Nedret Öztokat Kılıçeri
Biz öğrencileri Tahsin Yücel’i önce edebiyat ve çeviri derslerinde tanıdık. Sonra bilimsel yapıtlarını çalıştık. Yazdıkları, ürettikleri o kadar çoktu ki, ucundan kıyısından izleyebildiğimiz kadarıyla bu ciddi, alçakgönüllü, nazik ve sessiz hocamızın Fransız edebiyatına, Fransız göstergebilimine nasıl büyük bir emekle katkıda bulunduğunu anlamamız uzun sürmedi.
Birlikte çalışmaya başladıktan sonra ise bitmeyen bir yazı mesaisiyle özdeşleşti Tahsin Yücel. Ders aralarında romanına, öyküsüne çalışırdı. Çeviriler asla eksik olmazdı masasından. Gazete ve dergilere eleştiriler, denemeler yazardı. Çok sevdiği arkadaşı ve meslektaşı Berke Vardar gibi o da son derece üretken bir hocamızdı.
Onu tanıdıkça, öğrencisi ve dostu olmaktan guru duyduğu Algirdas Julien Greimas, çevirmeni ve sıkı bir takipçisi olduğu Roland Barthes ve Claude Lévi-Strauss’un bilimsel dehâsından beslendiğini anladım. Yazarlık sürecinde ise Flaubert, Balzac, Bernanos -ilk anda aklıma gelen- ustaları olmuştur. Edebiyat yapıtının, anlatının kurucu öğelerinin hassas dengesi kadar, kurmaca kişilerin derinliğinde ve tamamen kendine özgü o eşsiz üslubunda onun Edebiyat’la kurduğu derin bağı hep hissettim.
Elbette Fransız edebiyatı kadar yerli kaynakları da çok iyi tanıması, masalları, halk hikayelerini, kültürel hazinemizi yalnızca yazar duyarlığıyla değil, insan bilimlerinin ve edebiyat kuramlarından derlediği bilimsel perspektiften de okuması ve toplumsal değişim ve dönüşümleri yakından izleyen bir aydın olması yazınsal üretimine farklı bir lezzet katmıştır.
Tahsin Yücel gündelik hayattan tanıdığımız kişileri taşımıştır anlatılarına; toplumun yükselen ya da körelmiş değerlerini dikkatimize sunmuştur, yabancısı olmadığımız hiçbir şey yoktur kurgularında. Taşra ve büyükşehir kıskacında insanın sınıfsal kavgası, siyasal savrulmalar, kültürel erozyonlar, ahlaki çöküşler onu çok ilgilendirmiştir.
Çok iyi tanıdığı düşünürler Barthes, Lévi-Strauss ya da Umberto Eco gibi o da toplumsal değişimlerde (yükselişler, çöküşler, sapmalar) bir anlatısal (narratif) yapı görüyordu. Kurmacanın içinde ise kişiler arasındaki güç dengelerinin, olaylara yön veren hareketin ve metindeki akışın temel bir “anlatı mantığı”na dayandığını çok iyi biliyordu.
Onun romanı ve öyküsü insan dünyasının olmazsa olmazı “inanma ve sanma” ihtiyacını görünür kılar. Anlatılar bu temelde ilerler. Kahramanlar kendilerine anlamlı gelen bir değerin peşinde çabalar durur; yaratmak, var etmek, yıkmak, yalan söylemek, ideolojiye sığınmak, kendini yeniden yaratmak, sahip olarak var olmak derken sürekli bir var olma arayışı içinde kişileri yaratır. Bu yazıya konu olan romanda da göreceğimiz gibi, anlatının mantığı olma ve görünme ikiliği üzerine kurulur.
Bıyık Anlatı Kahramanı Olursa
Tahsin Yücel’in ilk kez 1995 yılında yayımlanan Bıyık Söylencesi en sevdiğim romanlarından. Romanın birden çok akademik makaleye konu olmuştur. Kimi yazarlar yabancılaşma, özdeşleşme bağlamında “Bıyık” ve “bıyığın sahibini” ele almışlardır, kimi araştırmacılar anlatı çözümlemesine gitmişlerdir. Bunlara ulaşabilirsiniz.
Kimi zaman güldüren kimi zaman acıtan bir ironiyle örülen bu “söylence”yi hocamın ölüm yıl dönümünde bir kez daha okumak istedim. Sosyal medyada çeşitli kişilerin kullandıkları nesneler/giydikleri/tükettikleri/söyledikleri vb. kocaman bir alana dönüşmüş durumda ve görüntüler imparatorluğu içinde herkes kendi söylencesini kurgulama, her topluluk kendi destanını yazma yaratma derdine düştü. Tahsin Yücel’in kahramanı Cumali bu “efsane” kurucuların ağabeyi olabilir.
