
Simlâ Sunay
Doğayı öğrenmek insandan geçer. Buradaki doğadan kastım bilime “kaynak”, insana “fayda” olan ve kültürden ayrı düşünülen bir “doğa” değil. Ortak bir yaşam alanı, canlı bir mekân olarak doğayı kastediyorum. “Bir sineğin hayatını bir sığırcığınkinden değersiz”[i] kılmayan doğayı… “Yaşamı besleyen” ormandan yayılan doğayı… Doğa bilgisinin insandan insana aktarımında pek çok yol, yöntem, araç olsa da, eğitimin süreci kapsamında kendi başına keşfedilmesi, deneyimlenmesi gereken kısmı üzerine pek düşünülmez. Kılavuz ile yolcunun, usta ile çırağın arasındaki boşluklara, mesafelere, iplerin gevşetildiği, kesildiği anlara pek bakılmaz. “Öğrenci” çoğunlukla yalnız değildir.
İnsan doğa söz konusu olduğunda ne zaman bir “öğrenci”ye dönüştü, çocuk kitapları yazarı Şiirsel Taş’ın buna bir cevabı var. Taş’a göre ne zamanki ses söze dönüştü çoğu insan “ormanın anadili”ni unuttu, doğadan uzaklaştı ve insanmerkezci oldu, o zaman bir “öğrenci”ye dönüştü. Ne ki aynı zamanda doğanın beş duyuyla öğrenilen bilgisi masal, ninni, mani, bilmece, türkü oldu yani kültüre dönüştü, nesilden nesile taşındı. Tarım, tohum, ot bilgisi, göreneği değişse de gelenekselleşti, kulaktan kulağa, elden ele aktarıldı. Tüm bu bilgi tarihinin ve araçlarının yanında, günümüzde çocuk edebiyatının da “doğal” bir “doğa bilgi aracı” olduğu düşünülür. Doğa bilgisinin nasıl aktarılacağı ise tek başına bir eylemlilik olarak sık karşılaşılan bir konu değildir. İşte Taş, Sekoyana’nın Kapıları’nda; kılavuz ile yolcu / usta ile çırak arasında gidip gelen, “öğrenci”nin öznel keşiflerine ve kendi doğa bilgisini üretmesine olanak tanıyan, özgürleştirici bir doğa eğitiminin kendisini romanlaştırıyor. Diğer kitabı Kurda Kuşa Aşa’daysadoğa bilgisinin bu kez aileden çocuğa nasıl aktarıldığını hatta kendi iradesiyle giyip çıkarabileceği bir hırka gibi üzerine nasıl örüldüğünü hikâyeleştiriyor. İki kitapta da doğanın insan diline geçen sesini masallar, bilmeceler ve türküler taşıyor. İki kitapta da rüyalar hem kâhin hem geçmişi kaydeden tarihçi. Rüyalar doğa ile insan arasındaki sözde kopmuş/koparılmış bağların düğüm bilgilerini saklıyor. Rüyalar doğa ile insan arasındaki sözde mesafenin kapanmasını her daim önlemiş gibi. İki kitapta da atanmış isimler, adlar bir kenara bırakılmış ve karakterler doğada yalnız başına yolculuk edebiliyor, kalabiliyor. Ancak bunu ne Tarzan ne Mogli ne de Robinson gibi yapıyor onlar. Salt taklitten, efendi-köle ilişkisinden, eril dilden azade tersine bir yolculuk bu; insan diline, doğadan kültüre dönüş sonu, bir kurtuluş içermiyor. Yön ormandan/evden içeri mi, ormandan/evden dışarı mı önemli değil. Irka, cinsiyete, kimliğe, klasiğe basmıyor. Arıyı anlatacaksa hem kolonilerine hem kovana uğruyor. Ne kadar tersine olsa da, insanı soyut bir suçlu gibi de dışlamadan, önüne çıkan her şeyi her şeye katarak, kararak, karıştırarak… Vahşiyi değil yabanı göstererek.

