizdir, bizim gözümüzdeki itibarı oldukça azalmıştır. Elbette, utanmayan utanca dönebilir ve uygun bir biçimde özür dileyebilir; eğer onu affedebilirsek onunla tekrar bir toplum oluşturma imkânı ortaya çıkar.
Utanç bireyi bir yol ayrımına getirir: Ya utancı kabul ederek topluluğun veya toplumun normlarına göre yaşamayı taahhüt edecek ya da toplumsallıktan atılacak, dışlanacaktır. Utanç biz ve onlar arasındaki ayrımı netleştirir; biz bireye bir ahlaki yaşam biçimi, konuşma biçimi, davranma biçimi, bir kimlik, bir grup aidiyeti verir. Adaletin sağlanamadığı, hukukun güçlünün lehine araçsallaştırıldığı bir dünyada utanç ilerici bir anlam kazanabilir; bu kez ezilenlerden yana bir söyleme katılmamak, bazı normatif sınırların dışında söz söylemek, sorgulamak ve akıl yürütmek ‘utanç’ verici olarak nitelenebilir. Etiğin politikayı dönüştürme atılımında politik doğruculuğun sınırları dışına çıktığınız anda utanmanız gerekir.
Suçluluk duygusu ile utanç duyguları üzerine yapılan tartışmaların sömürgecilik sonrası yazında da yansımaları bulunur. Bu duyguların etik ve politik açıdan olumlu değişimlere yol açıp açamayacağı, özneliği dönüştürücü bir rol oynayıp oynayamayacağıdır burada mesele.[3] Elbette daha hukuk çalışmalarından önce psikolojide, ahlak felsefesinde ve hatta varoluşçu fenomenolojide karşılaşırız bu sorunsalla. Önce varoluşçu fenomenolojideki yerine bakalım. Utancın günümüzde siyasi bir anlam kazanmasında Sartre’ın varoluşçu varlık anlayışının siyasi açılımlarını ortaya koyan çalışmaların kesinlikle önemli bir rolü olmuştur.
Sartre’ın Varlık ve Hiçlik’inde öznenin varlığının başkası için olma boyutu utanç deneyiminde açımlanır. Utanç başkasıyla ilişkide yaşanır. Dünyada tek başına başka kimseyle karşılaşmamış, tanışmamış, aynı ortamı paylaşmak zorunda kalmamış bir insan bulunsaydı; insan ontolojik anlamda ‘başkalarıyla birlikte’ bir varlık olmasaydı utanç duygusuna sahip olmayacaktı. Ancak öznenin başkalarıyla birlikte olmaklığı onda nasıl gerçeklik kazanır, bu deneyimin esasını ortaya koyan, içerdiği çeşitliliğe belirgin bir biçimde yön veren bir somutlaşması var mıdır? Başkalarıyla birlikte olmanın belirleyici anlamı, Sartre’a göre, ‘başkası için olmak’tır. ‘Başkası için olmak’tan kasıt nedir peki? Buradaki mesele başkasının hizmetinde veya onun aracı olmak değildir. Başkasının gördüğü olmak, onun bakışı altında bir biçimde görünürlük kazanmaktır. Görünürlük de, ilkin öznenin bir bedeni olduğunu fark etmesidir. Bu deneyim olmasa, özne öncelikle seyreden, gören, düşünen, özgür özne olduğunu sanacak kendi varlığının nesneleşebilen, temsil nesnesi olabilen, üzerinde tahakküm kurulabilen parçasının farkında olmayabilecek veya bunun önemini fark etmeyecekti. Başkası için bir varlık olduğumu bilebilmek için; başkasının bakışını üzerimde hissetme deneyimini yaşamam gerekir. Başkasının gözünün üstümde olması, onun için olmam, ona tabi olmamı, onun hizmetine girmemi önceler. Başkasının bakışını üzerinde hissetmenin en ezici ve yakıcı biçimi de utanç duygusunda bulunur. O halde, utanmanın bazı şartları vardır: Başkası ile bir toplumsallık içerisinde olmam gerekir; başkasının gözü önünde yanlış bir şey yaparken görülmüş olmalıyımdır, hatta onun tarafından görülmüş olduğumu da görmüş olmalı, yani görülmüş olduğumun farkında olmalıyımdır. Utanmak tam da başkasının beni gördüğü gibi olduğumu fark etmeyi, kabul etmeyi, hatta o görünürlük biçimi içerisinde sıkışmış olmayı ima eder. Ortada yaparken yakalandığım ‘yanlış’ bir edim vardır ve buradaki en kritik mesele, edim (davranış) ile özneyi (fail) ayırt etmek veya edememekle ilgilidir.