Cumali Kırıkçı iki yılı bulan askerliği bitince memleketine döner. Babası Hacarifa oğlunun dükkânda hemen çalışmaya başlamasını ister. Öyle ki Cumali dinlenemeden dosdoğru berbere gider. Hayatını değiştirecek bir karardan henüz habersizdir.
Berber Ziya usta bir berberdir ama asık suratı ve her şeye felsefi bir konu gibi yaklaşması onu popüler kılmıştır (olay örgüsünde üstlendiği rolü ve her şeyi bilen tavrıyla Madam Bovary’deki eczacı Homais’yi andırır); bu yüzden kasabalılar onun dükkanında toplaşıp zaman öldürmeyi severler. Tıraş biterken Berber Ziya Cumali’ye bıyığı kesmek istemediğini söyler. Cumali askerde bıyığı da sakalla tıraş etmenin kolaylığına alıştığından berberin ısrarını geri çevirmek ister. Ama berberde bulunanlar, Küpçüler’in Hacasan, Cumhuriyet İlkokulu’nun başöğretmeni Enver Arslan, sağlık memuru Ökkeş Celep, memur ve öğretmenlerin gözdesi halk ozanı Hacizzet Ocak (Âşık Hasreti) çevrelerini sarar ve bıyığı korumak isteyen Berber Ziya’yı desteklerler. O sırada kasabalıların “ayaklı ansiklopedi” dedikleri fizikçi Osman hoca dükkana girer ve “Vallahi Berber haklı, Bu bıyık genç bir bıyık, geleceği de parlak” der. (s.15)
Böylece daha anlatının başında bıyığın mitik bir nesneye dönüşmesi kasabalı erkeklerin uğrak yeri olan Ziya’nın berber dükkanında başlayan bir olay ve ilerleyecek bir süreç olarak karşımıza çıkar. Roman bu sürecin anlatısıdır.
Burada erkekler meclisinin kararı ve görüşleri kadar, bıyığa “genç ve geleceği parlak” bir varlık gibi bakılması dikkat çeker. Kaldı ki bir süre sonra bıyık neredeyse özerk bir varlığa dönüşecek ve Cumali’nin önüne geçecektir. Böylece erkeklere özgü bir nesnenin etrafında anlatı kurulacaktır.
Bıyığıyla akşam eve gelen Cumali’nin babası bu kararına ilişkin ilk sınavı vereceği kişidir.
“Ne o bıyık mı bırakacaksın? Cumali bıyığının ve çevresinin kızardığını duydu. Evet diye yanıtladı. Berberde yakıştı dediler. Hacarifa üç kez üst üste, gür ve ak pala bıyığını sıvazladı, “Bıyık avrat işi değildir, yakıştı diye bırakılmaz” dedi” (s. 17).
Cumali’nin çok da istekli başlamadığı bıyık bırakma hevesini ilk kaçıranın babasının olması söylencenin yapısında da uygundur. Söylencenin konusu olan nesne için onun mitik değerini onaylayacak, meşruluğunu bildirecek yetkilendirilmiş bir kişinin görüşüne ihtiyaç vardır. Burada bıyığın bağlandığı değerler sisteminin ve töre düzeninin sözcüsü Baba Hacarifa’dır. Kendi beyazlamış yani kıdemli palabıyığı ile erkeklere ait süslenme dizgesinin temsilcisi ve onaylayanıdır. Yakışma/yakışmama değil, bıyığı bir erkek olarak taşıma/taşımama değerini vurgular. Babanın bu uyarısı üzerine Cumali artık bıyığı kesemeyeceğini anlar: “babası konuya erkeklik açısından baktığına göre, bundan böyle bu bıyığı kazımayı kafasından çıkarması gerekirdi” (s.18).
Erkeklerden oluşan karar verici, değerlendirici, onaylayıcı topluluğun karşısında kadın değer dizgesini temsil etmek üzere Bedriye Abla yerleşir. Cumali babasının görüşünün yanında karısı Bedriye’nin de ne düşüneceğini beğenip beğenmeyeceğini dert etmektedir: Bir de Bedriye’nin “kes şu mereti”, diyeceği tutarsa” diye endişelenmektedir. Daha baştan bıyık bırakmak bir seçim/tercihten ziyade ikilem olarak karşımıza çıkar. Neyse ki Bedriye yüzünde ışıl ışıl gülümsemesiyle bıyığın yakıştığını belirtir ve mutlu bir kahkaha atar (s.18). Artık Cumali’nin bıyığının geriye dönüşü kalmamıştır.: “Bıyıklılığı sürdürmek bir kez daha kaçınılmaz oldu böylece” (s.18). Gelgelelim bıyık bırakma sürecinde kendine inancı tam değildir Cumali’nin. Aynada gördüğü yansımasına her seferinde dudak büker, kasabalıların o gün berber dükkânında kendisini makaraya aldıklarını düşünür.