Doğa bilgisi edinmenin sonucundan ona hükmetme onu tüketme çıkmayacak, kamuflaj çıkacak. “Öğrenci” ne kadar kamufle olabilirse o kadar doğaya karıştı demektir. Tetik çekmek ile bir dağ gibi düşünmek arasındaki farkı ne kadar keşfedebilirse… Doğaya yakınlaşan hatta o’nunla bir olan, o’nunla oluşan “öğrenci” yeni bir şeyi öğreniyor da değil sanki, tüm insanlığın unutmaya yüz sürdüğü kadim bir şeyi hatırlıyor ya da hatırlamanın antrenmanını yapıyor. “Güneşin doğuşunu ve şafağı değil, eğer mümkünse doğanın kendisini” beklemenin. İki çocuk kitabı da doğanın diline değinirken canlı/cansız herkesle konuşmayı, yabanı okumayı salık veriyor. Modern bilimin kurallarıyla bir lisan öğrenmekten çok bir “sökme” bu, çıkartma ve sezme… Ona eşlik etme. Bu nedenle Taş, bir takım öğrenme anlarını ne kadar hikâyeleştirse de ve tüm bunları yaparken çocuk okura doğa bilgisini aktarsa da, bunun hep bir hatırlayış, geri dönüş, çağrılara bir cevap, bir “mümkün” olduğu konusunda son derece mütevazı. Bu yüzden de bilgiyi ne kadar içerirse içersin kitapları didaktik değil. Taş’ın edebiyatında “bilgi”; pırıltılı, taneli pullar gibi metne dikilmemiş de, kumaşına “ebruli” katılmış. Metnin renginden bilgi. Hikâye, kahraman, diyalog, masal, bilmece, şarkı, türkü, günce ve oyun olmuş. Bu yazının meselesiyse Taş’ın kurmacanın kumaşına giren “bilgi”nin bir de dönüp kendine, nasıl aktarıldığına bakması ve tam da buradan öğretme ve öğrenme üzerine -göze batırmadan- eleştirel ve özgün bir edebiyat yaratması.
Sekoyana’nın Kapıları adlı çocuk romanı, cinsiyetini ve adını bilmediğimiz bir çocuk “öğrenci”nin annesi ve babası tarafından, doğada yaşamayı öğrenmesi, zamanı, saati unutması için Sekoyana adlı yaşlı bir kadının yanına bırakılmasıyla açılıyor. Çocuk kendisi için bilinmedik, yabancı bir ortamda, “tuhaf” ve “sessiz” bulduğu, önceden tanımadığı Sekoyana ile on iki gün geçiriyor. Doğa kamplarından epey farklı bir tatil. Sekoyana, çocuk ve ormandan oluşuyor tüm ekip. Sekoyana doğup büyüdüğü köye yakın ormanda, az eşyalı, dört kapılı, küçük kulübesinde münzevi bir hayat süren, toplayıcılıkla, sepet örmekle, tahta kaşık oymakla, “az” ile kendi üreterek yaşayan, meşe palamudundan un yapan, otlar kurutan, çocuğun daha önce hiç karşılaşmadığı türden biri. Bir tür cadı da olabilir. Ormanı kollayan ve ormanın da onu kolladığı bir cadı. “Sessizliğin ustası”. Bir “ortakyaşar”, simbiyoz. Liken olmak istemesine şaşmamalı, zamanla saçları yeşermiş, sarmaşıklar gibi uzamış. Bir ağacı andırıyor, bu yüzden de reçine kokuyor. Durduğu zamansa çölde bir taş. Ayakları ya bir daldan sarkıyor, ya da toprağın içinde kökleniyor. Çocuk onu kertenkeleye benzetiyor, doğada kamufle olmuş sanki. “Ağaç bilmeceleri” soran, durduk yere masal anlatan, soruya soruyla yanıt veren ya da çoğunlukla susup, dinleyen bir yeryüzü bilgesi. Annesi de bir masal anlatıcısıymış. Sekoyana, çocuğa kısaca şöyle bir açıklama yapıyor: “Ormanın dilini öğrenmek için buradasın. Ormanda herkes ‘sen’ ya da ‘ben’dir. Sadece orman çoğuldur.” (sayfa 13). Böylece aralarındaki mesafe “siz” kalkıyor. Çocuk “öğrenme” sürecini şöyle aktarıyor: “Buraya geldiğimden beri bir şeyler öğrenmekten çok, sorularla ve rüyalarla boğuşuyorum, kafam karışıyor.” (sayfa 69). Kulübe çoğunlukla mercanköşk kokuyor, ara sıra bir yaban kedisi uğruyor ama evcilleştirmek gibi bir niyeti hiç yok Sekoyana’nın. “Burası toprakta kazılmış bir ine, bir mağaraya, bir ağaç kavuğuna dönüşmüşse, daha ne isterim!” (sayfa 39). Çocuk için orman labirente, Sekoyana’nın sözleriyse bilmeceye benziyor. Geçecekleri her patika sanki Sekoyana’nın avucundaki çizgiler. “Öğrenci” ormanı okumak için her gün başka bir kapıdan çıkmalı. Bu dört kapı, kitap kapağı gibi sanki. Okumaya açılacak. Ama dört değil beş olmalı, eğer beş duyuyu simgeliyorsa. Beşinci kapı nerede? “Ve birlikte ilk kapıdan dışarı çıkıyoruz… Ya da belki içeri giriyoruz.” (sayfa 20).
