
Zehra Nilgün Arkan
Edebiyat alanında, her alanda olduğu gibi, kadınların ikinci planda kaldıkları değiştirilebilir bir gerçektir. Değiştirilebilir çünkü feminist mücadelenin de etkisiyle, kadınlar artık hem yazar hem de okur olarak aktif bir biçimde edebiyat alanında yer almaya karar verirler. Gelmiş geçmiş yazılan hemen hemen bütün yapıtlar erkeklerin diliyle yazılmıştır. Zaten feminizmin en temel saptamalarından biri de kadınların erkekler tarafından kurgulanmış bir erkek egemen dilin içinde yazmak zorunda olduklarıdır. Kadınlar her zaman erkeklerin dilindedirler. Hem “erkeklerin” dilinde, hem de “erkek dili”ndedirler. (Jale Parla, Kadın Eleştirisi Neyi Gerçekleştirdi?,Kadınlar Dile Düşünce, Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet içinde, der.Sibel Irzık/Jale Parla, s.15-33) Bu dilin nesnesi olmakla kalmazlar aynı zamanda onun bir parçası da olurlar. Bir dilin içinde en temel ve korunası değerlerin işaretidir. Yani doğallık, namus, gelenek, maneviyat, ulus, toprak gibi kelimeler kadınla özdeşleştirilir. Bu erkek egemen dil aslında babanın dilidir.
Julia Kristeva ve Luce Irigaray, Lacan’ın kuramına göre bunu açıklamaya çalışırlar. Çocuğun yaşadığı pre-ödipal dönemden ödipal döneme geçiş oldukça zor ve sancılı bir süreçtir. Çünkü bu dönemde dile hapsolur ve kendini bütünleştirdiği annesinden kopmayı zorunlu hale getirir. Kopma gerçekleştikten sonra artık öznel niteliktedir. Bu eksiklik duygusunu ifade edebilmesi için çocuk babasının dilini kullanmak zorundadır. Görüldüğü üzere, çocuk bu dili kullanma zorunluluğunun farkına vararak dezavantajı derhal avantaja çevirmeye kalkar. Özellikle erkek çocuk cinsiyet ayrımının farkına vararak bu ayrımı güç kullanma ve hakimiyet kurma şeklinde telafi etmeye çalışır. Bu noktada kadınlar da erkeklerin tekelinde olan dili bir şekilde kendi tekellerine alabilmenin yolunu aramalıdır. Özellikle feminist harekete dil konusunun önemi ve dilin ne kadar temel bir unsur olduğu aşılanmalıdır. Birtakım feministler bunun farkına varmış olacak ki, dil üzerinde verilen mücadelede Derrida’nın yapıçözümcü, diğer bir deyişle, anlam boşaltıcı yöntemini benimsemiştir.
Bununla beraber Julia Kristeva ise, metnin parçalanmasının yani bir metnin tutarlı, sıralı, anlamlı bütünlüğünün yerine yamalı, parçalı bir metnin erkek egemen dile darbe vereceğini söyler. Böylelikle Kristeva avangard yazınla, bir psikopatın konuşması ya da bebek agu gugusu arasında bir benzetme yapar. (Parla, Kadın Eleştirisi Neyi Gerçekleştirdi?,Kadınlar Dile Düşünce, Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet içinde, der.Sibel Irzık/Jale Parla, s.32) Fransız feministlerin “l’écriture féminine”i bu şekilde Kristeva’dan güç alarak yaptıkları söylenebilir.
“L’Écriture féminine”in yolunun açılmasının yanı sıra bir de feminist eleştirinin de atağa geçtiğini söyleyebiliriz. Edebiyat ve dil üzerine feminist açıdan bakabilen kuramcıların, yazarların hatta okurların çoğalması ise erkek egemen dili yerinden sarsmasına neden olacaktır.