Bıyığın serpilmesini artık başta bıyığın bakımını üstlenen Berber Ziya olmak üzere bu kararı verenler izleyecektir. Örneğin: “Tuzsuz Vaysal da gelip yakından baktı: “Bayağı ilerleme var, herhalde düğüne yetişir” dedi” (s.19).
Berber Ziya bıyığa her tıraş günü bakım yapar; gürleşmesini, hayranlık uyandıracak yoğunluğa kavuşmasını istemektedir. Sonunda berberin umduğu üzere “Cumali’nin bıyığı yürüyüşe geçer” (s.23); gittikçe gürleşir, sıklaşıp genişler, uzayıp durur, genç delikanlı bıyığından erkek bıyığına dönüşür. Bıyık gelişedursun kasabalıların algısının merkezine yerleşir. Örneğin geceleyin rastlayacak olsalar kim bilir belki de fosfor gibi parladığını göreceklerini düşünürler. Bıyığın serpilmesi büyülemektedir. Gözle görünen, birkaç hafta içinde bıyığın “oturaklı”, “gür ve koyu” bir bıyığa dönüştüğüdür (s.24).
Bedriye ile Cumali’nin düğün fotoğrafında Cumali’nin bıyığına bakıp bakıp “Şu bıyık var ya, şu bıyık: ben bu bıyık için gelini de boynundaki altınları da veririm” diyen Mevlüt’ün oğlu Kara Sadık bıyığın efsaneleşmesini dile getiren, bir bakıma muştulayan ilk kişidir.
Bıyığın bakımlı, göz kamaştırıcı hale ulaşması birbirinden çarpıcı benzetmelerle verilir: “Cumali bir şeylerden ürkmüş ya da bir şeyleri devirip kırmaktan korkuyormuş gibi kımıldamadan, gülümsemeyi, kaşını, kirpiğini oynatmayı bile göze alamadan oturuyordu koltuğunda, ama yüzünde sanki bir tansık gerçekleşmişti: daha on beş dakika önce, herhangi bir bıyığa bakar gibi, şaşırmadan, irkilmeden baktıkları bıyık şimdi gerçekten göz kamaştırıcıydı: eskisinin en az iki katı büyümüş gibi görünüyor, yanakların iki yanından, ben diyeyim üçer, siz deyin dörder santim dışarıya taşıyor, uçları kıvrıla kıvrıla yükselerek neredeyse gözlerinin düzeyine ulaşıyordu. Kısa mı, yoksa uzun mu olduğunu hiç kimsenin ayrımsayamadığı bir şaşkınlık suskunluğundan sonra, aynı anda, ortak bir hayranlık çığlığı yükseldi: dünyanın en görkemli bıyığı duruyordu karşılarında” (s.27).
Söylence mucizenin gerçekleşmesine eşlik eden büyülenmeyle meşru zeminindedir artık. Gelgelelim bıyığın sahibi, söylencenin öznesi, Cumali adım attığı yeri algılayamaz durumdadır (…) neredeyse yürümekte bile zorlandı, bıyığını düşürmekten korkar gibi, çekine çekine bastı yere, yeni bıyık dünyayla bedeni arasında bir duvar oluşturuyormuş ya da daha kötüsü kendisi büyümüş de dünya küçülmüş gibi bir duyguya kapıldı (…) Tuhaf bir korku düştü içine “İnşallah sonu kötü gelmez” diye söylendi (s.29-30).
Şu Bıyığın Ettiği
Mucizenin nesnesi bıyık herkesi başta Cumali’yi şaşkına çevirse de Bedriye durumu yadırgar: Kocasının yüzüne bakıp bakıp “Allah Allah! Koca bir bıyık! diye söylendi”(s.31) ; çünkü başka bir adama dönüşmesinden rahatsız olmuştur. Ona göre sanki kocası biraz yaşlanmıştır; adeta başkası, “buralı” olmayan birisi gibidir.
