
Hasan Öztürk
Türkçe okurunun, çoklukla Yerdeniz Serisi, Karanlığın Sol Eli ve Mülksüzler yazarı bildiği romancı, şair, çevirmen, denemeci, eleştirmen Ursula K. Le Guin, bu kez üç ayrı konuşma metninden oluşan Yazma Üzerine Sohbetler kitabıyla edebiyat okurunun karşısında. Metis Yayınları “diyaloglar” dizisinin; “kurmaca üzerine” , “şiir üzerine” ve “kurmacadışı üzerine” başlıklı üç bölümden oluşan Yazma Üzerine Sohbetler kitabı için yazar Ursula K.Le Guin ile radyo sunucusu ve yazar David Naimon söyleşmiş. Dünyanın her bir yanında okunan yazarın, ikisi stüdyoda biri evinde gerçekleştirilen konuşmalarında yazı/edebiyat üzerine söyledikleri önemli elbette. Buna bir de yazarın, konuşmaları başlatan “söyleşi dehşeti” başlıklı girişi ile kitapta konuşma aralarına özenle seçilmiş alıntıların yerleştirilmesinin kattıklarını eklemeliyiz. Söylemeden geçmeyeyim. Yazma Üzerine Sohbetler, yazarının deneme/eleştiri kitaplarından süzülüp de gelmiş gibi, onlardan bağımsız okunabilecek kitap değil. Bu nedenle yeni kitabın iyi okurunu; Zihinde Bir Dalga, Dümeni Yaratıcılığa Kırmak, Sözcüklerdir Bütün Derdim, Dünyanın Kıyısında Dans Etmek ve Boşa Geçirecek Vakit Yok kitaplarının ön hazırlığı bekliyor diyebilirim. Bir adım daha ileri gidersem Sözcüklerdir Bütün Derdim kitabının, kitaba adını veren şiirle açılışına benzer biçimde Yazma Üzerine Sohbetler kitabının da “Yazar İş(inin) Başında” (Zihinde Bir Dalga) ile açılmasını isterdim.
Kitabın; “kurmaca üzerine”, “şiir üzerine” ve “kurmacadışı üzerine” başlıklı üç bölümü, konuşulanların kapsam alanını belirlemiş görünüyor hemen başlangıçta. Söyleşileri okuyunca Virginia Woolf’un izinde yürüdüğünü övünçle söyleyen Le Guin’in; yaratıcı yazarlık, edebiyat medya-ticaret ilişkisi, insan olmayan öteki, kadın yazarın edebî kanondaki yeri vb. sorunları tartışmaya açtığını söylemek mümkün. Konuşmalar kitabını, konu başlıkları yerine vurgulanan bu konular yönüyle önemsedim kendimce, sohbet aralarına eklenen alıntılardan cesaretle zaman zaman önceki kitapları tanık gösterdim ben de.
Yazı yoluna çıkarken
Kendisinin de etkinliklerine katıldığı ‘yaratıcı yazarlık’ -niçin ve nasıl yazdığımız- sorunu, Le Guin’in önemsediği bir konu. Adı üstünde, Dümeni Yaratıcılığa Kırmak kitabı başucumuzda ancak hiç olmazsa “Güven Meselesi” ile “Aslan Sürüleri: Yazarlık Atölyeleri Üzerine Bir Deneme” (Zihinde Bir Dalga) yazıları okunmaksızın konuşulabilecek gibi görünmüyor konu hakkında. Edebiyat gündeminin başat sorunu olan bu yazma sorusu, kendisinin öncesinde ve sonrasındaki zamanlarda çokça konuşulmuşken “İyi bir yazar, tıpkı iyi bir okur gibi, metni zihninde duyar.” (Dümeni Yaratıcılığa Kırmak) cümlesinin açılımıyla Le Guin, üç ayrı konuşmasının satır aralarında uyarıcı bir dille değiniyor konuya.
