Bilge Sönmez
Kıymetli Şeylerin Tanzimi; İmtiyaz, yahut Cici Kızlara Bir Roman kitaplarının yazarı Sezen Ünlüönen’in üçüncü romanı Cennetteki İlk Günüm Bir Tık Daha İyi Olabilirdi, geçtiğimiz Şubat ayında İletişim Yayınları’ndan çıktı. İlk kitabı Kıymetli Şeylerin Tanzimi’nde anlatı, birden çok anlatıcının gözünden aktarılan bir aile romanıdır; ikinci romanı İmtiyaz, yahut Cici Kızlara Bir Roman’da ise aile daha geri plana itilmiş ve kadınların çevrelediği bir roman meydana gelmiştir. Yazar, son çıkan romanı Cennetteki İlk Günüm Bir Tık Daha İyi Olabilirdi’de ise bir erkeğin gözünden cenneti tasvir eder ve bireyin öne çıktığı bir roman anlatısı sunar.
“Cennetteki ilk günüm bir tık daha iyi olabilirdi. Zaten Sur’a üflenmesi, haşir, bas, yok efendim amel defterlerinin gelmesini bekle derken sıkıntıdan patlayacak gibi oldum.” (sf. 7) Bu cümlelerle başlayan romanda, ironik dil romanın sonuna kadar varlığını korur. Böylece, ilk iki kitabında da esprili ve oyuncu bir dil benimseyen yazar için ironi, eserlerinin ana unsuru hâline gelmiştir.
Romanın baş karakteri Kamil, Sur’a üflenip kıyametin kopmasının ardından, ilahi dinlerdeki ortak ahiret inancını İslamiyet’e göre adım adım anlatır. Kendi inançsızlığını, Müslüman kimselerin cennete uzanan yolcuğunu, kişinin çocukluktan itibaren dinle kesişen yaşamını onun gözünden görürüz.
“(…) rahmetli neneciğimin her bayram kestirdiği koçların sırtında Sırat Köprüsü’nü adım adım katederken içim şöyle bir ürpermedi değil. Çocukluktan hatırımda kaldığı kadarıyla gayri ihtiyari üç Kulhu bşr Elham’ı hemen çabuk çabuk okuyuverdim ama karşı tarafa ulaşıp da kendimi cennete kabul alanında bulunca şöyle derin bir oh çektim.” (sf. 7-8)
Bireyin içsel yolculuğunu anlatan bir roman olarak anlatının birinci kişi ağzından aktarılması önemlidir. Romanın anlatıcı kişisi Kamil’in anlam veremediği hiçbir olay bizim için mantıklı değildir, zira biz okur olarak cennet yolculuğunu yalnızca onun zihniyle idrak ederiz. Yazar, dünyevi yaşantının mantık çerçevesinde gelişen olaylarından azade olarak, absürt olayları cennette olmanın verdiği esneklikle romana dahil eder. Mantık çerçevesine oturtamadığımız hiçbir olay, romanı okurken bizi rahatsız etmez çünkü ne de olsa gerçek olmayan, uhrevî bir mekândayızdır.
Cennetteki İlk Günüm Bir Tık Daha İyi Olabilirdi, cennete kabul edilen Kamil’in, ilk günden başlayarak yaşadığı bir dizi olayı anlatır ve bu olaylar esnasında cennette kurulan sistemin günümüz dünyasından bir farkı olmadığını gösterir. Oldukça ironik bir dille anlatısını oluşturan Sezen Ünlüönen, romanın isminde de gördüğümüz üzere klişeden kaçmayarak genç kuşağın kullandığı ayrıksı dili metne dahil etmiş, kalıplaşmış birçok ifade dilini olduğu gibi göstermeyi tercih etmiştir. Bu da romanın bir cennet tasviri olduğunu bir kenara bıraktığımızda, oldukça gerçekçi ve tanıdık bir anlatı sunar.
Bu cennet parodisinde, modern zamanda yaşayan orta sınıf insanının gözünden toplumun alt ve üst sınıflarını görürüz. İlahi dinlerde iyi amel sahibi ve inançlı insanların cennete gideceği inancının var olduğunu biliyoruz, bu roman bildiğimiz cennet tasvirlerinden daha farklıdır. Kamil, cennete kabul edildiğinde, yalıda yaşamaya başlıyor. Fakat birçok insan Boğaz kıyısında bir yalıda yaşamak istediği için sonsuza kadar uzanan bir boğaz inşa ediliyor. Ya da insanların huri taleplerine yetişilemiyor, araba sahibi olmak isteyen herkes birinci el arabaya sahip olamıyor. Trafik sorunu ortaya çıkıyor.
Sezen Ünlüönen, ilk iki romanında da, kişisel okuma serüveninden yola çıkarak farklı eserlere referans verir ve bu eserlerden alıntılar yapar. Yazar, Deniz Yüce Başarır’ın hazırlayıp sunduğu “Elim Kalem de Tutar Kadeh de” podcast serisindeki söyleşisinde, Cennetteki İlk Günüm Bir Tık Daha İyi Olabilirdi romanındaki referansının ise Yahya Kemal’in İstanbul tasviri olduğunu söyler. İstanbul, birçok insan için kaos ve çirkinlik olsa da, şehri sevenlerin vazgeçilmezidir. Romanda aynı zamanda Milton’un Kayıp Cennet’ine de gönderme yapılır. Aynı podcast programında yazar, ilk iki romanının yapı taşı kabul edeceğimiz aile kavramına bu romanda pek yer vermek istemediğinden bahsetse de, romanda Kamil’in ailesinden bazı kimseleri görürüz fakat bu kişiler romanın gidişatını pek etkilemezler.