Görüntünün göz kamaştırma aşaması bitmiş, yadırganma aşamasına geçmiştir hikâye (s.33). Bıyığın varlığı ikisinin de uykusunu kaçırır. Ancak çoluk çocuk tüm kasabalılar Cumali’nin bıyığını görmek üzere toplanmışlardır. Hacarifa oğlunun taşıdığı bıyıktan çok memnundur. Cumali sınavı vermiştir. Erkekliğini babası tanımıştır. Öyle ya Berber Ziya’nın dediği gibi “Böyle bıyık Kanuni’nin yeniçerilerinde bile yoktu!” (s.43).
Kısa sürede Cumali “sırtına bir değirmen taşı yüklenmiş” gibi (s.39) hissetse de kasabalıların törensel coşkusuna çok geçmeden Bedriye’yle bitlikte alışır. Tüm aile çok geçmeden Cumali’nin bıyığıyla övünmeye başlar. Tüm kasaba bu kutsal bıyığa ve sahibine tapar. Âşık Hasreti bıyık türküsünü bestelemeye koyulur. Bıyık destanlaşadursun yavaş yavaş işlerin tersine dönme zamanı gelir çatar.
Cumali babasının ölümünden sonra Berber Ziya’nın aklına uyarak Hacarifa’nın giysilerini giymeye başlayıp herkesin yadırgadığı hatta korktuğu tuhaf bir yaratığa dönüşünce Bedriye tavır almaya başlar. “Çifte çengelli”, “mübarek”, “sustalı” diye anılan bıyığın kocasının dönüşümüne neden olduğunu anlayarak içten içe bıyığı küçümsemeye başlar (s.61): “Küçümsemekle de kalmadı: şalvarın peyiğini, kuşağı sırmasını alaya aldı, kunduraların gıcırtısından yakındı, bir zamanlar her fırsatta okşamaya çalıştığı çifte çengelliyi neredeyse bir düşman, aralarında bir engel gibi gördü” (s.61). Cumali ise duyarsız, tepkisiz karısının bağırıp çağırmalarına sessiz kalır ve giderek hayranlık mertebesinden “kimi yönlerine gülünebilecek bir insan” gibi, bir başka deyişle herkes gibi sıradanlaşır (s.62).
Berber Ziya bıyığın sembolik gücünü canlı tutmaya çalışır (“Hiç kime bu bıyığı başka bıyıklarla ölçmesin!” (s.63); Cumali bıyığının adamı olmalıdır, bıyığının saygınlığını korumalıdır. Soyadı olan Kırıkçı’yı Karapala olarak değiştirir, bıyık tüm varoluşuna yön vermektedir; ancak Bedriye bu karara direnir: “Sen avratlar gibi kendi soyadını bırakıp bıyığının soyadını aldın. Ben bir bıyık parçasına avratlık edecek kadın değilim” (s.87). Cumali’nin hayatında çatlaklar belirginleşir. Dışarıda kendi arkadaşlarıyla daha çok zaman geçirir. Bedriye onu eve almaz. Cumali ise simsiyah pala gibi bıyığıyla gündelik işlerini sürdürür. Bıyığı “Karapala” adıyla ikinci bir kişiye, Cumali’nin persona’sına dönüşür.
Çok geçmeden “Karapala”da beyaz teller çoğalmaya başlar; bıyığın gücü azalırken Cumali’nin de sonuna yaklaşırız. Teller incelir, seyrekleşir, sakal azalır. Cumali’nin çevresi de bunun farkındadır: ““Haklısın, bu bıyık bayağı zayıflıyor” dediler” (s.134). Cumali’yi bir korku alır, aynaya bakmaz olur. Sonunda gümüş saplı bıyık makasıyla gırtlağını keser.
Cumali’yi bambaşka bir insana dönüştüren “efsanevi bıyık” ona ölümü de getirir. Geriye kalan ise ona inananlar ve onun bıyığındaki güce tapanların kurduğu söylencedir. Son bölümde anlatıcının da belirttiği gibi yavaş yavaş söylence kimseyi ilgilendirmez olur; zamanla kasabalılar başka berberlere müşteri olurlar. Cumali’nin delikanlı bıyığından bir destan yaratan Berber Ziya ise eseriyle boş boş övünerek, ona inanmayanları bu mucizeye inandırmaya çalışarak yoluna devam eder.
Yer yer güldüren, çokça düşündüren Bıyık Söylencesi insan toplulukların destan yaratma hevesinin ve söylence merakının güzel bir parodisidir. Tahsin Yücel’in ustalıklı anlatısı görünmek ve olmak arasında sıkışan sınıfsal oyunlar, tapınma ve kutsama ihtiyacı ve toplumsal/kültürel göstergeler üzerine ince eleştirileriyle bugüne yerleşen bir masal gibi okunuyor.