Sekoyana’nın verdiği pek çok bilginin, ormanı yatay değil dikey de düşünmekle başlayan, toprağın altına varan; mantar, misel[ii], mikoriza[iii], hif[iv], kayran; cadı dairesi-yeşil çember[v], zürafa-akasya ilişkisi, tohumunu çatlatamayan orkideler, devrilmiş yaşlı ağaç, her yıl boynuz değiştiren kızıl geyik, vb… hepsi birbiriyle ilişkili. Bilginin bir şartı var ama; Ahimsa… Zarar verme, incitme anlamında bir uyarı. İnsanın ormandayken aklından çıkarmaması gereken. Ya da ormana geçiş parolası. İnsana insan olduğunu hatırlatacak bu yolculuğun ilk bileti.

Romanda anlatı Sekoyana’nın çocuğa seslenerek yazdığı günlüklerle yer yer kesiliyor. Bu günlüklerde bilgiler genişlerken, bazı sorular yanıt bulurken bir yandan da Sekoyana’nın otobiyografisini okuyoruz: “Ormana kitaplarda bulamadığımı okumaya geldim ve yıllardır okuyorum. Ormana izlemek için geldim. Dokunan, gören, duyan, tadan ve koklayan olmak için. Okuduğum kitapları farklı gözle tekrar okuyabilmek, düşünebilmek ve yazabilmek için.” (sayfa 35). Sekoyana belki de her yeni “öğrenci”siyle kendini yeniden yazıyor. Doğa bilgisini daha açık aktaran bu günlükleri çocuk ne zaman okuyacak bilmiyoruz. Ağaca tırmanmayı bile bilmeyen, yabandan korkan çocuğun tek başına çıktığı orman yürüyüşleriyle “ormanın parçası” haline gelişini, kamuflajın kendi iradesinden geçen keşfini okuyoruz. Günlükler dışında “öğrenci”nin kendi bilgisini üretişine tanık oluyoruz: “Rüyamda ormandaydım. Uyandığımda da öyle.” (sayfa 55). Rüyalarla gerçek birleştiğinde tüm mesafe kapanabilir. Rüyalar simbiyozun kanıtı. Rüyaların işlevi bu.
