Simlâ Sunay
‘Hayat ağacı’ dediğimizde aklımıza gelen ne? Aile bireylerinin dallarla birbirine bağlandığı ve tek bir gövdede bütünleştiği bir soyağacı, değil mi? Soyu, kökleriyle toprağa tutunmuş bir ağaçtan daha iyi ne simgeleyebilir? Simge öyle etkilidir ki başka türlü bir ‘”hayat ağacı’ pek düşünemeyiz. Peki, hayat ağacını başka türlü düşünmek göç kavramıyla mümkün mü? Berna Durmaz’ın kırsaldan kente göçü işlediği ilk gençlik romanı Ağaçlı Gül ve Hayal ile Sevim Ak’ın ülkeden ülkeye zorunlu göçü işlediği çocuk romanı Sen, Ben, Elma Ağacı insan, memleket ve ağaç ilişkisine farklı açılardan, aralıklardan yaklaşıyor. Doğayla hafıza arasındaki bağı tutup, kırılma/travma anlarında nasıl iç içe geçtiklerini, yer değiştirdiklerini, bedenin (çocuk bedeninin) ikisi arasında kalan ‘başkalaşım’ını anlatıyor. Her iki kitap da göç nedeniyle kırılmaya, kopmaya maruz kalan soyun, kökenin, kök mekânın (memleketin) parçalarının doğa aracılığıyla elle, avuçla, sesle, rüyayla, masalla götürülebilecek bir şey (nesne?) haline gelip gelemediğine bakıyor. Hafızayla taşınan bir doğadan söz açıyor. Hafızayı tutsun, sürüklesin diye elle tutulan bir doğadan dem vuruyor. Ya da doğa varsa ve her yerdeyse, göç etmek ne ola, sorusunu içten içe ünlüyor. Simgeden bağımsız, soyla bağı olan, gerçek bir “hayat ağacı”nda, birinde erik, diğerinde elma, ortaklaşıyor.
İki romanı karşılaştırmalı okumayı olanaklı kılan bir başka unsur da aykırı babaanne figürleri. Ağaçlı Gül ve Hayal’deki, sağlık sorunları nedeniyle İstanbul’a, oğlunun yanına göç etmek zorunda kalan, köy kökenli Gül Nine’nin ağaçlarla, ormanla olan dişil, mistik ilişkisiyle Sen, Ben, Elma Ağacı’ndaki, gelenekten ve sıradandan çok uzak, renkli, eğlenceli, kentli bir babaannenin dişil, hikâye anlatıcı rolü torunlarının hayatlarına beklenmedik etkilerinde kesişiyor. Biri kentli biri köylü, ikisi de masal anlatıyor. İkisinin de masalında insan eli doğayı kötü etkiliyor. Doğanın geçmediği masal olmaz ve sözlü anlatının anlatıcıları kadınlardır. Çocuk edebiyatında aile ve gelenek simgesinin dışına taşan “büyükanne” figürü az bulunur. Bu iki babaanne her ne kadar aykırı olsa da “soy”un hafıza uçlarını doğaya aktarmada -doğadan da yansıtmada- ve torunlarına dair önseziler geliştirmede çok başarılı. Köylerindeki okul kapanınca amcasının evine, babaannesi Gül Nine’ye bakmaya (ve okuma umuduyla) gelen Hayal, umduğu gibi bulmadığı İstanbul’da, Çamur denen bir gecekondu mahallesinde, hemen yakında katledilen ormanın çığlığını, babaannesinden miras yeteneklerle işitirken; sayılarla arası iyi olmadığı için aile ve çevre baskısıyla özgüven kaybı yaşayan Bilgin’se babaannesinin çevresine de yansıttığı, anlayışlı, olumlu, çılgın ve eğlenceli dünyasında mutlu olabiliyor ancak. İki babaannenin torunları üzerindeki etkisi, aileye rağmen bir aile kurgusu inşa ediyor. Ninelerin ve dedelerin ağacın en tepesine, kökten uzağa çizildiği o bildik hayatağacını tersine çeviriyor. Otorite dışı bir ilişkinin örneğini veriyor.
