Hafize Çınar Güner
Ağırlaşan pandemi tablosu, gitgide derinleşen ekonomik kriz ve artan işsizlik rakamları… Tam kapanmanın mümkün olmayacağını anladığımız bu süreçte hepimizin gözü kulağı aşıdaydı. Aşılama ivme kazanırsa üç aydır kirasını ödeyemeyen manav komşum biraz olsun soluk alacak, yedi yaşındaki oğlum okula gidebilecekti. Ama daha da önemlisi hasta sayıları azalacak ve bizler her gün artan ölüm haberlerini almayacaktık. Ama olmadı… Ancak vakalar yükseldikçe durumu konuştuk, asıl odağımız bir türlü salgınla mücadele olamadı. En yetkili ağızdan virüsün kontrol altına alınmasına dair önlemler beklerken gündemin sürekli olarak değiştiğine tanık olduk. Vaka haritasında İstanbul’un neredeyse tüm sokaklarının kırmızıyla işaretlendiği, insanların yoğun bakımlarda yer bulamadığı haberlerini alırken ne olursa olsun Kanal İstanbul’un yapılacağını, temelinin ise bu yaz atılacağını öğrendik. Havaalanları, otoyollar, köprüler konusundaki çabukluğu, kesinliği ve daha da önemlisi bütçeyi hepimizin hayatını tehdit eden bir durum karşısında göremedik. Bunu görememekle birlikte ekosisteme insan eliyle yapılan müdahalenin sonuçlarından birini apaçık yaşarken bir doğa katliamı için kolların sıvanması da çok manidar! Yaklaşık bir yıl önce, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin gerçekleştirdiği Kanal İstanbul Çalıştayı sonrası yayımlanan raporda kanalın 140 milyar liraya mal olabileceği belirtiliyor. Peki, bu kadar para, salgın için bulunmazken kanal için nasıl bulunacak, devlet bu para karşılığında kime ne verecek, dahası su kaynakları, tarım arazileri ve ormanlık alanlar ne pahasına yok edilecek? Hayır, hayır yanlış sayfada değilsiniz! Genç, yetişkin ya da çocuk hiç fark etmez edebiyat hayattan, toplumsal sorunlardan kopuk olmaz. Şimdi bu soruları sormazsak daha sonra çocuklarımızın yüzüne bakamayacağımız. Kaz Dağları’nda yapılan altın aramaları, Soma’da kurulacak olan termik santral, Salda Gölü ve Validebağ Korusu’na yapılmak istenen Millet Bahçesi Projesi, Sandras Dağı’nda verilen on iki maden şirketi ruhsatı, Alaçatı Sulak Alanı’nda daha geçen hafta başlayan inşaat çalışması… Maalesef bu kıyım listesi her geçen gün daha da uzuyor. Listeye eklenenlerin kimini duyuyoruz, kimini duymuyoruz, kimini de duymazdan geliyoruz. Elimizden bir şey gelmez deyip bir kenara çekiliyoruz. Sahi bu kadar aciz miyiz?
İnsanın yaşadığı yere sahip çıkabilmesi için önce o yerin masallarını, hikâyelerini duyması, şarkılarına kulak vermesi, güzelliklerini tek tek görüp fark edebilmesi gerekiyor. Ancak o zaman o yer sırlarını fısıldamaya başlıyor kulağına. O zaman duyabiliyor insan bir zeytin ağacının, bir kirpinin ya da dağların sesini. Aslında tam olarak bu da yetmiyor. O yerin şarkılarına yeni ezgiler, toprağına yeni filizler, hikâyelerine yenilerini eklemeli insan. Tıpkı Şafak Okdemir ile Betül Kanbolat’ın yaptığı gibi… Farklı kuşaktan ve coğrafyadan bu iki yazar kurdukları hikâyelerle yaşadığımız yerin sahibi olmadığımızı, tüm canlıların aynı doğayı paylaştığını hatta o doğanın bir parçası olduğunu öyle güzel anlatıyorlar ki… Bu hikâyeler sonrasında nerede olursanız olup gidip bir ağaca sarılmak, göğe bakmak, dağları selamlamak istiyorsunuz. İşte o an yukarıdaki sorular tekrar tekrar zihninizden geçiyor. Neden yapılıyor bu santraller, niçin açılmak isteniyor bu kanallar, nasıl yakılıyor bu ormanlar… Gelin bize yanıtlar veren değil, sorular sorduran, yaşamı dönüştürmek için güç veren, aciz olmadığımızı duyumsatan, hakiki dertlerle yazılmış üç kitaba yakından bakalım.