Roman boyunca Kamil’in cennette yaşadığı olayları günlüğüne not edişini okuruz. Günlüğüne bazen “ey okur”, “ey kari”, bazen de “günlük, günlükçüğüm” diye seslenerek gördüklerini ve yaptıklarını ironik bir dille anlatır.
Kamil iyi bir caz dinleyicisidir, yelkenli sporu yapar ve espressosuz güne başlayamaz. Evlenip boşanmıştır, bir kızı vardır. Kamil, günümüz orta sınıf beyaz yakalı insanının inşa ettiği tasasız yaşantının bir simgesidir. Etrafında karşılaştığı toplumsal sorunlara, sınıf farklılıklarına ve yaşam dengesizliklerine pek takılmaz, tüm bu sorunları göz ardı eder ve çok irdelemeden bireysel bir yaşam sürmeyi tercih eder. Protestolara yaklaşmaz, bu eylemlerin sistemde bir değişiklik yaratmayacağını düşünür. Korkaktır, işçi-emekçi bilinci yoktur. Terden, kalabalıktan rahatsız olur, dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünen burnu havada bir insandır.
Cennette işler yolunda gitmez, dünyevi sorunlar burada da devam eder. Bu durum bizlere, belki de Kamil’in cehennemi, cennete olduğu sanrısı ile bir türlü mutluluğa ve huzura erişememesidir diye düşündürür. Kamil, o kadar kendisine dönük yaşar ki, etrafındaki absürtlüğü sorgulamaya ihtiyaç bile duymamıştır. Cennet komşusu Ada’nın sorgulayıcı ve hassas yapısı ile tamamen zıt bir karakter gösterir. Yazar, Kamil ve Ada arasında bir zıtlık yaratarak onların kişiliklerini daha da belirginleştirmiştir. Şu satırlarda, Kamil’in içinde yaşadığı topluma ve durumlara karşı ne kadar kayıtsız kaldığını görürüz:
“ ‘Cennette her şey tam sizin istediğiniz gibidir, herkes ve her şey layığını bulur,’ dedi. Ada’nın ‘Ne demek bizim istediğimiz gibi? Biz kimiz? Bizim kararımızı kim veriyor? Ben gerçek insan gılman istiyorum dersem gerçek gılman mı gelecek? Yazık değil mi o adamcağıza, bakalım benim gönlümü hoş tutmak istiyor mu?’ soruları yine o aynı hikmetli, çak bir tokat suratına ifadesiyle, ‘Cennette her şey tam sizin istediğiniz gibidir, herkes ve her şey layığını bulur,’ lafından başka bir yanıt bulamadı. O âna kadar huri insan mıymış, melek miymiş, robot muymuş hiç umrum olmadığı halde bu cevabın uydurukluğu karşısında benim bile canım sıkıldı.” (sf. 19)
Roman; yakın dönem sosyal ve politik ortamının karmaşasının, kişinin bilinçaltına yerleştiği ve tüm bunların bir araya toplandığı absürt bir rüyanın tüyler ürpertici anında uykundan uyanmışız gibi bir hissiyat yaratır. Anlam bütünlüğünden uzak, bozuk bir sistemde savrulan bir dizi insanın yaşadıklarına anlam aramasını ama yine de olayların bir türlü çözülememesini okuruz.
Romanın sonundaki şiirsel paragrafta kişi, her şeye muktedir olan bir “el” olduğunu söyler. Roman boyunca Kamil’in bilinçaltındaki olaylar, onun cennetteki yaşamına yön verir. Cennette her şeyin insanın istediği gibi olacağını varsayan Kamil, olayların dünyadakine benzer bir şekilde işlediğini fark ettiğinde afallar. Kendi dünyasındaki sorunları çözmeye çalışırken dar bir çember içinde dönüp durur ve en sonunda yine kendi kendiyle baş başa kalır, hiçbir sonuca ulaşamaz, çemberin içindeki ufak bir nokta haline gelir ve orada sıkışıp kalır. Kamil’in hak ettiği cennet derecesinin bu kadar olduğu, aslında onun cennette olduğu sanrısıyla bir cehennem azabı yaşadığı gibi farklı teoriler üretebiliriz romandaki bu cennet tasvirinde.
Dünyadaki toplumsal sınıf farkı cennette de vardır. Cennetteki işçiler, kusursuz bir cennet deneyimi yaşayacaklarını düşünen seçilmiş insanlara hizmet etmekle yükümlüdürler ve aynı zamanda onlar da cennette oldukları hâlde neden hizmet etmektedirler? Acaba onlar da cennette hizmetkârlar olarak kendi cehennemlerini mi yaşamaktadırlar? Fakat hizmet gören seçilmiş cennet sakinlerinin, cenneti hangi iyi amel ve düşüncelerle hak ettikleri sorgulanmalıdır. Bu noktada yazarın, yalnızca uhrevî bir cennet tasvirine çalışmadığını, romanını dünyada cenneti ve cehennemi yaşayan iki farklı sınıf olduğunu ifade etmek üzere kurduğunu da düşünebiliriz.