Ağaçlı Gül ve Hayal’in kahramanı göçmen Hayal’in alışamadığı kente tutunma çabası okuma arzusundan geçiyor. Söz verilse de kimse İstanbul’a geldikten sonra Hayal’in okula kaydından söz açmıyor. Hayal’in okuyamamasının üç nedeni var; devletin yanlış eğitim politikalarıyla köy okulunu kapatması, ekonomik sıkıntılar ve onun kız olması elbette. Ağaçların sesini işiten babaannesi Gül Nine’nin neden Hayal’in okuma isteğini duymadığı ve dillendirmediği ise muamma. Gül Nine bunun pek farkında değil.
KIRSAL VE KENT
Durmaz, köyden kente göçü işlediği pasajlarda eskimiş sanılan, unutulan toplumsal meseleleri yeniden tartışmaya açıyor. Yeniden tartışmanın önemi bir yana göçün özellikle İstanbul’da bugün nasıl dönüştüğüne pek girmiyor, daha çok 1970-80’ler sonrası, 90’lar göçlerinin tanıdık hikâyesinde duruyor. İlk gecekondu mahalleleri, yolların çamuru, kiri, pası, kirli hava, fabrikada az ücrete ağır iş, ailenin tüm fertlerinin çalışması ve yine de geçimin bir türlü sağlanamaması… Kentsel adaletsizliğin, kırsaldan göç edenin sırtında büyümesi. Şimdilerde göçmenler o vakıf arazilerine yapabildikleri, bahçeli tek katlı evleri de kaybettiler. Göçün ikinci nesli işsiz ve kentsel dönüşümle geniş aile de parçalandı, komşu akrabalardan kopuldu. Kırsal göçmeni şehrin iyice çeperlerine, çok katlı apartmanlara itildi, belki de memleketine geri döndü. Ormana sınır mahalle kalmadı. Yine de bu zamansal seçim meselenin değerini değiştirmiyor. Üstelik yazar Durmaz, kent eleştirisini ‘sesler’ üzerinden kurarak bizi pek konuşulmayan bir alana çağırıyor. ‘Ses’ Durmaz için kent ve doğayı birleştiren şey. Yazar, kentli insanların duyu kayıplarını gösterirken, kırsal insanların hâlâ bu duyuları taşıdığını ileri sürüyor. Ormanın “can çekişirken” çıkardığı sesi Gül Nine, Hayal ve mahallenin delisi Sansar çözebiliyor. “Kentin dışında kalan teneke çatılı evler, vızıltısı hiç bitmeyen otobana bakıyordu. Kamyonu, otobüsü, sabah akşam tıkanan trafiğiyle, gidişli gelişli bu geniş yolun bunca gürültüsü içinde, o sesi duymak akla yatkın gelmiyordu.” (sayfa 19). İnşaat halindeki kentte, beton kırıcılar, demir kesiciler, iş makineleri, buldozerler tıpkı bir ‘canavar’ gibi ses çıkarırken ormanı kim işitebilir ki? Resmi adı Çiçek olan mahallenin fiili adı Çamur, Hayal’in gelmeden hayalini kurduğu da çiçek ama bulduğuysa çamur.
Durmaz, kırsal insanın doğaya yaklaşımını mistisizm, insanbiçimcilik, kutsallık, vicdan ve ahlak özellikleri üzerinden okuyor. Doğaya insansı güçler atfederek onunla ilişki kurabilme, kent doğasıyla yaban doğayı ayırma en belirgin özellikler. Çamur Mahallesi’nin, yanındaki ormanla ilişkisi yok. Ormanı da ormandan saymıyorlar hani. Bekçileri olan, sadece kedi, köpek barınan, tilkinin geyiğin, yabandomuzunun, karacanın olmadığı bir orman… Memleketlerindeki ormandan hayli farklı. Durmaz, kent ormanıyla kırsal ormanı arasındaki ‘önyargılı farkı’ tartışıyor. Bununla beraber mistisizmden kent (İstanbul) de nasibini alıyor. “Durmadan şekil değiştiren bu yer, sihirli falan mıydı yoksa?” “”Kötü bir büyü var o kentin üzerinde. Bozulacak gibi de değil.”” (sayfa 15). Kent ve doğa bu kez büyülü ve gizemli olmada eşleniyor. Orman hasta ama kent de sağlıklı değil.