BU SON OLSUN!
Şafak Okdemir ile doksanlı yılların sonlarında Antalya’nın Kemer ilçesine bağlı olan Çıralı sahilinde tanışmıştım. Onun ve arkadaşlarının bölgedeki Caretta Caretta popülasyonu için nasıl canla başla çalıştığını öğrendiğim on- on beş dakikayı geçmeyen bu ayaküstü sohbet sonrası kendisini bir daha hiç görmedim. Ancak yıllar yıllar sonra yazıp resimlediği kitaplarıyla karşılaştığımda onun yaşadığı bölgeyi ilgilendiren sorunları dert edinmeye devam ettiğini, doğal yaşam alanlarının korunmasına ilişkin faaliyetlerini sürdürdüğünü gördüm. 2016 Tudem Edebiyat Ödülleri Kısa Öykü Yarışması’nda birincilik ödülüne değer görülen ve 2020 yılında Çınar Yayınları tarafından yayımlanan Nice Nine’nin Zeytini de sanatçının bu duyarlılığının ürünlerinden sadece birisi. Konusunu gerçek yaşamdan alan öyküyü okumaya başladığımızda hemen aklımıza altı yıl önce Manisa’nın Soma ilçesinde yaşananlar geliyor. Altı bin zeytin ağacının katledildiği, zeytinlikleri korumaya çalışan köylülerinse termik santrali inşa edecek firmanın özel güvenlik görevlileri tarafından dövüldüğü o görüntüler hafızalarımızda ama daha da önemlisi vicdanlarımızda kapanmayan bir yara olarak duruyor. Öykü gücünü bu hakikilikten alıyor. Ancak elbette öyküyü güçlü kılan şey sadece bu değil. Olayın beş farklı karakterin gözünden anlatılması, aynı sabaha ait beş öykünün bütünleyici bir kurguyla okuyucuya sunulmasıyla okur hem olayın tüm detaylarını her açıdan görebiliyor hem karakterlerle daha iyi özdeşim kurabiliyor. Zeytin ağacının acısını hissedip, Nice Nine’nin kahrı yüreğine oturuyor okurun ya da Asena’nın umudu türkü oluyor. Ama asıl mesele yüzyıllardır yaşadığı ovadan ölmez ağacı deviren, gövdesini kırıp köklerini topraktan ayıran kepçe operatörü ve ona o emri veren Mühendis Bey ile duygudaşlık kurabilmekte. Çünkü her ikisi de bu yıkım ânında ve sonrasında, “Zaten ben yapmasam başkası yapacaktı,” diyor. İşte bu noktada okurun yani bizim kendimize dönüp bakmamız gerekiyor. Böylesi bir vicdan temizlemeyi yaşamın her alanında görmüyor muyuz? “Ben almasam başkası o rüşveti alacak zaten, ben çizmesem zaten başkası o kitabı çizecek, ben atmasam zaten başkası atacak o imzayı…” demiyor muyuz? İşte bu sahte söylemle yapılanı kuraldışılığı meşru kılma çabası biraz daha kirletiyor insanı. Mücadele etmek yerine boyun eğmek daha kolay gelebiliyor. Evet, mücadelenin sonu her zaman istendiği gibi olamayabiliyor. Ama tıpkı bu hikâyede de olduğu gibi mutlaka başka bir umuda evriliyor.