Feminist eleştirinin temelinde aslında 18. yüzyılda kadın-erkek rollerinin toplumsal tanımlanmalarının kadın açısından ne anlama geldiğini anlatmaya çabalayan kadın hareketi yatar. Kadının ve erkeğin toplum içindeki rollerinin doğal farklılıklarından dolayı değişikliğe uğramasından öte bu farklılıktan kaynaklı rollerin aslında erkek egemen ideolojiler tarafından nasıl belirlendiğinin üzerinde durur. Bir anlamda feminist eleştiri sosyolojik bir olgunun kavranma, eleştirilme ve değiştirilme gereğini de içeren kapsamlı bir eleştirel harekettir. (Parla,Kadın Eleştirisi Neyi Gerçekleştirdi?,Kadınlar Dile Düşünce, Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet içinde, der.Sibel Irzık/Jale Parla, s.21)
Kadın imgelerini konu alan feminist eleştiriye Marx’ın yabancılaşma ve şeyleşme kavramlarının katkısı da göz ardı edilmemelidir. Marksist düşüncenin ideolojik tanımı kadın imajının belirlenmesi ve kadının öteki olarak sınıflandırılması olgularına ışık tutar. Marksist şeyleşme kavramıyla Freud ve Lacan’ın fetişizm incelemesi birleştiği anda feminist eleştiriyi oldukça zenginleştirir. Öte yandan söylemin fetişleştirdiği ve şeyleştirdiği kadın imajına karşı bilinçlenmek için Marksist ideolojideki bilinçlenme pratiğine benzeyen bir pratik de kadın hareketine sıçramıştır. (Parla, Kadın Eleştirisi Neyi Gerçekleştirdi?,Kadınlar Dile Düşünce, Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet içinde, der.Sibel Irzık/Jale Parla, s.25) Edebiyat yönünden bakarsak, bu bilinçlenme pratiği, kadınlar tarafından yazılan otobiyografi, biyografi ve bilinçlenme adına yazılan romanların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
En baştan beri vurguladığımız erkek dili ve kadınların bu dilden uzaklaşmaya çalıştıkça sürekli olarak bu dille yüzleşmek zorunda kalmalarının zorluğuna, bir de kadınların edebiyatta kendilerine yer edinebilme çabaları eklenmektedir. Biraz önce bahsettiğimiz bilinçlenme pratiği, kadınların yazma eylemini gerçekleştirmesiyle devreye girebilir. “Kadın” ve “yazma eylemi” toplumun genel erkek egemen yapısında ne yazık ki rahatlıkla yan yana gelebilecek kavramlar değildir. Kadın bir kitap yazdığında “Bu kitabı bir kadın yazar yazmış!” denilir. Kitabın yazarının kadın olduğu özellikle belirtilir. Bu davranışın nedeni yazar kelimesinin cinsiyetinin –sanki bir cinsiyeti olmak zorundaymış gibi- her zaman erkek olarak algılanmasından kaynaklanır.
Peki kadın olarak yazmak neden geçerli olmasın? Erkek nasıl ki hem kendini övmek için hem de gücünü ispatlamak için eline kalemi alıp bazen kendi tarihini yazarak bazen de başkalarının kahramanlıklarını anlatarak hakimiyetini gözler önüne seriyorsa aynı biçimde kadın da bunu yapabilir. Kendi tarihini yazıp kendi kahramanını da yaratabilir. Ne yazık ki bastırılmış olmanın, özellikle sivil ve dinsel alanlarda cinsiyetli kültür eksikliğinin etkileri hala günümüzde o kadar güçlü ki “Ben bir kadınım.” ve “Bir kadın olarak yazıyorum.” (“Ben Sen Biz”FarklılıkKültürüne Doğru, çev. Sabri Büyükdüvenci ve Nilgün Tutal, İstanbul, İmgeYayınları, 2006, s. 55) vb. tuhaf ifadelerin dile getirilmesine olanak sağlıyor.
Irigaray gibi Fatmagül Berktay’ın da vurguladığı kadının “ben” demesi, kendini anlatması, kendisini yazması egemen kültürde oldukça zor bir hal alır. Çünkü egemen kültür kadına etkin ve özerk bir özne olma hakkını pek az tanır; neredeyse hiç tanımaz. Bu söz konusu kültürde kadını simgeleyen, temsil eden olması çok güç çünkü kendisi bir simgedir. Simgeleme yetkisi erkeğin tekelinde dolayısıyla erkek, kadını simgelenen bir nesneye dönüştürür. Bu bağlamda sanatçı ve yazarı etkin ve erkek özne, kadını ise onun edilgen yaratısı/yapıtı olarak gören binlerce yıllık gelenek, özne/nesne ikileminin başka bir ifadesi olan doğa/kültür ayrımına dayanır. Yani kadın üremeyle bağdaştırılarak “doğa” kategorisine, erkek ise yaratıcı ve etkili, aktif rol oynadığından kültürün ürünü hem de yaratıcısı olarak “kültür” kategorisine dahil edilir. Bu ayrımdan dolayı erkek ölümsüz simgeler yaratırken, kadına da yalnızca ölümlü bedenler yaratmak düşer. (Kadın Olmak Yaşamak Yazmak,İstanbul, PencereYayınları, 1998, s.9)
Ancak kadın yazdığında kendi hayatından, tarihinden yola çıkarak yazması kaçınılmaz olur. Bu bireysel öykü, toplumun genelini de yansıtır. Çünkü kadın daha önce de bahsettiğimiz gibi kahramanlık peşinde koşmaktansa; kendi tarihini, öyküsünü anlatarak toplumun genelindeki tüm kadınlara etki etmeyi amaçlar. Yani dini, ırkı, rengi ne olursa olsun toplumun üyesi her insanı/kadını etkilemeyi amaçlar. Ne kadar bu yazma eyleminin ürünlerine “kadın edebiyatı” dense de aslında bunlar tamamen insanlık söylemiyle yazılmış birer edebiyat yapıtlarıdır.