SOY VE AİLE / KENT VE KIRSAL
Durmaz, Hayal’in bir kuaföre çırak olarak işe başlamasıyla evdeki işlerin paylaşımını gündeme getirdiği kısımda, kent ve kırsal kıyaslamalarına devam ediyor. Kırsalda tüm işler paylaşılırken kentte neden ev işleri, temizlik paylaşılmıyor? Bu yaklaşıma göre kentte toplumsal cinsiyet eşitsizliği belirginleşiyor. Bahçe ve tarla da olmadığı için tek başına anlamı güçlenen ‘ev’ işleri, dışarıda çalışsa da kadınların üzerinde kalıyor. Bu noktada öteki romanda, yazar Ak’ın kentli ve üst sınıf karakterleri bol romanında da ev işi üstlenen cinsiyet rollerinin farklı olmadığını söyleyebiliriz. Üstelik çoğu zaman babaanneye kalıyor yemek işleri, o bunu çok sevse de… Babanın bir koltukta oturup sürekli ahkâm kesmesini dinliyoruz. Ancak Ak kurguladığı muhteşem babaanne karakterinin bir gün, çok eskiden ölen, eski eşinin ardından dürüstçe söyledikleriyle okuru cinsiyet eşitliği ve aile içi roller ve dengesi üzerine düşünmeye çağırıyor, “Olur olmaz her şeye itiraz etmiyor, öfkeli bağırışları duvarlarda çınlamıyor. Koltuğunun karşısında diken üstünde durmuyorum. Aramızdaki denge şimdi kuruldu.” (sayfa 23). Sözgelimi babaanne, torunu Bilgin ve arkadaşlarına kardan adam değil de kardan kadın yaptırıyor. Babaannenin, oğlunun otoriter, ataerkil, pozitif bilimci, ilerlemeci modern, katı ve faydacı tutumlarıyla mücadelesi de gözden kaçmıyor.
Bilgin’in sayılarla arasının bozuk olmasının nedenlerini araştıran anne ve babası kendilerini hayat ağacı, soy kütüğü, internet araştırmaları içinde buluyor. Ailede matematik becerilerinden yoksun kimse bulunmazken Bilgin’in “eksikliği” onun hastanede karışmış olabileceği çılgın fikrine kadar vardırıyor onları. Bilgin ise şöyle düşünüyor: “Sorunların birçoğu genlerle ilgiliyse benim elimden ne gelir ki?” (sayfa 127). Bilgin’e göre o, anne ve babasının on parmağında on marifet çocuk beklentisinin ihanet suçunu tek başına işlemiş olamaz. Ama annesine cesaret bulup söyleyecek bir gün Bilgin: “Bende hep başkasını arıyorsunuz… beni değil.” (sayfa 141). Bu yüzden mi hep aynalara bakıyor çocuk? Anne babası rasyonel ve pragmatik dünyalarında oğullarını kaybetme aşamasına gelmişken “hayat ağacı”na uymayan Bilgin’se ailenin hafızasını tutan hikâyelerin peşinde, köklerine meraklı ve sadık bir çocuk. Pantomimle hikâyeler anlatacak kadar yetenekli. Kimin kim olduğu mu yoksa hikâyeler mi, anılar mı aileyi aile yapar? Bir hayat ağacına kaç hikâye sığar? Bilgin’in sınıfa yeni gelen, ailesi kayıp olan Suriyeli göçmen Musa ile kurduğu dönüştürücü, derin dostluk hayat ağacını altüst edecek oysa. Musa, hiç kan bağı olmadan ağaçtan bir dal tutacak. Aileden koruyucu aileye genişleyen ev halkı, Musa’nın memleketinden getirdiği elma fidesi ve tohumlarıyla mucizevi ve çizili-yazılı olmayan, gerçek bir hayat ağacına dâhil olacak.
