
Dilan Darğa
Fakir Baykurt’un Can Parası eseri ilk kez 1973’te Remzi Kitabevi tarafından yayınlanmıştır.
Fakir Baykurt, eserin içeriğindeki her hikâyede köylünün bir başka halini yansıtmış durumdadır. Hayatlarının alışılmış çaresizliğinde küçük umutlara kapılıp büyük hayal kırıklıklarıyla baş başa kalan köylülerin dünyasına ayna tutmuş ve bu yansımadaki gerçeklik sayesinde de eser 1974’te Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık görülmüştür.
Eserin içeriğinde; Can Parası, Keklik Eti, Çizmeler, Güldede, Gazi Büyürken, Kulakçı, Merzifonlu Koca Zeynel, Balyalı Deli Kemal, Cenan, Keller Köyü, Cumhur Ali, Macır Osman, Kavak 214, Emecik’in Muhtarı, Kız Mehmet, Durgadın, Âdem, Domuzcular, Kızlanlı Halil’in Fidanları, Palaz, Şıhlıgöz Yolunda başlıklarıyla sunulan 21 hikâye yer alır. Söz konusu eserin okumalarının sağlandığı 4. baskısının giriş bölümünde yazarın bir röportajına da yer verilmiştir. Yazar bu röportajda genel itibariyle hayata ve romanlara bakış açısından bahseder. Aynı zamanda (1948 itibariyle) köy öğretmenliği yaptığı dönemin de üzerinde durur. Gözlemci yönünün yazarlığının en büyük parçası olduğunu dile getiren yazar, ifadelerinde okuyucularına adeta yazdığı öykülerin göbeğinde bir yaşam sürdürdüğünü hissettirir.
“Sanat; yazacağın yazıyı çok derinlerden, ta bilincinin derinlerinden çıkarıp getirmektir. Sadece kendi bilincinin değil, toplumun bilincinin derinlerinden…” (s.18)
Eserin bütününe de ismini veren Can Parası başlıklı ilk hikâyede yazar, okuru Sadullah Bey’in çaresizliğiyle baş başa bırakıyor. Yaşadıkları köyde sağlık ihtiyacını karşılayacak bir hastane bulunmadığından Sadullah Bey ve kızı Cemile Ankara’ya gelir. Cemile’nin şiddetli baş ağrısına geliştirilmiş sağlık ekipmanlarıyla ancak tanı konulabileceğinden Ankara’da büyük şaşkınlıklarla bakakaldığı yeni hastanelere başvurur.
“Parasız hiçbir şey yok! Su bile yok… Allah’ın suyu bile yok parasız…” (s. 25)
Sadullah Bey’in hastanelerin asansörlerine, çalışanlarının bakımlarına gösterdiği şaşkınlık ifadeleri onun modern hayattan ne denli uzak bir köyde yaşam sürdürdüğünü açıkça gösterir.
“Fakat ya toplumsal sorumluluklarımız? Ve toplumcu sorumluluklarımız? Yani benim mutsuzluğumun başlıca nedenleri!.. Bu koşullar içinde nasıl mutlu olurum? Sadullah’ın kızını parasız tedavi edebilseydim, onu üzmeden, yormadan… Ve onunla birlikte ötekileri tedavi edebilseydim, yani edebilseydik, yani sağlık bütün yurttaşlar için parasız olabilseydi, yani benim toplumcu özlemlerim hep böyle, ama kahroluyorum sağır çerçeveler içinde! Bu sınırlamaları hiç sevmiyorum, çok çok nefret ediyorum bu çerçevelerden!” (s.48)
Sadullah Bey’in kızı Cemile’nin, umuda bu kadar yaklaşmışken kollarında ölmesi oldukça trajiktir. İçinde bir yerde kızının kurtulduğu düşüncesini duyması onun çaresizliğinin bir başka yansımasıdır.

Keklik Eti hikâyesi, Isparta’nın köyünde boşalan mal müdürlüğü görevine atanan Ramazan’ın köylüye kendini kabul ettirme serüveniyle örülüdür. Ramazan memuriyetinin gerektirdiği tüm bilgiye sahip, işine sadık bir mal müdürüdür. Kimi köylüler, işlerin bu denli hakkıyla işlemesinden rahatsızlık duyarlar. Bu esnada köylerdeki memuriyet işlerinde alışılmış yolsuzluk kendisini açıkça gösterir.
