
Bihter Sabanoğlu
SALT Ardışık sergilerinin üçüncüsü olan Volkan Aslan’ın Sağlıcakla Kal’ı İstanbul merkezli bir epistoler roman esintileri taşıyor. İstanbul sakinlerinin pandemi öncesi ve sonrası içinde boğulduğu toplumsal, ruhsal ve ekolojik sorunlara dokunan işlerin arasında, Sağlıcakla Kal kısa filmi ve Ölüye ağlayamayan insanların huzursuzluğu içindeyim enstalasyonu su etrafında bir dünya kurarken, aşağıda detaylı biçimde ele alacağımız En İyi Dileklerimle adındaki kısa film, kurgusunu toprak ve iki hayvan imgesi üzerine inşa ediyor.
İstanbul’un boğucu kent ortamını ne yazanı ne muhatabı belli mektupların okunması aracılığıyla aktaran En İyi Dileklerimle, “Sevgili Kimse” ifadesiyle açılıyor. Odysseus’un Kyklops’u sarhoş edip aldatırken faydalandığı “kimse” isminin kullanımı[1] -Eski Yunancasıyla Outis (οὔτις), Latincesiyle Nemo- anonim kalmak isteyen yazar ve sanatçıların başvurduğu bir yöntem. Aslan’ın filminde iki “kimse”nin diyaloğu aktarılırken ilk ve daha çok duyulan ses kadına ait. Odysseus’un Kyklops’a uyguladığı şiddeti anımsatır biçimde, hikâyesine odaklandığımız, adeta ensesine takılıp takip ettiğimiz kadın karakterin hayatı da şiddetle sarılı. Bir yandan yazdığı satırları dinlerken bir yandan kadını adeta bir “stalker” gibi gözden kaçırmadan izleyen seyirci, onun hayatındaki psikolojik şiddete tanık oluyor. Evinin kapısını üç kez kilitledikten sonra kendini içine attığı şehir hayatında taksi şoförüyle kavga, sokaklarda tanık olunan şiddet sahneleri, silahlar, çöpler, mütemadi bir taciz korkusu var. Bu anlatıyı iki hayvan imgesi destekliyor; ilki gözleri ve ağzı kocaman açılmış, belli ki avlanarak öldürülmüş bir geyik heykeli, diğeri ise yırtıcı görünümlü ve oldukça kitsch bir çifte kaplan biblosu.

Babası Agamemnon’un kutsal bir geyiği vurarak Artemis’i sinirlendirmesi üzerine tanrıçaya kurban edilmesi gereken Iphigenia mitinden hareketle, ölü bir geyik hemen akla kurban edilecek bir genç kızı getiriyor. Kaplan ise tüm kolonyalist anlatılarda olduğu üzere içine girilmesi hayal dahi edilemeyecek karanlık jungle’ların, “yabancı” bir doğanın muktedir kralı. Filmde bir erkeğin uyguladığı sözlü şiddetten -bu örnekte taksi şoförü ya da kıyafeti yüzünden onu taciz eden anonim erkekler- bahsedilirken kadraja giren yırtıcı kaplan heykeli ya da gökkuşağı rengindeki balonlara hırsla ateş eden adamlar ekrana yansırken kameranın üzerine çevrildiği geyik biblosu ikili bir sistem yaratmışa benziyor. Bir yanda videonun baş karakterinin temsil ettiği şiddet gören, geyik gibi avlanan insanlar, -ki burada ister istemez akla Frida’nın Yaralı Geyik’i geliyor-[2] diğer yanda şiddetin failleri, kaplanlar. İkisi de esasında doğalarından koparılmış, şehrin göbeğine iradeleri dışında yerleştirilmiş. Onların arasındaki eşitsiz -bire karşı iki- bu mücadele İstanbul’un farklı semtlerindeki sokaklardan geçerek anlatılıyor; ne deniz kenarı bir kaçış işlevi görüyor ne şehrin göbeği. Geyik imgesiyle açılan film kurşun gibi ağır bir atmosferde tanık olunan türlü şiddet nümayişinden sonra yine geyik imgesiyle kapanıyor.