HAYAL VE MUSA
Hayal’in göçmenliğiyle Musa’nın göçmenliği arasındaki en belirgin fark ülke içi ve ülke dışı temsilleri değil. Durmaz, göçmenleri anlatırken acıların, mutsuzlukların, kırgınlıkların, hayal kırıklıklarının, gerilimlerin, sıkıntıların atmosferinde kurarken dilini, Ak’ın göç hikâyesinde Musa hiç de mutsuz, çaresiz ve çözümsüz değil. Öyle neşeli, becerikli, samimi ki ona yardım edilecekken o herkese yardıma koşuyor. Travma yaşadığı halde yılmamış, çökmemiş. Anılarını Bilgin’e anlatırken de en güzellerini, komiklerini, neşelilerini seçiyor. Bilgin’e sayıları, zekâ oyunlarını sevdiriyor. Bilgin ona Türkçe kazandırırken, Musa ona matematikle barışmayı öğretiyor. Ak’ın romanında güçlü iletişimler sorunların çözümünde etkin, tüm karakterler olan bitenle dönüşüyor, değişiyor, Durmaz’ınkinde ise daha çözümsüz, çaresiz ve acıklı bir evrendeyiz. Öyle ki gerçekçi çözülemeyecek ne varsa büyülü olana doğru itiyor bizi. Kurtarılması gereken bir orman varsa ona ancak “can çekiştiği” için vicdanla yaklaşmalıyız. Ormanı da insan gibi görmeliyiz. Ahlaken doğayı korumalıyız. Hayal ne kadar çırpınsa da amcasının evinde olumlu bir hava estiremiyor. İletişimler öyle kopuk ve umutsuz ki. Hayal’in göçü aslında bir türlü gerçekleşmiyor. Orman çağırıyor onu sürekli. Ağaç demek köyü demek. Hayal bir ağaç kadar yabancı kente, o kadar istenmeyen, hep yanlış anlaşılan, sesi duyulmayan. Musa ise duyulmaması için fırsat bırakmıyor, mücadele ediyor. Yanından ayırmadığı elma fidesi seyyar, onunla gidebilir, gelebilir. Musa memleketini bir fidana sığdırmış, bu nedenle onunki de gerçek bir göç değil. Yanında hayat ağacı var. Yapraklarını rüzgâra savurursa memleketten haber gelecek ve ayrıca beş tane taşı beş kişiye verirse ailesini bulacak… Kopmaya karşı hikâyelerle, oyunlarla mücadele veriyor. Akran zorbalığını aşacak hünerlerle bezeli. Ak, alışılmadık bir göçmen karakterle (söz konusu öteki romandan bağımsız) tüm klişe ajitasyonları tersine çeviriyor. Kimsesizliği, yersizliği, yurtsuzluğu biteviye acı ve kederle örmektense, neşe ve umutla sarıyor. Hayal kentte kaybolurken, Musa sel felaketine rağmen kaybolmuyor. Ne var ki, göçmenlerin sıkıntıları, göçmen kamplarındaki sorunlara eğilmeyi tercih etmiyor Ak.[1]
SELİM VE BİLGİN
Hayal ve kuzeni Ertan’ın arkadaşı, Çamur Mahallesi’nin akıllı, meraklı ve çok soru soran, “kurtlu” çocuğu Selim’in bir erik ağacıyla kan bağı var. Doğduğu saat ekilen erik ağacı sanki ikizi, Selim hasta olsa o da oluyor. Selim iyiyse o da tomurcuklar, çiçekler açıyor. Durmaz, ağaçla çocuğu eşlerken, doğaya bakışımızı da bu insanmerkezli bakışla kurmamızı bekliyor, böylece belki de bizim dışımızdaki doğayı, ya da bizim artık uzaklaştığımız doğayı daha iyi anlayabiliriz. Selim bir ağaç değil, ikizi erik ağacı, ağaç olmaksa sanki dişiye mahsus bu romanda. (Ağaçlı) Gül Nine ve Hayal, ağaç insan olabilir ancak. Selim’in neden bir ağaca dönüşmediği fakat Hayal’in neden dönüştüğüyse tartışmalı. Başkalaşması gereken dişilik mi göçmenlik mi? Ağaçlar yürümez, sözde göç etmez. Ağaçlar sabit, sürekli kök salar. Bu yüzden mi doğayla dişi arasında bu denli kolay bir eşleşme kuruyoruz? Dişilerin o her zaman üstüne bastığımız duyarlı, hassas yapılarından dolayı mı doğayla iletişimleri farklı? Farklı mı sahiden? Peki, Hayal’in hayat ağacı nerede?