Kurda Kuşa Aşa adlı uzun öykünün –çizimler olmasa metinden- cinsiyetini kesin bilemeyeceğimiz başkarakterinin yalnız çıktığı bir doğa yürüyüşünde, bir ceviz ağacının altında gördüğü rüyanın da işlevi var. Geleneği hatırlatmak. “Geçmişten gelen iyiliğin” izindedir yazar bu kez. Özleyiş ve hatırlayış bu hikâyede yabana bir davet. Sırtında ninesinin ördüğü ebruli hırkasıyla, bir bilmeceyi hatırlamak uğruna tek başına çıktığı yolda konuşa konuşa ilerler kahraman. Onun bu yolculukta Sekoyana gibi bir kılavuzu yoktur ancak eskiden Devran Dedesi ve ninesinden öğrendiği ve hatırladığı her şeyle birlikte her şey olur, hiç de sanıldığı gibi yalnız değildir. “Oysa ne kendi kendime konuşuyordum ne de biriyle. Herkesle konuşuyordum sanki, herkesle ve her şeyle.” (sayfa 38). Bu hikâyede bilmeceler de birer karakter gibi yolu izler, yolla çoğalır. Dilimizde neredeyse yeryüzü sözlüğü görevi görecek meğer ne çok bilmece varmış. Taş, bu öyküsünde bilmecelerle kalmayıp, bizi yaralayan “aç ayı oynamaz” gibi özdeyişleri de tersine çeviriyor. Kasabalarda dolaşan, seyyar ayı oynatıcılarından kalmış olsa gerek bu özdeyiş. Ancak dili “sökmek”, dil yapmakla mümkün. Yazar Taş açlık ve açgözlülük üzerine düşündürürken acıkmanın güzelliğinin yanında aç kalmanın zorluğunu tartışıyor. Bu öyküde hayvanlar kadar bir otun da insanlar gibi konuşması sinek ile sığırcık meselesine getiriyor yine bizi. Doğa zincirinde her şey aynı değerde. Sekoyana’nın Kapıları’nda eylemle gösterilenin burada söylemi kuruluyor artık. Orada yapılanın burada adı konmuş; “İyisi mi üleştir / Kurda, kuşa ve aşa”. Üleşmek Eski Türkçe’de üleg (pay) sözcüğünden geliyor. Paylaşmak… Bölüşmek… Taş, Sekoyana’nın Kapıları’nda okunması gereken ormanın, nasıl okunduğuna örneklem veriyor bu kez. Biraz daha büyümüş “öğrenci”. Bilgisini kendi üretiyor ya da gidip kendi seçiyor; bozayıdan, arıdan, keçiden ve keçinin yemekte olduğu ottan. Burada kamuflajı açık eden ebruli hırka. Aileden gelen geleneksel bilginin simgesi. Hırka, kahraman büyüdükçe büyüyor. Kahramanın saçları da yeşerir mi bir gün? Peki, aranan bilmece nerede? Yanıtı ne? Her iki kitapta da bilginin saklanabildiği sepetler gibi bilmeceler. Bilgi ve oyunu aynı kefede tutan. Her zaman karşılıklı… simbiyotik. Ve sonu hiç gelmeyen.
Sekoyana[vi] canlı türlerinin kaybını dünya dillerinin kaybına benzetiyor. Söze geçince uzaklaştığımız doğanın dilini hatırlamak için bugüne dek yarattığımız tüm dillere ihtiyacımız var. Bilmeceleri hatırlamaya. Sözden sese geçmek için mi? Biriken “devran”ın bilgisini ne yapmalı? Kapılar kapıları açmalı. Diller dilleri sökmeli.
Sekoyana’nın Kapıları, Şiirsel Taş, Doğan Egmont Yayıncılık, 2017
Kurda Kuşa Aşa, Şiirsel Taş, Doğan Egmont Yayıncılık, 2021
[i] Sekoyana’nın Kapıları, sayfa 69.
[ii] Mantarın ağ yapısını gösteren toprak altı bölümü. “Toprağın sihirbazı” (Sekoyana’nın Kapıları, sayfa 62). Böylece ağaç kökleriyle ilişki kurarlar ve yerin altında ağaçların iletişimini ve beslenmesini de sağlarlar. Zayıf olan ağaç öncelikli beslenir.
[iii] Bazı bitkilerin kökleriyle ortak yaşam, simbiyoz ilişkisi geliştirmiş olan mantarlara verilen isim.
[iv] Misel ağlarının lifleri.
[v] Ormanda ya da çayırda bazı mantarların halka şeklinde sıralanmasıyla oluşan görüntü.
[vi] Sekoyana ekolojik feminist bir figür olarak da okunabilir. Şaman kadınlardan cadılara, kentlerde şifacı-kırıkçı kadınlardan onlarca kediyle birlikte yaşayan yalnız gattaralara değin simgesel anlamlar taşır. 15. yüzyıldan 18. yüzyıla değin Avrupa ve Amerika’da politik nedenlerle yakılan yüz binlerce cadıya selam olsun. Onlar çocuk edebiyatının iyi büyücüleri. Bilginin miselleri, mikorizası. Tıpkı hekim ve yazar Şiirsel Taş gibi. Çocuklara ayrımsız yeryüzünü ayrımsız anlatıyorlar.