Psikolojide utanç hissi ile suçluluk hissi arasında şöyle bir ayrım yaygındır. Suçluluk belli bir davranıştaki hata, kusur ya da eksiklikten rahatsızlık duymaktır. Utançta ise rahatsızlık verici olan tüm varoluşumdur. Utanç varlığımın tümüne yayılan ve onu olumsuzlayan bir rahatsızlık halidir. Sadece bir hata yapmış değilimdir, varoluşumun kendisi hatalıdır. Walter Sinnott-Armstrong ayrımı şöyle biçimselleştiriyor: “Suçluluk duygusunun nesnesi bireyin bir edimidir, oysa utancın nesnesi kendiliğin bütünü veya bir karakter özelliğidir. Kısacası, insanlar yaptıkları şey için suçlu hissederlerken oldukları şeyden utanırlar.” [4] Peki utancı suçluluk duygusuna dönüştürmek mümkün değil mi? Varoluşumdaki hatayı ifşa eden şey de bir davranış değil mi? Yaptığım yanlışı kabul eder ve özür dilersem suçu üstlenmiş olurum, o yanlış davranışın benim davranışım olduğunu teyit etmiş olurum, fakat onu bir daha tekrarlamayacağımı taahhüt ederek kendimi o davranıştan ayırt ederim. Böylece gelecek bir kendilik boyutu açılır ki, bu boyutta, utancın, şimdiki zamanı ve geleceği yutmakla tehdit eden geçmişinde kendi kendime çakılı kalmaya mahkum olmaktan kurtulurum. O halde, utanç eğer suçluluk duygusuna tevil edilebiliyorsa, kişiye kalıcı bir biçimde yapışmıyorsa ahlaken olumsuz değil, olumlu bir duygudur. Yeni bir kendi kurmayı, kişinin kendisini yanlış davranışlardan arındırmasını sağlar ve böylece dünyanın değişebileceğini ima eder. Ne var ki, utandırmada bir tehlike vardır; kişi hata yaptığını kabul etmiyorsa, ortadaki hatanın sadece kendisine ait olduğuna inanmıyorsa, kendisine verilen cezanın adil olmadığını seziyorsa, ahlaki ve politik yaptırımın şiddetine isyan ediyorsa, kendi içinde utanmak zorunda olmadığını düşündüğü halde toplumsal bir utandırmaya maruz kalır. Utanç olmaksızın utandırılmada, suçluluk duyguyla dönüştürüp kendisini değiştiremeyecek başkaları tarafından utanca fırlatılmış sesi baştan reddedilmiş, konuştukça daha çok saldırıya uğrayan bir özne bulunur. İşte utanç politikasının kilitlendiği yer de burası gibi görünüyor. Utançla yaşamanın nasıl bir tehlikesi veya ağırlığı olduğunu ileride konuşacağız.
Utanç deneyimi ‘yanlış’ bir davranış içerisinde yakalanmak, o yanlış edimin faili olarak ifşa edilmek olduğu için o yanlış davranışın neden ve hangi koşullarda, kimin için yanlış olduğu da tartışılması gereken önemli bir meseledir. Sartre’ın örneği kapının deliğinden birini gözetlerken yakalanmaktı. Buradaki yanlış sınır ihlâliyle ilgilidir; birisinin özel alanına girmek, bireyselliğinin, özgürlüğünün sınırlarına saygı duymamaktır. Bazı koşullarda bunun yapılmasını hoş görebiliriz. Örneğin başka birisine karşı bir suç işleyeceğini tahmin ettiğimiz bir kişiyi gizlice takip etmeyi veya gözetlemeyi içimize sindirebiliriz. Tıpkı bir hayat kurtarmak için yalan söylemeyi ahlaken kabul edebileceğimiz gibi. Ancak toplumsal güç ilişkilerinin örtbas ettiği çocuk istismarı, ensest gibi ahlaki yanlışlar, herkesin bildiği halde sustuğu gerçeklerdir. Güç ve otorite sahibi erkeklerin hesabını vermeden yaşadığı, ancak mağdurların hayat boyunca utandıkları ve bastırdıkları yaşantılardır bunlar. Utanması gerekenler bu şiddetin failleri, onu görüp de susanlar olduğu halde, fiiliyatta utananlar mağdurlar oluyor. Onların kendilerini kendilerine yapılan bu yanlıştan ayırt etmelerinin, kötü veya suçlu olmadıklarını kabul etmelerinin yolu ise bilinç yükseltme ve utancı ait olduğu yere iade eden yüzleşmelerdir. Demek ki utançtan söz etmek için gerçekliğin nasıl güç ilişkileriyle kurulduğuna da bakmak gerekiyor. Gerçeklik içerisinde herkes güç bakımından eşit konumlandırılmamış olduğunda utanç –bir tehdit olarak—halihazırdaki statükoyu sürdürme işlevini yerine getirmek amacıyla ezenlerin ezilenlere dayattığı bir duygudur. Fakat, utancın tersine çevrilmesi, normal şartlarda utanması beklenen güçsüz tarafın utandıran güçlü tarafı utanmaya çağırması güç ilişkilerinin de tersine çevrilmesinin bir göstergesi değil midir?