Kendi yazarlık serüveninden örneklerle yazı yoluna çıkanlarının yolunu aydınlatan Le Guin’e göre kurmaca metin yazmayı seçenlerin “zanaatını geliştirmesi” ve özellikle de “kendi sesini bulması” sürecinde “öğrenme” amaçlı olmak koşuluyla “taklit” önemli bir başlangıçtır. Sanatın hangi alanında olursa olsun, ustaları bilmeden yol alınamayacağına göre, “insanın iyi şeyler okuyup onlar gibi yazmaya çalışarak öğrenmesi” gerekir. Yazı yoluna kurmaca/sanatsal metinlerle çıkmış genç yazarların “kendi sesini bulma” beklentisi, ‘süre’ değil de emeği ve beklemeyi gerektiren bir ‘süreç’ meselesidir kuşkusuz. Gençlere, yazmak için acele etmemeyi, yazılacak olanın zamanının gelmesini beklemeyi önerirken “Isınma aşamasında, havaya girene kadar bir sürü ilk sayfayı çöpe atıyorum.” diyorsa Le Guin, yazarların da onun, “kendi sesini bulma” sürecindeki “eh, dinlemezsen kendi sesini bulamazsın” uyarısını göz ardı etmemeleri gerekiyor.
Yazı yazanları, “Dansçı olmak istiyorsanız ayaklarınızı nasıl kullanacağınızı öğrenin. Yazar olmak istiyorsanız virgülü nereye koyacağınızı öğrenin. Ancak bundan sonra diğer her şey konusunda endişelenin.” (“Güven Meselesi”) uyarısıyla yapacakları işi bilmeye çağıran Le Guin, yazarların dilbilgisine uzak durmalarını “tuhaf bir durum” olarak görüyor. Erasmus, dilbilgisi öğretenleri “insan türünün en sefil en acınacak” kişileri saymıştı vaktiyle ancak yazarların bu dilbilgisi yetersizliğiyle okur karşısına çıkmaları, “aletlerin adlarını öğrenmeden ya da onları bilinçli bir şekilde eline almadan bir marangozhaneye atılıvermek gibi” abes bir durum olabilir. Yazmaya heveslenenlerin, farklı gerekçelerle “sen de yazabilirsin” denilerek şımartılıp piyasaya sürülmesi yerine onların yazı konusunda donanımlı olmalarının sağlanmasından yanadır ‘yaratıcı yazarlık’ eğitimini ‘zararsız zaman kaybı’ gören Le Guin.
Nitelikli edebiyat ve satış piyasası
“Şiir Üzerine” konuşmasında Le Guin, söz eleştiriden açıldığında değil satış piyasasına, eleştirmenin didaktik bir yaklaşımla “Yazar ne diyor?” sorusuna dahi feda edilemeyecek olan nitelikli edebiyat metninin, söylediğinden çok daha fazlası olduğu gerçeğine vurgu yapar bir kez daha: “Herhangi bir sanat eseri kelimelerle ifade edilebilen sözel düşüncelerden daha fazlasını içerir. Eleştiriye dâhil edilmesi gereken daha fazla şey söz konusudur. Bir romanı ya da şiiri tek bir kavramsal anlama indirgeyemezsin.” Peki, bizler “yayınevlerinin çoğu muhasebe bölümleri tarafından ele geçirildiği” bir dünyada yazıyorsak önceliğin nitelik olmadığını onaylamış mı oluyoruz bu durumda? Öyle ise Erasmus kâhin sayılmalı derim ben. Beş yüz yıl önce, “makul eserler” yazmak için onca uğraş verenlerin kazancı, “pek az sayıda okurun alkışı, yani dünyanın en boş, en havai şeyi” iken şimdilerde yayın evini ele geçirmiş muhasebe müdürünün işine gelecek biçimde; çalışmadan, silmeden, düzeltmeden aklına geldiği biçimiyle “yayımladığı saçmalıkların çılgınlıkları oranında hayranları olacak, yani delilerle cahillerin sayısız sürüsünü büyüleyecek” olduğunu bilerek yazanların, “her taraftan toplayacağı alkışların parlak gürültüsü” olacağını yazmıştı Deliliğe Övgü’de, az şey mi bu! Bu böyle de yazı/edebiyat ortamındaki bu olumsuz sürecin faturasını tek başına -kendimizi kurtarmak için ‘günah keçisi’ saydığımız- yazara ödetmek de tutarlı bir ölçü sayılamaz.