Hikâyeyi önce zeytin ağacının ağzından dinliyoruz: “Ölümlü bir insanın hayal sınırları dışında, upuzun, sonsuz bir hayat bizimkisi,” (s. 8) diyen bölgenin en yaşlı zeytini antikçağlardan günümüze zeytinin kısa tarihini okura anlatıyor. Bu anlatıdan elbette mitoloji de payına düşeni alıyor. Onun anlatısında dikkatimizi çeken önemli bir şey var; o da zeytin ağacının sadece insan için olmayışına daha doğrusu insanın yararına olmayışına yapılan vurgu. Yani zeytin ağacını sevmeliyiz, korumalıyız çünkü o bize meyvesini verir düşüncesinden çok zeytin ağacının doğanın, yaşadığı o ovanın nasıl bir parçası, paydaşı olduğuna vurgu yapılıyor. İnsanın, hayvanın ve ağacın birbirleriyle olan etkileşimlerinden bahsediliyor. Modern denen bu çağa gelindiğindeyse bu ilişkinin nasıl dönüştüğüne dikkat çekiliyor. İşte tam bu noktada zeytin ağacının ağzından onun ölümünü dinliyoruz. Dinlerken gözlerimiz topraktan kalkan tozdan yanıyor, kulaklarımız dev kepçenin sesinden sağır oluyor, zeytinin acısıysa yüreğimizden taşıp gökyüzüne yayılan bir ağıt oluyor. Öfke, çaresizlik, keder pek çok duyguyu bir arada yaşıyorsunuz. Bu duygularla baş başayken bu kez ölmez ağaca bunu yapan kepçe operatörü konuşmaya başlıyor bizimle. Köyünü, zeytini seven çalışkan bu genç, bir şirketin zeytinlikleri keseceğinden, açılan alana termik santral kurulacağından da haberdar. Üstelik köylülerin zeytinlikleri kurtarmak için mahkemeye dava açtığını bile biliyor. Biliyor bilmesine de ne işi olduğunu bilmeden gittiği yıkımın zeytin ağaçlarını devirmek olduğunu gördüğünde yine de marşa basabiliyor. Sistemin içinde itaat ederken kendine dahi yabancılaşabiliyor. İşi bitip de onlarca hatta yüzlerce ağacı devirdikten sonra gözlerinden yaşlar boşalıyor. Ne yazık ki içimizden bir ses bu yaşların son olduğunu söylüyor. Çünkü bir dahaki yıkımda artık gözleri yaşarmayacak! Kepçe operatörüne o emri veren Mühendis Bey de en az onun kadar sızlanıyor. Bir köy çocuğu olarak sınıf atlama gayretindeki mühendis “Ben olmasam da bu projede çalışacak mühendisler var. Yapacak bir şey yoktu,” (s. 34) diyerek kendini aklamaya çalışıyor. Ancak ben yapmasam başkası yapacaktı sözüyle vicdanını temizlemeye çalışsa da okur onu affedemiyor. Mühendis Bey’den sonra ise bu kez kitabın adında da ismi geçen Nice Nine alıyor sözü. Bu kez o anlatıyor o sabahı, o sabah ne çok ağladığını. Küçücük bir çocukken doğduğu adadaki, Girit’teki yaşlı zeytin ağacıyla başlayan öyküsünü dinliyoruz onun ağzından. Gelip yerleştiği Anadolu topraklarında da zeytinle nasıl bağ kurduklarını aktarıyor bir bir ve bir gün onlara hiç sorulmadan topraklarının nasıl şirkete verildiğini, köylülerin kendisini dinleyip nasıl direndiklerini söylüyor. Bu direniş çığ gibi büyüyor ancak kaybedeceğini anlayan zalimler her zamanki gibi hileye başvuruyor. Binlerce ağacın kökünden söküldüğünü gören Nice Nine; “Bundan böyle torunlarıma ne masalı anlatırım ben? Ne masalı anlatırım?” diye soruyor. Öykünün son anlatıcısı ise o sabah, o gün on ikinci yaş gününü kutlayan Nice Nine’nin torunu Asena. Yaş günü şerefine Girit’e dünyanın en yaşlı zeytin ağacını görmeye giden Asena’nın da sevinci kursağında kalıyor. Ninesinin doğduğu köyde acı haberi alıyor. Çantasından ninesinin solgun yemenisini çıkarıp 4000 yıllık ağacın taze dalına bağlıyor ve “bir daha olmasın,” diyerek yalvarıyor. Onun yalvarışına ortak oluyoruz. Bu son olsun diye umut ediyoruz. Hem kendimiz hem tüm canlılar için en temel yaşam hakkını savunuyoruz. Çok şey mi istiyoruz?