Güçlüye karşı kullanıldığında utandırma eşitlenme getirmez mi? Bir araya gelip bir toplum oluşturarak güçlü olanı utanmaya zorlamak için hepimizin mevzu bahis olan meseleden, utancı celbeden şey karşısında utanması gerekirdi. Halk açlıktan intihar ederken, çocuklar eğitim alamazken, gençlerin işsizlikten psikolojisi bozulmuşken, emekçi üç kuruş için bedenini satarken o ülkenin yöneticileri halkın parasını çarçur etmesi kınanacak bir şey. Ah bir defa şöyle güçlü bir şekilde, hep birlikte bu davranışı utanılacak bir davranış olarak kınasak, bu iş hallolacak. Bu hep beraber utanabilseydik/utandırabilseydik her şeyi düzeltebilirdik hissi ne kadar naif. Sanki ya utançta bir araya gelemiyoruz, hepimiz gerektiği gibi utanmıyoruz ya da utancın gereğini yapamıyoruz, utanılacak davranışın faili de böylece elden kaçıp gidiyor. Utanılacak davranışın faili biz olmasak da hep beraber utandıramadığımız için utanıyor ve tek başına veya birkaçımız suçlu hissediyoruz. Fakat sadece birkaç kişi harekete geçemeyiz, geçsek bile etkisiz olacağız. Bu da suçluluk duygusuna dönüşmeyen utanca saplanıp kalarak yaşamaya devam edeceğimiz anlamına geliyor.
Psikolojik açıdan yaklaştığımızda, kişi utançtan çıkmanın yolunu bulamazsa, utanç aşılamazsa birey sonsuz bir lanetlenmişliğe mahkûm olmaz mı diye sorulabilir. Psikolojik bakımdan utancın nesnesi ‘kendilik’ iken suçluluk duygusu ‘yapılan yanlış bir davranıştır. Utanç kendinden utanmak olduğu ve yanlış bir davranıştan dolayı suçluluk duymaya tevil edilemediği zaman ruhta kalıcı ve çeşitli semptomlara yol açan bir ize dönüşür. İnsan şöyle veya böyle olduğu için utandığı zaman karakteri mesele haline gelir ve karakter de kolayca değiştirilebilecek bir şey değildir.[5] İnsanı utançla yaşamaktan kurtaracak olan şey basitçe bir davranış değişikliği değil, ciddi bir reform, radikal bir dönüşümdür. Utanma kapasitesine sahip olan, bilfiil geçmiş bir utançla yaşamaktan kurtulamayan bir birey hiç de kolay taşınmayan psikolojik bir yükle yaşarlar ve kendisine ilişkin farkındalığı ve özdenetimi gelişmemişse bu utancı öfke ve zorbalıkla bir başkasına aktarmaya yeltenebilir. Baş edilemeyen aşağılanma olarak yaşanan utanç şiddeti tetikler. Utancın tehlikesi öfkedir; kolayca aktarılabilen intikamdır, başkalarının aşağılanmasından ve kamusal olarak utandırılmasından alınan keyif, yaşanan doyumdur. Bir zamanlar var olan güç ilişkilerinin değişmesi ve göreli bir eşitlenmenin ortaya çıkması sonucunda, bir zamanlar ezilen grubuna mensup birisinin o zamanlar ezen gruba mensup birisine utancı aktarması ve onu da utançla yaşamaya mahkûm edebilir hale gelmesi adaleti sağlar mı? Burada ahlaki bilincimizi rahatsız eden bir şey kalıyor geriye. Tarihsel mağduriyet veya ayrıcalıksızlık hiyerarşisinin en tepesinde olmak birini hatadan veya utançtan muaf tutmuyor. O hiyerarşinin daha alt konumunda, yani daha az mağdur birisi de utançla yaşamayı hak etmiyor. İşte bu tartışma bizi Coetzee’nin Utanç adlı eserine getiriyor.