Yazma Üzerine Sohbetler kitabının konuşma metinlerinden önce, kitabın önsözü sayılacak “söyleşi dehşeti” notunda Le Guin, iyi bir sohbeti anlatırken edebiyat ortamında yaşanan piyasalaşma seviyesizliğinin kapsam alanının her geçen gün nasıl da genişlediğine vurgu yapıyor. Le Guin’in de sıklıkla göndermeleri olan Walter Ong’un deyişiyle “ikincil sözellik” dönemi yaşadığımız bu radyo televizyon çağında edebiyat, medya/ekonomi çarkının düzenli dönebilmesi için sıradan bir araçtır, o kadar. Le Guin, yazdıkları için kendisine, çoklukla da kitabını okumuş görünen yakındığı sunucunun sorduğu, “Burada söylediklerinizi biraz açar mısınız?” sorusunun, “söyleşiden radyo veya televizyonda yayımlanmaya elverişli dikkat çekici bir bölüm çıkarabilmek” beklentisiyle soruluşundan memnun değildir elbette. “Anlatmak Dinlemektir” (Zihinde Bir Dalga) başlıklı yazısında, konuşma ile dinleme etkinliğinde tarafların katılım denkliğini, insanlar ve amiplerin cinsel ilişki farklılığı metaforuyla çarpıcı biçimde anlatan Le Guin, rahatsızlık duyduğu sorudan yola çıkıp iyi kitap/edebiyat söyleşilerini “badminton maçına” benzetir. Gerekçesini, “O topu birlikte havada tutabileceğinizi anlarsınız, tek yapmanız gereken topun uçuşunu izlemektir.” cümlesiyle anlatır. Neyse ki kendisi de aradığı iyi konuşacak kişiyi bulabilmiş sonunda. Konuşan ile dinleyenin etkinliği, yazan ile okuyan için de tartışmasız geçerlidir. “Hikâyeyi dans, okurla yazarı da partner gibi düşünün.” diye yazar konuşmalarından önce.
Paydaşları çoğaldıkça yayım dünyasının işleyiş düzeni de giderek karmaşıklaşıyor, kaçınılmaz olarak ‘satış’ odaklı bir sürece evriliyoruz. Teknolojik kuşatmanın, seçenekleri çoğaltan dünyasında yazmak ve ardından kenara çekilmek yetmiyor, yazan kişi yazdığının kitaplaşması, kitabının okura ulaşması ve okunmasıyla da ilgilenmek açıkçası sürece katılmak durumunda bundan böyle. Basılan kitapların pek çoğu okurla buluşmadığı ya da okunmadığı gibi, sanal ortamda yayınlanan pek çok yazı ve kitap da ekranda görünüp kalıyor öylece ne yazık ki. Vaktiyle yazdıklarını yayımlatma ve yayın evlerine satma aşamalarında sorunlarla karşılaşmış Le Guin de “internetin, e-yayınların, kendi eserlerini kendileri yayımlayan yazarların olduğu bir çağda” edebiyat ortamının belirsizliğinden yakınıyor: “Eserini herhangi bir tanıtım ağı olmadan, insanlara duyurma imkânı olmadan kendin yayımladığında, kendini reklamcılara satmayı da seçmediğin takdirde..? Hiç bilmiyorum. Bilmiyorum. Eserinin basıldığını görmek harika bir şey tabii, ama arkadaş grubunun ve akrabalarının haricinde hiç kimse onu okumuyorsa ne anlamı var ki?” Pandemi günlerinde seyircisiz oynanan futbol maçlarına benzer bir durum sözü edilen. Le Guin, kararlılıkla “Satış başarısı birinci sıradaki derdimse, ben öncelikle yazar değil satıcıyım.” (“Aslan Sürüleri”) dese de piyasada ‘ne için, kim için ve nasıl’ yazdığımızı sorma gereksinimi duymadan yazılanlar basılıyor, basılanlar da bir biçimde satılıyor, matbaa makinelerinin çarkları dönsün gerekçesiyle elbette. Yakın bir zamanda Tim Parks, “kitapların değişen dünyası” alt başlığıyla yayımlanan Ben Buradan Okuyorum (2016) kitabında, edebiyat ortamıyla içli dışlı olanların “aklından geçirdiği sorulara” bulduğu karşılıklarla dikkatini çekmişti edebiyat okurunun.