KONARGÖÇER HAYATLAR
Cennetin Sahipleri adlı romanından da hatırlanacağı gibi doğayla içe içe yaşayan Okdemir, Büyükannemin Sarı Keçisi adlı kitabıyla da yine okuru doğanın sesine kulak vermeye çağıyor. Çınar Yayınları tarafından okurla buluşturulan bu resimli kitap önce kapağıyla bizi kendine çekiyor. Kitabın içinde görsel bir şölenin bizleri beklediğini hemen anlıyoruz. Nice Nine’nin Zeytini kitabında olduğu gibi bu kitaptaki yerel motifler de öykünün içine çabucak girmemizi sağlıyor. Rengârenk bir Yörük çadırının içine başımızı uzatıyoruz önce. Kucağında sarı yavru bir keçiyle gaz lambasının ışığında çocuklara hikâyeler anlatan bir büyükanne, bu kez torununa ve diğer çocuklara kendisine halkının baş ana adını neden verdiğinden bahsediyor. O bu hikâyeyi anlatırken biz de Toros Dağları’nın konargöçer halkı Sarıkeçili Yörükleri’nin kültürüne ait pek çok şey görüp öğreniyoruz. En ilgimizi çeken de aynı anda dünyaya gelen sapsarı bir oğlakla sarışın bir kız bebeğin doğumlarının ayırt edilmeden bir arada kutlanması oluyor. Bir çadırın içinde üstü örtülü tahta beşikte uyuyan bebeğin yanında, kilimin üzerinde oğlak uyuyor. Tüm Yörük halkı ise kazanlarda aşlar kaynatıp, çalgılar çalıp oyunlar oynuyor. Şenlikten sonra yollara düşülürken de nazarlıklarla süslü eşek bir heybede bebeği, başka bir heybedeyse oğlağı taşıyor. Dünyaya gelen her canın birbirinden hiçbir farkı olmadığı ne de güzel anlatılıyor. Anlıyoruz ki bu kervan develer, keçiler, köpekler eşliğinde kimi zaman gökyüzüne kimi zaman yeryüzüne gidip geliyor ve zaman akıp giderken Küçük Sarı Kız, Sarı Keçi’nin ardından çobanlığı öğreniyor. Ancak Sarı Kız bir gün sürüyü suya götürdüğünde derenin kuruduğunu görüyor. Sarı Kız ve sürüsü suyun nereye gittiğini bilemiyor ama biz biliyoruz! Toros Dağları’nın binlerce metrelik zirvelerine kurulan mermer ocaklarının doğayı nasıl tahrip ettiğini, tarım alanlarını yok ettiğini ve hatta turizmi nasıl baltaladığını biliyoruz. Ama çocuk okur için suyun nereye gittiği ve nasıl bulunacağı iki harika soru olacaktır. Sarı Kız, Sarı Keçi’nin sırtına atlıyor ve kayaların içindeki suyu buluyor. Çünkü ikisi de doğanın seslerine hep kulak vermiş bu yüzden zor olmaz onlar için suyun sesini duymak. Peki ya bizim için doğadan her geçen gün uzaklaşan ve kendine bile yabancılaşan “modern insan” için? Aslında Okdemir’in bu yazıya konu olan her iki kitabı da yerelden hareketle evrensel bir mesele olan doğa insan ilişkisini sorguluyor. Yine her iki kitaptaki özgünlük, samimilik ve hakikilik ise sanırım dağların, nehirlerin, ağaçların sesini duyabilmekten geliyor.
Nice Nine’nin Zeytini kitabında hiçbir başka anlatıcı olmadan karakterler hemen bizimle konuşmaya başlıyor. Bir olayı beş farklı kişinin gözünden görmeye çalıştığımız bu hikâye hemen aklımıza Bertolt Brecht’in Epik Tiyatro kuramını getiriyor. Açlık, işsizlik savaş gibi toplumsal olaylara dikkat çekmek isteyen ve bu sorunların arkasında yatan nedenleri ortaya çıkarmaya çalışan bu tiyatronun amacının izleyicinin hayata eleştirel bir gözle bakabilmesini sağlamak olduğunu söyleyebiliriz. Dramatik yapının kırılıp olaylar ve durumların parçalanarak farklı karakterlerin gözünden verildiği bu toplumsal tiyatroda izleyici adına karar verilmez. Yazarı, okuru, oynayanı ve izleyeni farklı bakış açıları için zorlar. Bu epizodik biçemi Betül Kanbolat’ın Şehre Giden Yol öyküsünde de görüyoruz. Köyden şehir merkezine giden yolun öyküsünü üç farklı karakterin bakış açısıyla yazardan dinliyoruz. Bu kez yazar da onları bize tanıtan anlatıcı rolünde karşımıza çıkıyor. Bu üç karakterin biri İz adında yedi yaşında bir çocuk, diğeri Ziz adında bir kirpi, sonuncusuysa Kamo adında bir kamyon. Evet bu kez bir yük kamyonu konuşuyor okurla. Doğrusu bunu hiç yadırgamıyoruz çünkü çocuklar için her şey ve herkes konuşabilir. Ancak biz yetişkinler bunu bilmiyoruz, bırakın eşyayı kendi iç sesimizi bile zor duyuyoruz. Bu nedenle çocuk kitapları okumak bize de iyi gelecek.