Coetzee ve Utanç
Duygulanımları düşünme girişiminde edebiyat önümüzde baştan çıkarıcı patikalar seriyor, utancın hakikatine, çağımızda revaçta olan siyasi olarak doğrucu kuramsal kalıpların dışına çıkarak, ürkütücü bir özgürlükle yaklaşabiliyor. John Maxwell Coetzee’nin ilk kez 1999’da yayımlanan ve 2003 Nobel Ödülü alan Utanç (Disgrace)[6] adlı romanı da bana utançla ilgili felsefi kararsızlığımı (utançtaki karar verilemezliği) aşmakta yardımcı olabilir belki de. Bu roman utanç üzerine özlü sözü andıran felsefi cümlelerle konuşmuyor ancak anlattığı iki olay utanç üzerine düşünmeye kışkırtıyor. İşte bu yazıda bu olaylara da yer vermek ve onlar üzerine, bir edebiyat okuru olarak tamamen kişisel alımlayışımı utancın gerekliliği ve gereksizliği üzerine ahlak felsefesine veya psikolojiye ilişkin savlarla ilişkilendirerek bir takım önermeler ileri sürmeye, sonuçlara varmaya çalışacağım.
Coetzee’nin Utanç’ında utanç duygusuyla ilişkilendirebileceğimiz iki temel olay vardır. Proseför Lurie’nin çalıştığı üniversitedeki pozisyonunu kullanarak bir kız öğrencisini baştan çıkarıp cinsel olarak istismar etmesi ve kızın ailesinin okul yönetimine şikayet etmesi sonucunda işini kaybetmesi ilk olaydır. Lurie’nin akademik hayatı bittikten sonra kızı Lucy’i ziyaret etmek için onun çiftliğinin bulunduğu kırsal bölgeye gitmesi ve bu ziyaret esnasında kızının o civarda yaşayan birkaç siyah adam tarafından tecavüze uğraması ve hem Lucy’nin hem de babasının bu olayla başa çıkması utanç bağlamında ele alacağımız ikinci olaydır. Bu iki olayı da coğrafi ve tarihsel bağlamına koymak etik ve politik bir değerlendirmenin gereğidir. Profesör Lurie Güney Afrikalı beyaz orta yaşlı erkektir ve istismar ettiği kız öğrenci beyaz olduğu halde toplumsal cinsiyet hem de kurumsal güç ilişkileri bakımından ondan daha az güçlü konumdadır. Kızın hocasına cinsel bir ilgisi yoktur, hocasının peşine düşmüş, onu takip etmiş, yolunu gözlemiş, onunla ilgili düşler kurmuş değildir. Ona karşı erotik bir akışı veya bir aşk yatırımı bulunmaz. Hocasıyla okul dışında buluşmak veya özel bir ilişki yaşamak için bir çaba sarf etmemiştir. Böyle olsaydı bile hocanın bir sınır çizmesi gerekirdi, zira bir hocanın dersini alan bir öğrenciyle özel bir ilişki yaşaması, ikisinin rızası dahilinde olsa bile, sınıf içinde hoca öğrenci ilişkilerindeki akademik dengeleri bozar. Bir cinsel partnerin talep ettiği ve sahip olduğu haklarla bir öğrencinin talep ettiği ve sahip olduğu hakların ve yerine getirmesi gereken ödevlerin birbirine karıştırılması vahim sonuçlar doğurabilir. Bu ilişkileri birbirine karıştıran insanların pozisyonlar arasında ayrım yapabileceklerine güvenilmesi için de yeterli gerekçemiz yoktur. Başka hocalar ve öğrenciler konumların karışmadığından hiçbir zaman emin olamazlar. Bu da ortamı güvensiz hale getirir. Romana dönersek, kız öğrenci hocası tarafından bir bahaneyle eve davet edilmiş ve kendisini cinsel bir talebin muhatabı olduğu bir durumun içerisinde buluvermiştir. Cinsel ilişkiye ‘hayır’ dememiştir ama arzulu ve coşkulu bir evet de değildir bu. Profesör Lurie’nin evindeki durumda öğrencisi olan kadının hayır demesini zorlaştıran, onu şaşırtan ve belki de felç eden bir otorite, konum farkı bulunduğu için cinsel ilişkiye net bir rızası olduğu savunulamaz. Genç kadın, hayır demediği, diyemediği halde istemediği, ona iyi gelmeyen, yaşarken veya sonradan kendini kötü hissettiren, rahatsız eden bir cinsel deneyim yaşanmıştır. Bu olay belki de onda utanç duygusu oluşturabilirdi, eğer içine gömse, başka kimseyle paylaşmasaydı. Ancak kız öğrenci durumu ailesiyle paylaşıyor ve üniversitenin de durumdan haberdar olmasını sağlıyor. Utancı böylece ait olması gereken kişiye döndürüyor. Profesör Lurie’nin de kendisini savunmadığını