Dünyanın canlı varlığı sadece insan değil
Yazma Üzerine Sohbetler adlı kitabın içinde, “insan olmayan öteki” hakkında açık yüreklilikle söylenenler, ‘edebiyat’ okuru için şaşırtıcı gelebilir. David Naimon’ın, yazarına anımsattığı “Biz insanlar kendimize ve kendi yaptığımız nesnelere indirgediğimiz bir dünya yarattık ama biz bunun için yaratılamadık.” cümlesi, doğayı sömüren düzeni sorgulayan Le Guin’in entelektüel diklenişidir. Adının önüne “anarşist” yazılması belki de bu konuda söyledikleri nedeniyledir. Le Guin’in şiirleriyle en çok bağdaştırdığının “tefekkür” olduğunu söyleyen Naimon’ın, “İnsan olmayan ötekiyle -hayvanlarla, bitkilerle, toprağın kendisiyle- kurulan gerçek bir yoldaşlık neye benzer? Hangi insan alet ve teknolojileri, hikâye ve dilleri nesilden nesile aktarılmaya değer? Gizemle, mucizeyle, bilmediğimiz şeylerle, bilemeyeceğimiz şeylerle nasıl bir ilişki kurmalıyız?”soruları, doğayı kendinden başkaları için yaşanamaz duruma getiren insanın, duyarlı yazar Le Guin’in eleştirilerinden payını alacağını gösteriyor. Doğanın büsbütün insanlaştırılmasına tepkisini, “Şehirlerde yeryüzünde başka canlılar yokmuşçasına yaşayabiliyoruz.” cümlesiyle dillendiren Le Guin, doğa aşığı Sait Faik gözlemciliği çağrıştırdı bende. Sahi, “çocuklara hayvanlarla ilgili hikâyeler okutmamızın ve hayvanlara duydukları ilgiyi teşvik etmemizin nedeni çocukları daha aşağı seviyede, zihinsel olarak ‘ilkel’, henüz tam anlamıyla insan olmamış varlıklar olarak görmemiz” gerekçesiyle midir dersiniz? Dağı taşı delip her yanı betonla kaplayarak yaban hayatı öldürüp başka canlıları yaşamın taşrasına iten olumsuzlukların yıkımlarını gördükçe yazarı konuşturan Naimon’ın çıkarımlarına katılmamak mümkün mü: “Kulağa trajik bir korku hikâyesi gibi geliyor biraz: Bir dünya yarattık ardından içinde yaşamaya uygun olmadığımız bu dünya hakkında bir edebiyat yarattık, sadece bize atıfta bulunan bir edebiyat.” Kurdu kuşu yerinden eden gözü dönmüşlerin dünyasında ‘insan olmayan öteki’ adına konuşurken bir bölümü alıntılanan “Kitaptaki Canavar” (Sözcüklerdir Bütün Derdim) yazısı, ‘çevreci’ okuma listelerimizde yer alsın isterdim.
Edebiyat kanonu ve yazar kadın
‘İşinin başında’ oluşunu: “Sözgelimi ben Ursulayım: Miss / Ursula Kroeber; sonra / Mrs. Le Guin; / Ursula K.Le Guin; / ‘yazar’ olan bu sonuncu işte / Ama kimdi, kimdir ötekiler?”dizeleriyle anlatan yazarın, “Ben bir erkeğim” cümlesiyle başlayıp “Kadının icadından öce doğdum ben.” açıklamasıyla süren “Kendimi Takdim Ederim” (Zihinde Bir Dalga) yazısı, erkek egemen dünyanın tarihinde kadın ve üstelik de onun yazar kişi olmasının uğraşına küçük bir manifestodur. Kadının, edebiyat kanonunda yazar kimliğiyle var olma sürecinde, Papa VI. Alexander (Rodrigo Borgia)’ın, (yönetimi:1492-1503) savaşa giderken vekil bıraktığı kızı Lucrezia Borgia’ya, bir sorunu kâğıda yazması gerektiğinde kendisine, yazı için ‘kamışın, kanadın, tüyün (yazı kalemin) var mı’ diye sorarken “kalem/penis” oyunu yapan Lizbon kardinalinden, yazı yazabilmek için Evdeki Melek’i öldüren feminist yazar Virginia Woolf’e dek, kadının güçlükle yürüdüğü ‘yazı’ yolculuğu önemsenmelidir. Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sından yıllar sonra Doris Lessing, kadın için giderilemeyen bu mekân yoksunluğunu “On Dokuz Numaralı Oda” (On Dokuz Numaralı Oda) öyküsü ile dillendirdi.