Bilgin de bir ağaca dönüşecek bir gün ama pantomimle… Kolları arasına annesinin kızıl elma desenli eteğini takarak, kollarını iki yana açarak Musa’ya seslenecek: “Senin Hayat Ağacın burada,” (sayfa 185). Sonra Musa da katılacak bu ağaç olma oyununa. İki daldan dört dal olacaklar, sırt sırta, elma ağacı olacaklar, iki arkadaş. “İşte… Hayata Ağacımız göğe yükseliyor,” diyecek Musa.
AĞAÇ VE AYNA
Hayal ağaç olmalı. Uyum sağlamak için. Tutunmak için. Göç bizi kurutuyorsa ağaçtan başka ne olabiliriz? Bu yüzden onun hayatağacı yok. Ya da kendisinden mülhem. Ve ağaçlar aynı zamanda ayna olabilir. Onlara bakarsak kendimizi görürüz. Selim’in erik ağacı gibi. Musa’nın elma ağacı gibi. Kendimiz, ailemiz, memleketimiz, köklerimiz… Hayal’in aynaya uzun uzun kendi için bakacak vakti yok. Kuaförde aynaya ancak saçını kestiği çocuklar için bakar o. Aynalarla dolu bir yerde çalışsa da aynalar ona kendini göstermez. Hayal’in kendisi bir ayna. Durmaz’ın hüzünlü, masalsı dilinde bir ışık. Ancak Musa’yı tanıyana kadar mutsuz olan, kendini bir türlü tanıyamayan Bilgin için bu fırsat açık.
Bir gün bir oyundan sonra Musa ve Bilgin aynanın karşısına geçer. Komik pozlar vererek sözde donar dururlar, zıplayan tavşan, kişneyen at… Gülmekten kırılırlar. Ak’ın çok renkli, zengin, şölenistik, bol iç-hikâyeli (Matruşkalar gibi), sayısız ayrıntıyla dolu, yaratıcı dilinde canlanan o çok eğlenceli sahnelerden biri. Bilgin tam o an, keşke fotoğraf çekilseydik, der Musa’ya, “hiç unutmazdık.” Musa şöyle yanıt verir: “Aynalar saklar bizi (…) O unutmaz.” (sayfa 135). İşte ağaçlar da unutmaz. Göç sözlüğünde ağaç, ayna demektir.
Ağaçlı Gül ve Hayal, Berna Durmaz, Günışığı Kitaplığı, (Köprü Kitaplar), 2021.
Sen, Ben, Elma Ağacı, Sevim Ak, Resimleyen: Ayşe Deniz Şahin, Can Yayınları, 2021.
[1] Göçmen kamplarındaki sorunlara eğilen bir çocuk romanı için bakınız: Çamur Çocuk, Steve Tasane, Genç Timaş, 2019. Bu kitap hakkında, Cumhuriyet Kitap Dergisi çocuk edebiyatı sayfasındaki yazı için: “Çamur Ne Renktir?”, Simlâ Sunay, 30 Mayıs 2019, sayfa 22.