ve kendisine isnat edilen bu hatayı veya suçu kabul ettiğini görüyoruz. Ancak bu kabul etmede utancı üstlenme ve kendinden utanma yaşantısı var mı? Hayır. Lurie edimi ve sonuçlarını kabul ediyor ama yaptığından utanç duymuyor. Pişman olmuyor. Kendinden utanmıyor. Onun neden kendinden utanmadığını düşünmek de okura, yani bizlere düşüyor. Acaba ayrıcalıklı bir erkek olduğu için elde etmeye gücünün yettiği her kadınla yatmaya hakkı olduğunu mu düşünüyor? Acaba kadınlar onun kendilerine yaklaşma ve ilişki kurma tarzından nasıl etkileniyorlar? Lurie’nin bu soruyu soramaması ve buna ilişkin kadınlarla empati yapamaması, acaba bu pozisyonun bir sonucu olabilir mi? Olabilir elbette. Erkek bakış açısına göre ataerkil sistemde kadın bedeni değiş tokuş edilen veya şartlar elverdiğinde el uzatılıp bedelsizce ve sorumsuzca kullanılmaya çalışılan bir metadır. Modern kurumların varlığına rağmen bu sistem alttan alta işlediği için bir kadının özgür seçimi denen şey, onun meta olarak kullanılma şartlarını seçmesiyle sınırlı kalır sadece. Bedeni ya arz talep dengelerine göre çeşitli toplumsal sözleşme ve bedeller karşılığında el değiştirecek veya özgür olduğu vehmiyle kişisel olarak sahip olunamayan bir kullanım nesnesi durumuna düşecek, her halükarda ondan gizlice faydalanma girişimleriyle bir ömür boyu karşılaşacaktır. Bu sebeple, erkeğin köle ile ilişkisi ile kadınla ilişkisinin dinamikleri farklı olduğu halde kadının durumu ile kölenin durumu karşılaştırılmayı ister istemez davet eder.
İkinci olaya baktığımızda ise Lucy kırsalda, kasabaya belli bir mesafede bulunan bir çiftlikte tek başına yaşayan bir beyaz kadındır. Siyah Afrikalı bir çalışanı, yoksul siyah komşuları vardır. Buradaki sınıfsal farklara baktığımızda onları Güney Afrika’daki Apartheid tarihiyle ilişkilendirmemiz gerekir. Lucy’nin okumuş, çiftlik kuracak maddi imkanlara sahip bir kadın olması ile siyahların mülksüz işsizler olması tesadüf eseri midir; yoksa tarihsel, sosyo-ekonomik koşulların bir sonucu mu? Lucy’nin bir beyaz olarak tarihsel mirası bir kadın olarak güçsüz ve yalnız olarak görüldüğü yerde ona hiçbir avantaj sağlamaz, hatta bir dezavantaja dönüşür. Lucy tecavüzü şikayet etmez, hukuki bir ceza davası açmaz, hatta tecavüz hakkında konuşmamayı tercih eder. Çiftliğinde kalmak, orada yaşamaya devam etmek istediği için bir veya daha çok siyahı tecavüz suçundan hapse attırmanın bir beyaz olarak üzerine çektiği tarihsel hıncı kamçılayacağını ve daha çok şiddet doğuracağını düşünmektedir belki de. Sadece ataerkil sistemlerde değil, ırksal ezilmenin işaretlediği tarihsel bağlamlarda da intikam alınması, geçmiş zararların tanzimi, acıların telafisi ve adaletin yeniden dağıtılması gibi ilişkiler kadınların bedenleri üzerinden kurulur. Profesör Lurie kızının sessizliği karşısında bunlarla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Sessizliğe gömülen utanç Lurie ile Lucy’e tecavüz edenler, bu tecavüze geçit verenler arasındaki tarihsel olarak sağlam ırksal sınırları yıkıp geçmiş, Lurie’ye de cezasız şiddeti sineye çekmek zorunda kalmanın insana yaşattığı aczi tattırmıştır. Lucy kişisel olarak masum olduğu halde, tarihsel olarak başkalarına yaşatılan şiddetin doğurduğu hıncı bir kadın olarak tek başına ve korumasız olduğu için üzerine çekmiş ve orada yaşamaya devam edebilmek için bu şiddetin hesabını sormamak zorunda kalmıştır. Mağdurların eşit veya güçlü oldukları yerde eskiden zalim olan grupla ilişkilendirilen bireylere karşı adil olacaklarının bir garantisi yoktur. Hele tek başına kadın iseler. Bu ikinci olay kesişimsellik için güzel bir örnek oluşturuyor çünkü toplumsal cinsiyet durumunun tarihsel olarak avantajlı olan için yine de bir dezavantaj olabileceğini göstermesi bakımından kritik bir önem taşıyor.