Le Guin, kitabının “kurmaca üzerine” başlıklı bölümünde, erkekleri ve kadınları belirtmede kullanılan ortak “he” zamiri için Karanlığın Sol Eli romanının yayımlanma aşamasında karşılaştığı güçlüklerle sözünü ettiğim o tarihsel uğraşı anlatır bize. Kadın yazarların ölümlerinin hemen ardından edebiyat ortamındaki unut(tur)uluşlarına, “Kadın düşmanlığı nedir? Erkeklerin bir erkek dünyası kurma ihtiyacı mı?” sorularının cevabının da olumlu karşılık geleceğinden pek umutlu değildir kendisi. Kanadalı çağdaş yazar Rachel Cusk, romanının (Övgü, 2019) sonunda yazar kadının girdiği denizi erkeğin sidiğiyle doldurduğunda, Le Guin’in erkek yazarın haksızlığına uğramış yazar kadını anlattığı, “Yok Olan Büyükanneler” (Sözcüklerdir Bütün Derdim) yazısının “Erkek normdur. Kadın ise dışında bırakıldığı normun istisnasıdır.” cümlelerini somutlaştırıyordu bence. Bu yazıyı yazdığım günlerde (2020,Temmuz ortaları) akademisyen bir (erkek) köşe yazarımızın, yazı/kompozisyon eğitimi için “adam gibi kalemlerin yazdığı ders kitapları” önerisiyle karşılaştığımda, 1929 doğumlu Le Guin’in çeyrek yüzyıl önce kendisi “takdim” ettiği yazısının, “[B]en doğduğumda etrafta sadece erkekler vardı. İnsanoğlu erkekti. Tek bir adıl vardı, eril adı; ben de erildim. O genelleyici adam’a dâhildim…” sözlerine döndüm yeniden. Evet, yazar Ursula K. Le Guin, edebiyat kanonu düzenlemesi için doğru söylemiş: Listeler hazırlanırken “ Kadınlar çeperde bırakılmalıdır.” Yaratıcı kadın yazarlar, kendilerinize ait odalarınız yoksa Tavan Arasındaki Deli Kadın sizi bekliyor.
Sohbetlerin sonunda
Dünyanın okuduğu Le Guin, şair ve kurmaca yazarı olarak benim öncülerimden değil, kendisinin yazmakta tedirgin olduğunu söylediği ‘kurmacadışı’ yazılarıyla okuyorum onu. 2020’nin ortalarında, pandemi günlerinin gerginliğinde yayımlanan Yazma Üzerine Sohbetler kitabı, bu türde başka okuduklarım bir yana, Susanna Tamaro’nun, edebiyat belleğimde yer edinmiş “Yazı İnsafsızdır” (Eve Doğru, 2000) söyleşisine götürdü beni desem, uygun düşer. Yazma Üzerine Sohbetler kitabının “kurmacadışı” bölümüne benzer biçimde Tamaro söyleşisi de yazarın evinde samimi bir ortamda yapılmıştı. Kendi adıma söylersem, çok sayıdaki okuruyla öykü, roman ya da şiir türlerindeki sanat metinleriyle yakınlıklar kurmuşların söyleşilerini, onların deneme/kuramsal yazılarından sempatik buluyorum. Donanımlı bir konuşmacının ustalığı, karşısındaki yazarı kurmacanın özgürlük alanında olduğuna benzer bir yaratıcılığa yöneltiyor, hesaplı yazılanın aksine konuşulan daha bir zenginleşiyor böylece. Yazma Üzerine Sohbetler, iyi edebiyatın okurunu Ursula K. Le Guin okumaya yöneltecek sevimli bir kitap.