Filmin etrafında şekillendiği bir de kavram var: jeofaji, yani toprak yeme eylemi. Mektubun yazarı kadın, otobüste birbirini tanımayan iki insan arasında geçen bir diyaloğu arkadaşına aktarırken birinin diğerine ayakkabıların altındaki toprağı kazıyarak yiyen torunundan yakındığını söylüyor; bir gün aşırıya kaçan çocuk kusuyor da hastaneye götürüp durumu anlıyorlar. Otobüsteki kadın bunun vitamin eksikliğinden kaynaklandığı sonucuna varıyor. Bizim anlatıcımız ise bu anekdottan yola çıkarak şehirde “temiz, ıslak, yemelik bir toprak” bulmanın mümkün olup olmadığı, daha doğrusu şehirde doğa namına bir şeyin kalıp kalmadığı konusunda düşünmeye başlıyor. Jeofaji eyleminin kendisi toplumsal açıdan oldukça karmaşık anlamlara sahip. Kimi kültürlerde hamile kadınların veya hastaların bilinçli biçimde uyguladığı bu pratik, Batılı toplumlar için son derece yabancı, hatta primitif tınılar barındırıyor. Bu olgunun kölelikle bağlantılı karanlık çağrışımları da var; içine düştükleri umutsuz durumdan fazla miktarda toprak yemek suretiyle intihar ederek kurtulmaya çalışan kölelere demirden maskeler, ağızlıklar takılabiliyor.[3] Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nde bebeğine süt veremeyeceğini hisseden Rose’un toprak, kireç gibi maddeler yemesi fakirlikten kaynaklanıyor; bu bir çaresizlik göstergesi ve toplumsal eşitsizlik ifadesi. Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ında ise toprak yeme hali psikolojik bir buhrana işaret eder gibi görünüyor ki bu Volkan Aslan’ın filminin genel havasıyla paralellik gösteriyor. Marquez’in romanında kökeni belli olmayan yetim Rebeca, avludaki nemli toprağı ve duvardan kazıdığı kireç parçalarını[4] yiyerek kendisini evlat edinen aileyi dehşete düşürür. Onun bu işi gizli gizli yapması eylemin kabul edilmezliğini bildiğine işaret eder. Avluya atılan inek gübresi ve duvarlara sürülen kırmızı biberler dahi fayda etmeyince kendisine zorla içirilen zehre benzer bir karışım ve kamçı onu ancak “iyileştirir.” Fakat yaşamı boyunca ne zaman bir bunalımın pençesine düşse toprak yemeye geri döner. Sevgilisi onu terk ettiğinde acı ve öfkeden ağlayarak, içindeki kaygan solucanları çiğneme, sümüklüböceklerin kabuklarını kırma pahasına avuç avuç toprak yer ve gün ağarana dek kusar. Evlenmek istediği adam uygun görülmediğinde bir kez daha hırsla toprak yemeye başlar. Toprak yemek onun ruhunu iyileştiren bir tür terapidir. Volkan Aslan’ın filmindeki kadın karakterin, ilk bahsini duyduğundan beri bu eylemi garipsememesi, aksine yana yakıla yenilecek bir toprak aradığını söylemesi de buna benzer. Şehirle, altında ezildiğini ima ettiği tüm baskılara, olumsuzluklara rağmen bağlantısını koparmayan, hatta kente kök salmaya uğraşan kadın, şehrin organik bir parçasını içine alarak onunla bütünleşmek ister. Marquez’in romanındaki yetimin belki de köksüz, kökensiz olması, kimsenin anlamadığı bir dil konuşması, birden nüfuz ettiği topluma aykırı görülmesi neticesinde yediği toprak, Aslan’ın karakteri için de bir kök salma eylemidir. Rüyasında babaannesinin mezarından bir toprak parçası alıp üzerine bir şeyler ektiğinden ama ekilenlerin tutmadığından bahseder. Romanın köksüz yetimi ve filmin “kurbanlık kadın”ı aynı sâikle hareket eder: toprağa kök salarak iyileşmek. En İyi Dileklerimle’de sevilen herkesin şehirden kaçmakta olduğu özellikle vurgulanır; hem kadın hem erkek karakter, arkadaşlarının, meslektaşlarının birer birer terk ettiği şehri neredeyse “gizlice” sevdiğini söyler. Onlar artık üzerlerine yapışan bir atalet içinde yaşasalar da da mutluluklarını, ümitlerini başka şeylere bağlayarak şimdilik burada kalmak isterler. Fakat iyileşmek için gerekli toprak bir türlü bulunamaz. Bizans’ın tarım irfanı eseri Geoponika’da[5] belirtilen yüzlerce ürünü yetiştiren o verimli İstanbul toprakları ya da Çelebi Kömürciyan’ın bahsettiği on yedinci yüzyıl bostanları çoktan yok olmuştur. Film de bir hurdacı arabası üzerine serpilmiş “ölü toprağına” yerleştirilen geyik heykelinin ekrandan geçip gitmesiyle son bulur. Geyik, kadın karakterin arayıp da bulamadığı o toprak içinde bilinmeze doğru yol alırken ardından olanca gürültüsüyle bir çöp torbası fırlatılır. Kentte toprağa ulaşmak imkansızdır ama çöp artık her yerdedir.

Aslan’ın Salt Galata’nın üç katına yayılan sergisi 17 Ekim’e kadar görülebilir.
[1] Ne oldu sana böyle, Polyphemos, ne bağırırsın acı acı, tanrısal gecenin ortasında böyle, uykusuz korsun bizi? Ölümsüzlerden biri sürülerini mi kaçırdı ne?
Yoksa seni biri mi tepeliyor, düzenle ya da zorla?-
Güçlü Polyphemos karşılık verdi mağaranın içinden: -Beni Kimse tepeliyor, dostlar, zorla değil düzenle. (Can Yayınları, Azra Erhat çevirisinden.)
[2] https://en.wikipedia.org/wiki/The_Wounded_Deer
[3] Örnekler için: http://slaveryimages.org/s/slaveryimages/item/1299 https://gallica.bnf.fr/ark:/12148/bpt6k31429n/f233.item
[4] Romandan alıntılar Can Yayınları’ndan çıkan Seçkin Selvi çevirisinden yapıldı.
[5] Geoponika. Vol 1&2. https://archive.org/details/Geoponica01