Melike Sönmezer
melikesonmezer@sanatkritik.com
Hani yolculuk yaparken radyoda bir anda eskiden çok dinlediğin şimdilerde unuttuğun bir şarkının melodisini duyarsın ve için bir çocuk telaşına kapılır ya, işte sosyal medyada dolaşırken önüme düşen Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor oyunun tanıtımını görünce tam olarak o çocuk telaşına kapıldım. Nefis bir Sevgi Soysal fotoğraflarından oluşan kolajın arka fonuna Sevgi’nin radyo programından alınan ses kayıtlarını koymuşlardı.
Oyunun prömiyer günü için deyim yerindeyse aynı çocuk telaşı ile günleri saydım, sabırsızca bekledim.
Son yıllarda ne kadar konuşursak ne kadar anlatırsak anlatalım Sevgi’nin de diğer kadın yazarların da bir tarafını halen anlamadığımızı düşünüyorum. Bir arkeolog titizliği ile satırlarını çalışmalı, dönemin karanlık ve tozlu örtülerinden kurtarmak adına biz kadınların bir nefes olup o tozları üfürerek saklı kalan yanlarını gün yüzüne taşımamız gerektiğine inanıyorum. Bunun için yapılan her çalışma bambaşka bir değer katıyor bu arkeolojik kazılara.
Oyunun yazarı Duygu Dalyanoğlu’yla oyun hakkında konuşunca sesindeki o çocuk telaşını hissediyorum. Tamam diyorum bu tozları üfleyecek nefes bizlerde var. O nefeslerin bir kısmı bizi Londra’daki hastane odasındaki Sevgi’yle sahnede buluşturuyor. Sevgi Soysal’ın kanser tedavisi gördüğü günlerden başlayan oyun, zamanda kırılmalar yaparak yazarın çocukluğuna, nasıl bir ailede yetiştiğine, Ankara günlüklerine, evliliklerine ve yazarlığına dair birçok dönüşümü anlatıyor. Bu dönüşüme zaman zaman Sevgi’nin kaleminden dökülen kurmaca karakterlerin eşlik edişini görüyoruz. Oyun boyunca yer yer yazara eşlik eden bu karakterler bazen yazarının sırtına bir hırka atıyor, bazen bir kitap veriyor eline…
Henüz 40 yaşında, yazma istediğini durduramayan o büyük yazarın belki de bu süreçte en çok zorlandığı yer, elinde bir ağrı, kalbinde bir yumru ile geçen tedavi süreçleri. Bu kadar erken aramızdan ayrılmasaydı kim bilir bize ne kitaplar hediye edecekti diye düşünüyorum. Ne bencilce bir duygu. Galiba bir okurun yazarından isteyebileceği en kabul görülen bencillik daha çok yazmasını istemek. Bu düşüncelerin arasında, TRT radyolarında çalışan Sevgi’den anne Sevgi’ye, arkadaş Sevgi’ye, Kıbrıs harekâtına, vatandan kopuşlara kadar Türkiye tarihi de Sevgi Soysal tarihi de bizi rüzgarına kaptırıyor. 60 darbesi, Soysal’ın ilk hapse girişi, oğlu Korkut, evlilikleri… Bu anlatımlara Sevgi Soysal’ın fotoğraf, video ve radyo programı arşivlerinden sesler eşlik ediyor. Müthiş bir görüntü rejisi ürünü olduğunu belirtmek isterim. Oyunun ilk perdesinde yer alan bu akışlar, izleyici olarak bildiğim yerden geldi diye düşünüyorum, dönemi ve yazarı tanıyınca izlediklerimiz bize sürpriz değil.
Fakat ikinci perdede öyle sahneler izliyorsunuz ki, sarsılmamak elde değil. Bu sefer 12 Mart’ın, Mümtaz Soysal ile olan evliliğinin kızlarının olduğu dönem anlatılıyor. 12 Mart’a Sevgi’ye, koğuşunda Behice Boran ve diğer arkadaşları eşlik ediyor. Muhtıranın o postallı ağırlığını kadınların mizah ile harmanlanmış direngenliği hafifletiyor. Diyaloglar tam bir kara mizah. Bir muhtıra ancak kara mizahla bu kadar iyi anlatabilirdi. Savunmasını yazan Behice Boran’a Laz bir öğretmenin eşlik edişi, devrimci genç kadınların ideolojik öfkeleri ile karşılaşan bir seks işçisinin sahneleri. Tam olarak tiplemeler dosyası. Tüm bunlar olurken bir de Çiğdem karakteri var ki onu anmadan olmaz. Uykusundan sıçrayarak uyanan, sosyal reaksiyonları deforme olmuş genç bir kadın. Koğuştaki kadınlar Çiğdem’i sarıp sarmalıyorlar, açılan yaralarını bir şefkatle sarmanın derdindeler. Sevgi de adıyla müsemma Çiğdem’in ruhunu olağanca zarifliğiyle sarıyor. Oyunda herhangi bir işkence sahnesi sergilenmiyor, izleyici direkt tetikleyici bir durum yok. Fakat Çiğdem’in ruh hali, nefes alırken hissettiği o ağırlığı izlerken, bedenimin titrediğini fark ediyorum. Bir oyunculukla, koltuğunda oturan bir izleyiciye ancak bu kadar gerçek verebilir duygular. Çiğdem kendi eliyle dayanamadığı acılarına son veriyor. Bu oyun içerisinde beni dumurla uğratan an. 12 Mart ancak bu kadar yalın ve rahatsız edici anlatılabilirdi.
Sonrası hepimizin bildiği son, ağlamıyoruz ama biliyoruz ki Sevgi aramızda, hepimizden çok yaşıyor.
Oyuncuların iki perdelik dev performansı, yer yer müzikal izliyormuş gibi hissettiren koreografileri, oyunun arasında giren müthiş bir Sevgi Soysal arşivlenmesi, kostümlerin zamanda yolculuk makinesi işlevi görmesi her biri bu zor sanatın ne büyük ekip çalışması ile sahnelendiğinin kanıtı.
Oyun emekçilerinin selamı bitince izleyici koltuklarından bir kadın sahnede Sevgi Soysal’ı canlandıran kadına sarılıyor. Bu kadın Funda Soysal. Sevgi Soysal’ın kızı. Küçük bir kız çocuğunun ruhuyla, hüznün en güzel tebessümüyle sarılıyor. Böyle bir ana şahitlik etmek bizler için ne büyük bir şans diyorum. Ve sesli bir şekilde tekrar söylüyorum, Tante Rosalar yaşamakta ısrar ediyor!