Profesör Lurie kızı tecavüze uğradığı, kızını koruyamadığı, bunun hesabını Lucy ile birlikte faillere soramadığı için utanç mı yaşıyor? Coetzee utanca odaklanan bir duygu çözümlemesi yapmıyor, hatta bu sayfalara utançtan çok yoğun bir sıkıntı, boğucu bir çaresizlik, gereksizlik duygusunun hakim olduğunu söyleyebiliriz. Profesör Lurie öfke mi hissediyor? Bu öfke neden kötülüğü failde cisimleştirmiyor ve örneğin eril öfkenin deşarj olduğu ahlakçı filmlerde olduğu gibi vurdulu kırdılı bir biçimde, tecavüzcüyü ortadan kaldırarak tatmine ulaşıp seyirciye de bir oh çektirmiyor?
Arkadaşça bir ilişki olarak tarif edebileceğimiz baba-kız ilişkisini göz önüne alırsak Lucy’nin babasına bir öznelik ve sorumluluk alanı açmadığı için onun eril konumdan ataerkil bir utanç yaşamasına da olanak tanımadığını söyleyebiliriz. Babası kendisini Lucy’nin namusundan mesul tutarak harekete geçseydi, kızıyla ilişkisinde ataerkil bir baba rolü benimsemiş olurdu. Oysa kızının kararları onun hareket alanını sınırlıyor, hatta onu hareketsizleştiriyor. Baba olarak bir suçluluk duygusu yaşıyor mu? Suçluluk duygusu yaşaması için bir sorumluluk da almış olması gerekirdi, Lucy’yi uyarmaya çalıştığı halde onun üzerinde etkili olduğu söylenemez. Lurie’nin bu olayın koşullarının oluşmasında bir payı yok. Lucy tek başına eğitimli bir beyaz kadın olarak bu çiftliği satın alarak ve o kırsal, ekonomik olarak gelişmemiş, kent yaşamı bulunmayan bölgede yaşamaya kendisi karar vermiş. Böylece onun için ufak tefek işler yapan orta yaşlı siyah komşusuna da güvenmiş oluyor. Halbuki bu adam onun topraklarını ele geçirmek için plan yapacak, tecavüze uğramasına geçit verecek ve sonra onu üçüncü eşi olması şartıyla korumayı vadedecektir. Eğitimli ve orta sınıf bir beyaz kadının yalnız bir kadın olduğu için içine düştüğü aşağılayıcı bir durumdur bu. Tarihsel politik bağlam apartheid rejimi süresince komşuluk etmeyen ırkların politik düzen değiştikten sonraki mümkün ilişkileri üzerine düşünmeyi öneriyor. Apartheid rejimi beyazların siyahlardan ayrı yaşadığı, beyazların zengin siyahların ise yoksul olduğu, beyazların siyahları ezdiği bir politik düzendi. Beyaz kadın ile siyah erkek arasında cinsel ilişki de yasak bir ilişkiydi. Siyahlara karşı ırkçılığın hakim olduğu bir yerde siyah adamın başına en büyük derdi açabilecek şey beyaz kadına tecavüz etmek veya böyle bir iftiraya uğramaktı. Coetzee’nin bu tehlikeli şablonu tersine çevirdiğini ve siyah adamlar tarafından tecavüze uğrayan beyaz kadının babası yanında olduğu halde mağdur ve çaresiz kalışını anlattığını görüyoruz. Apartheid rejimi sona ermiş olsa da tarihsel ve kültürel mirası elbette kolayca ortadan kalkmaz. Ancak bu güçten ve avantajlardan beyazlara siyahlardan daha çok pay veren bu tarihsel miras, siyahların yaşadığı bir kırsal bölgede tek başına yaşamak isteyen beyaz kadının güvende olmasını sağlamıyor. Burada cinsiyetin bireyin ezilmesinde, ırksal avantajların mirasına sahip olmasına rağmen ne kadar belirleyici bir rol oynayabileceğini görmekteyiz. Lucy’nin bedeni de sahip olduğu topraklar da onun denetiminden alınabilecek ve yağmalanabilecek varlıklar olarak görülmüştür. Dahası Lucy hukuki haklarını aramaya kalkışsa ister istemez siyahların tecavüz ettiği beyaz kadın klişesi içerisinde konumlandırılacak, bu tarihsel şema da siyahların tarihsel öfkesinin ona daha da çok yönelmesine sebep olacaktır. Bu öfke, daha büyük şiddete (başka toplu tecavüzlere?) yol açabilir. Aslında, belki de en doğrusu, babasının önerdiği gibi o bölgeden gitmesi oldurdu. Ancak Lucy orada yaşamaktan vazgeçmek istemiyor. Yaşadığı şiddete ve çektiği acıya karşı sessiz kalması onun başına aynı şeyin gelmesini engeller mi? Bilmiyoruz. Burada utancı yaşayan tecavüz eden siyah erkekler değil, tecavüze uğrayan ve hakkını aramamaya karar veren beyaz kadın. Belki bu utanç ve aşağılanmışlığı bir beyaz kadının yaşaması ırkçılığın mirasını hala hisseden siyah erkekler tarafından bir eşitlenmedir. Bu eşitlenme gerçekten olabildiyse belki Lucy’nin gelecekte güvenliğini sağlar. Ne var ki bundan