Tezimizin konusunu oluşturan yapıtların yazarı da bir kadındır. Yazarımız Annie Ernaux, yapıtlarını kaleme almasının nedeni öncelikle kendi tarihini anlatma gayesidir ve bu yapıtlar birer otobiyografidir. Çünkü yazarımız kendi hayatından bahsederken aynı zamanda yaşadığı dönemin ve ait olduğu sosyal çevrenin durumunu da bizlere aktarmaya gayret eder. Yapıtlarının ön planında kendi hayatını anlatırken satır aralarında toplumun genel çerçevesini de görebiliriz. Yazarın genellikle yapıtlarında bu özellik mevcuttur. Ancak tezimizde yazarın birçok yapıtının arasından yalnızca “Bir Kadın” ve “Bir Adam” adlı yapıtlarını ele alacağız.
Birinci bölümde “Bir Kadın” ve “Bir Adam” adlı yapıtlarda metinlerarasılık ilişkisini inceleyeceğiz. Öncelikle metinlerarasılık yönteminin tanımını yaptıktan sonra bu konu hakkındaki açıklamaların üzerinde duracağız. Görüşlerinden yararlandığımız kuramcılar ise Rus Biçimciler, Mihail Baktin, Julia Kristeva, Roland Barthes ve Gérard Genette olacaktır. İkinci bölüme geçiş yapmadan önce her iki yapıttaki metinlerarasılık yöntemini açıklayıp, yapıtların sahip olduğu ortak özellikleri göstererek incelediğimiz metinlerarasılık ilişkisini destekleyeceğiz. Yapıtlardaki metinlerarası ilişkinin üzerinde durmamızın nedeni ise, her iki yapıtın birbirini tamamlayıcı nitelikte olması ve adeta birbirine cevap vermesidir. Öte yandan ortak karakterlere sahip olmasıdır. Bu ortak karakterler başta anlatıcı ve yazar Annie Ernuax olmak üzere, yazarın anne ve babasıdır. Bu karakterler devamlı olarak iki yapıtta birden karşımıza çıkmaktadır bununla birlikte her iki yapıtın içinde birbirleriyle diyalogları bile vardır.
İkinci bölümde ise, son bölüme daha iyi katkısı olacağından ilk başta yapıtların yazarı Annie Ernaux’nun hayatı olmak üzere yazar kimliğini, yapıtların yazım şeklini, ailesini ve diğer yapıtlarının konusunu kısaca inceleyeceğiz. Üçüncü ve son bölüme şundan dolayı katkısı olacaktır: bu son bölümümüzde, anne-kız ilişkisinin derinine ineceğimizden, anne ve kız çocuğun neler yaşadıklarını, onların kişiliklerini ve yüz yüze kaldıkları durumlar karşısında neler hissettiklerini öğrenmek bu söz konusu ilişkiyi daha sağlıklı yorumlamamıza zemin hazırlayacaktır.
Son bölümümüzde biraz önce de değindiğimiz gibi yazarımız Annie Ernaux ve annesi arasındaki ilişkinin nasıl olduğunu yorumlayacağız. Öncelikle anne-kız ilişkisinin bir adım öncesi olan “anne olma” durumuna bakacağız. Kadınların anne olmayı aşırı arzulamasının ya da anne olmak istememesinin nedenlerini araştıracağız. Genel olarak kadınların kendi kararlarıyla mı yoksa toplumun geneli tarafından baskı uygulanarak mı anne olmalarını tartışacağız. Ayrıca tarih boyunca verilen feminist mücadeleler ışığında tartışılan “annelik-kadınlık” ikileminin kadınların hayatlarında ne gibi etkiler bıraktığına bakacağız. Öte yandan edebiyatta kadınların yazma gayesinin üzerinde duracağız. Kadın yazarların özellikle annelik deneyiminden, anneleriyle yaşadıkları ilişkiden ve aralarındaki kop(a)mayan özel bağdan etkilenerek nasıl yazmaya başladıklarını ele alacağız. Tezimizin sonuç kısmına geçip noktalamadan önce anne-kız ilişkisinin zorlu aşamaları üzerinde de durup yapıtlarımızdan bu aşamalara örnekler sunacağız. Anne-kız ilişkisi üzerinde durmamız yapıtlarımızı psikanalitik ve feminist açıdan ele almamıza olanak sağlarken, bununla birlikte kız çocuğun kimlik gelişimi sırasında anneden nasıl olağanüstü bir biçimde etkilendiğini gözler önüne sermemize de fırsat vermiştir.
Tez Adı: Annie Ernaux’nun “Bir Kadın” ve “Bir Adam” Adlı Yapıtlarında Metinlerarasılık ve Anne-Kız İlişkisi
Yazar: Zehra Nilgün Akmanoğlu
Danışman: Prof. Dr. Arzu Kunt
Yer: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/ Kadın Çalışmaları Bilim Dalı
Türü ve Yılı: Yüksek Lisans Tezi, 2015
Erişim: YÖK Ulusal Tez Merkezi, Tez No. 422315