İZ, ZİZ VE KAMO
Ailesinin tek çocuğu olan yedi yaşındaki İz için şehir merkezindeki kuzenlerini görmeye gitmek büyük mutluluktur. Ancak dağ yolu dolambaçlı olduğundan bu ziyaret uzun ve yorucudur. Bu yüzden yapılacak yeni yol sayesinde daha kısa sürede şehre gidebileceğini ve kuzenleriyle sık sık oynayabileceğini öğrendiğinde İz’in keyfine diyecek yoktur. İz’in yaşadığı köye sınırı olan tepenin hemen arkasındaki ormanda yuvası olan Ziz de bu yolu tepenin diğer tarafındaki akraba ve dostlarına ulaşmak için sık sık aşmaktadır. Ve bu onun gibi bir kirpi için hiç de zor sayılmaz. Ama günün birinde duyduğu patlama sesleriyle bu yolun anlamı İz gibi onun için de değişir. Tepeye yeni yapılacak tünelin ve otoyolun inşaatında kullanılan dinamitler sadece Ziz’i değil diğer hayvan dostlarını da dehşete düşürür. Kamyon Kamo’dan duyduğumuza göre genç kamyonlar dinamitlerle parçalanan kayaları taşımaya can atar, yüklerinin ne olacağını umursamadan kendilerine verilen görevi yaparlar. İnsanın nasıl da makineleştiğine dair güzel bir metafor olmakla beraber yazarın gençlere yönelik eleştirisini de görüyoruz. Görmüş geçirmiş bir kamyon olan Kamo ise tüm bu devrilen ağaçlar, etrafa kaçışan hayvanlar karşısında derin bir üzüntü duyar. Öyle ki böyle bir işin parçası olduğu için kendini cezalandırmak istercesine hurdalığa dinlenmeye çekilir. Tünel bitip de yol tamamlandığında aslında ne İz ne Ziz ne de Kamo mutludur. Köyden şehre giderken geçmişte bir saate kat edilen mesafe artık yirmi dakikada alınabiliyordur. Ancak İz artık aracın penceresinden sadece duvar, direk ve bariyerleri görebiliyordur. Değişen sadece görüntü değildir aslında; sesler, kokular ve hisler… Bu değişen yeni yaşamda Ziz’in umutsuzca yola bakışı takılıyor aklıma. Hajar Moradi’nin yaptığı renkli çizimler karakterlerin duygularını çok güzel aktarıyor okura. Birbirini hiç görmeyen bu üç karakterle yazar bizi tanıştırırken her birinin yaşından da bahsediyor. Örneğin sayfa 7’de “Ziz bir buçuk yaşında. Kirpilerin ortalama ömrü düşünülürse bu çok da küçük bir yaş sayılmaz,” diyor. Her canlının kendince bir ömrü olduğunu, yaşamın her canlı için aynı hızla akmadığını vurgulamak istiyor. Üç çocuk annesi olan Kanbolat çocuklarıyla birlikte Bandırma’ya annesini ziyarete giderken Osmangazi Köprüsü’nün inşaatını görüp yaptığı sorgulamalar sonrası kaleme aldığı Şehre Giden Yol adlı bu son kitabında okuru çevresine dikkatlice bakmaya, dahası onu incelemeye ve gördüklerinin doğayla uyumunu sorgulamaya davet ediyor.
Değindiğim üç kitapta da değişime dair güçlü bir vurgu var. Yaşam denen yolculukta değişim kuşkusuz kaçınılmaz peki biz bu değişimin neresinde yer alacağız? Nice Nine ve torunu, baş ana ve Sarı Kız, Kamyon Kamo ve diğer kamyonlar… Zaman geçiyor ve kuşaklar da değişiyor. Geçmişin deneyimi ve bilgeliği şimdinin yaratıcılığıyla nasıl buluşacak? Bu yol, o dağ, zeytinler kimin? Doğayı karşısına alan değişimin hiçbirimize faydası olmayacağını aktaran bu kitaplara pek çok çocuğun ulaşması dileğimle…
Nice Nine’nin Zeytini, Şafak Okdemir,Çınar Yayınları, 2020.
Büyükannemin Sarı Keçisi, Şafak Okdemir,Çınar Yayınları, 20201.
Şehre Giden Yol, Betül Kanbolat, Resimleyen: Hajar Moradi, Dinozor Çocuk, 2020.