da emin olamıyoruz. Belli bir genellik seviyesinde diyebiliriz ki, bir kadın ekonomik ve psikolojik olarak güçsüzse, cinsiyetçi teamüllere göre işleyen yasa karşısında yalnız ve dayanışma ağlarından yoksunsa, hukuk onun yurttaş olarak haklarını ve özgürlüklerini toplumsal ahlaka veya mahalle baskısına karşı yeterince korumuyorsa hiçbir zaman gerçek bir eşit sayılmayacaktır. Lucy’nin tikel durumuna odaklandığımızda, hukuken haklarını arayabilecek kadar ekonomik olarak güçlü, ailevi dayanışma ilişkilerine de sahip bir bireyle karşı karşıyayız. Ne var ki, içinde bulunduğu ‘durum’ tarihsel olarak Apartheid rejiminin yarattığı bir bağlam, siyahların ayrıcaklıksız, beyazların ayrıcalıklı olduğu bu tarihsel miras hukuksal bir eşitliğe dönüşse bile, henüz ekonomik ve sosyal bir adalet sağlanamamıştır. Beyazlar ile siyahların, beyazların ekonomik ve sosyal ayrıcalığının hali hazırda, geçmişin bir mirası olarak sürdüğü, ancak siyahlara karşı hukuken güvence altına alınmadığı bir ülkenin taşrasındaki cinsiyetli bir karşılaşmada, yani bir kadının bir erkeğe komşuluk veya iş ilişkisinde, hele ki erkek karşısına çıkan kolaylıkları maddi ve cinsel getiriye dönüştürmekte ahlaken tereddüt etmesini gerektirecek değerlere sahip biri değilse, o kadının erkek şiddetini yaşaması ve zarar görmesi muhtemeldir. Irkçı apartheid sistemi ortadan kalktığı halde ırksal gerilimin hâlâ sürdüğü bir kasabada beyaz, ekonomik olarak ayrıcalıklı ve eğitimli fakat yalnız bir kadın olan Lucy, hukukun kadınları, şu halde onu, erkek şiddetine karşı korumak için erkeğe uyguladığı ceza yaptırımının, halihazırda bu erkek siyah olduğu için, ona daha çok şiddet getirmekten başka bir işe yaramayacağını ve nihayetinde onun çiftlikte yaşama imkanlarını ortadan kaldıracağını pekâlâ bilir.
Yukarıda suçluluk duygusu ile utancı ayırt ederken utancın kötülüğün ve değersizliğin insanın kendisine, karakterine yüklenmesiyle ilgili olduğunu söylemiştik. Lucy’nin durumunda karaktere atfedilebilecek, yanlış davranıştan sirayet eden bir ahlâki suçtan benliği sıyırmamızı imkânsız kılan bir erdemsizlik görmüyoruz. Lucy’de, olsa olsa, insanlara mesnetsiz bir güven vardır; geçmişin bugün üzerindeki etkisi üzerine yeterince düşünmemiştir, kendisinin öncelikle bir kadın değil, özgür bir birey olduğuna inanmaktadır, kısacası, dünyaya fazla iyimserce bakan bir durum değerlendirmesi yapmış olabilir. Her halükârda, taşradaki tarihsel ırksal gerilimin içine yalnız kadın olarak girme riskini göze alma cüretini nasıl bulduğunu merak ederiz. Son çözümlemede, Lucy utanç duymasını gerektirecek bir şey yapmadığı halde utanç verici bir duruma düşürülmüştür. Kendisi çektiği acıyı ‘utanç’ olarak tarif etmediği halde, kendisini içinde bulduğu durum utanç vericidir (disgraceful). Utanç deneyimi başkasının bakışını gerektirir dedik. Tecavüz edilen hem tecavüz edenin bakışının nesnesi hem de maruz kaldığı bu edimin ifşa olmasıyla birlikte başkalarının bakışı altına getirilen ve o bakış altında yaşamaya devam etmek zorunda kalandır. Aşağılanmış, iradesi elinden alınmış, bedeni kişinin rızası olmadan salt bir araç olarak kullanılmıştır. Beyaz, orta sınıf, eğitimli kadın ayrıcalıklarını tecavüz yok etmiş; aşağılanan, bedenleri dahil, sahip oldukları her şey kolayca yağmalanan güçsüz kadınlarla eşitlenmiştir. Hem başkalarının bakışı altında bu duruma düşmüş olan, hem de hakkını arayamadığı için özneleşemeyen, kendi gözünde de aşağılanan ve değersizleşen bu varlık artık dışkılanmış (iğrenç) bir utanç ‘nesne’si, tüketilmiş, içi boşaltılmış, kirli, atık bir şeye benzer. Bu benzerliğin dışına çıkabilmek için olayın başına geldiğini kabul edip kendisini özne olarak bundan ayırarak buna karşı harekete geçmesi gerekirdi; hiçbir şey yapmamak, hem başkasının bakışı hem de kendi gözünde aşağılanmayı, iğrenç ve utanç verici olduğunu kabul ederek yaşamak anlamına gelecektir. Lucy hiçbir şey yapmamaya, atıl kalmaya karar verdiği için öfke ve acı özneye sıkışıp kalır; utanç ve iğrençlik asıl sahibine, faile geri döndürülemez. Bu kurban metaforuna götürüyor bizi.
Birinci olayda utancı üstlenmeyen, lüzumsuz bir davranışmış gibi geçiştiren ancak ediminin yöneldiği ötekinin deneyimiyle hiçbir empati yapamayan, profesyonel sınır aşımının bedelini ödemesine rağmen ahlaki bakımdan fazla üstünde durmayan ve erkek bakış açısından vazgeçmeyen fail, ikinci durumda utancın iliştiği beden olmanın ne demek olduğunu duygularına bakmaktan kaçamadığı ama yardım da edemediği kızı üzerinden deneyimliyor. Lucy gibi, utanmak için suçlu olmaya gerek olmadığı gibi, profesör Lurie gibi suçu üstlenmek de utanmayı gerektirmeyebiliyor. Utançla suçluluk duygusu arasında zorunlu bir ilişki yok.
Kitabın sonunda Lurie’nin başıboş köpeklerin öldürülmesi işiyle meşgul olan bir veterinere yardım etmesi onun bir kadınla (Lucy) yakınlığı dolayısıyla kendisini içinde bulduğu bu ikircikli konumunun metaforik bir ifadesi gibidir. Lurie hem köpekleri öldüren cellat hem de öldürülen köpeklerin yerinde olandır aslında; hem görmezlikten geldiği utancı geride bırakan hem görmezlik edemediği utancı paylaşmak ve taşımak zorunda kalandır. Kesişimselliğin en etkileyici metaforlarından birisidir budur. ‘Kesişimsellik’ ezilmenin bireylerin sosyal konuma göre farklılaşabileceğini ileri süren bir kavram değildir sadece, zalimin mağdur olabileceğini, mağdurun zalimleşebileceğini ima eder. En çok ezilenin daha az ezileni örgütsüz ve zayıf bir anında yakaladığında acımasızca incitebileceğini, utanç içerisinde yaşamaya mahkûm edebileceğini; bağlam ve güç ilişkileri değiştiğinde güçlünün ve ayrıcalıklının da tecavüze uğrayıp köpek gibi gebertileceğini hissettirir bize.
[1] John Braithwaite, Crime, Shame, and Reintegration, Cambridge University Press, 2012.
[2] Martha Nussbaum, Hiding From Humanity: Disgust, Shame, and the Law, Princeton University Press, 2006.
[3] Bkz. Homi K. “Postcolonial Authority and Postmodern Guilt,” Cultural Studies, Ed. Lawrence Grossberg, Cary Nelson, and Paula A. Treichler, New York: Routledge, 1992, ss: 56-68 ve Paul Gilroy, Against Race: Imagining Political Culture Beyond the Color Line, Harvard University Press, 2002.
[4] Walter Sinnot-Armstrong, “You Ought to Be Ashamed of Yourself: When You Violate an Imperfect Moral Obligation,” Philosophical Issues, 2005, vol. 15, p. 200.
[5] Walter Sinnott-Armstrong ayrımı şöyle biçimselleştiriyor: “Suçluluk duygusunun nesnesi bireyin bir edimidir, oysa utancın nesnesi kendiliğin bütünü veya bir karakter özelliğidir. Kısacası, insanlar yaptıkları şey için suçlu hissederlerken oldukları şeyden utanırlar.” (“Ashamed” 200).
[6] John Maxwell Coetzee, Disgrace, Viking Penguin, 1999; Utanç, çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2001.