“Kalkıp toka etti, hal hatır konuştu, şeker tuttu. Dili bile kırılmamıştı. Arada bir argo kaçırıyordu. İşiyle ilgili yasa kasa bilgilerinden bir eksiği yoktu. Ama yadırgadılar Ramazan’ı.” (s.60)
Köye gelen bir müfettişin Ramazan’ı halkla olan bu samimiyeti ve eğlencelere katılma sebebiyle uyarır. Ramazan, müfettişin bu kadar basit eğlencelere, üstelik köylülerin de dahil olduğu bu dostça sohbetlere karşı tavrından oldukça rahatsızlık duymuştur. Ramazan, müfettişin kendisini uyardığı eğlence sofrasında karşısındaki masadadır. Müfettişin keklik yerine karga yiyişini izler. Bu esnada müfettişin söyledikleri dikkat çekicidir:
“Burayı hiç sevmedim.” dedi müfettiş yekten. “Kekliğinde bile iş yok!” “Çekinmekte çok haklısınız bravo!.. Baksana şu yediğime, asker kayışı gibi, çiğne çiğne ezilmiyor! Ama adı keklik ya, heves ediyor insan… Eee, şerefinize.” (s.70)
Bu ifadelerde aslında sorumlulukların belli koşullara kadar sürdüğü ve bir zaman sonra kişisel taleplerin devreye girdiği açıkça görülür. Ramazan’ın, müfettişi kekliğini yerken izlemesi oldukça etkili bir andı. Adına tam olarak intikam denemeyecek ama çok da masum olmayan bir cezalandırma saklıydı bu seyirde. Oysa kendisini şikâyet eden kişiyle daha dostça bir uzlaşma yaşayabilecekken müfettişin riyakarlığından intikam almak isteği derin bir öfkenin göstergesiydi.
Çizmeler, Sivas’tan yukarıda, Erzurum yolunun üstünde, belediye başkanlığı seçimine hazırlık yapan küçük bir kasabanın öyküsüdür. İlhan ve Hacı Osman bu seçim için adaydır. İlhan, köylüyü de şaşkına uğratacak bir şekilde köyü kapı kapı gezip köylünün dertlerini dinleyen idealist bir gençtir. Hacı Osman ise kendinden oldukça emin bir şekilde sadece İlhan’ı eleştirerek ve onun genç yaşına dem vurarak seçmenleri etkileme uğraşındadır.
“Çevredeki her kasaba suya alettiriğe kavuştu, mezerliklerinin bilem fırdolayı çevrildi, ama biz tozun torpağın içinde yüzüyoruz. Kör kandille oturacağız deye, iki teneke gaz bulacağız deye sürüm sürüm sürünüyoruz. Politikaylan çıkılır bu işlerin içinden …” (s.73)
Seçimin İlhan tarafından kazanılacağının tüm köylüler tarafından bilinmesine rağmen, Hacı Osman, köylüye dağıttığı çizmelerle seçimin kazananı olur.
Köylüler çizmelerle seçim sandığına gelir, çamurlu yolları çizmelerle geçerler. İlhan, oyunu çizmelere satan köylülerden dolayı seçimi kaybetmiştir. Asfalt sorununu uzun vadede giderecek olan adaya değil, ucuz yoldan aldığı çizmeleri dağıtan adaya bel bağlamış köylülerin genel itibariyle politik süreçleri akılcı değil de çıkarcı yönettiği -yönetmek zorunda hissettiği- açıkça görülür.
Diyaloglardaki söylemler, okuyucuyu köylülerin yaşam alanına dahil eder ve okuyucu hikâyeyi resmen köylüden dinleyen bir konuma geçer. Yazarın üslubunu bir meddah gibi yönetmesi ilerleyen hikâyelerde de sürer.
Güldede hikâyesinde hastanelerde bir türlü tedavisi sağlanmayan Neslihan’ın eşi Ado ile birlikte türbede umut arayışını işler. Hikâyeye ismini veren Güldede türbesinde kendileri gibi dilekte bulunup adak adamaya gelmiş hastalarla da karşılaşırlar. Köylüler gerekli tedavileri sağlanmadıkça çeşitli batıl inançlara başvurur ve adak adayıp bir umutla beklerler.
“Ama Güldede’ye varanda, duasını görende, belki suyun başına oturanda diyecekti bir bir, hem de kesin!” (s. 82)
Neslihan’ın her fırsatta çocuklarını düşünmesi, eşinin bu çileden kurtulmak için başkasıyla evlenmesini istemesi ve bitmek bilmeyen sancılarının içinde ölümü dileyecek bir noktada olması; tümüyle sağlık imkanlarının kısıtlı oluşuyla ilişkilidir. Köy ve kasabalardaki bu çaresizlik hali köylülerin taşları öperek amansız bekleyişleriyle sürüp gider.

Gazi Büyürken başlıklı hikâye ise anne babası kapıcılıkla uğraşan Gazi’nin zor şartlar altında yetişmesini konu edinir. İsmail ek gelir olması amacıyla inşaatlarda çalışıp kapıcılık işini ihmal ederken, Zeynep de kapıcılıkla uğraşıp çocuklarını ihmal etmektedir. İsmail ve Zeynep; apartman sakinlerinin tüm isteklerini karşılarken, oğulları Gazi hayatında hiç bilmediği yiyeceklere hayran hayran bakmaktadır. Gazi bir şişe nefti (petrol yağı) kola zannedip içerek zehirlenir ve hastaneye kaldırılır.
Bu hikâyede köylülerin maddi zorluklarının, bakım sıkıntılarının, ebeveyn olarak çaresiz kalışlarının resmi çizilir. Köylerinden çıkıp şehirlere çalışmak üzere gelen ailelerin koşulları, özellikle hastane ihtiyaçları konusunda zorlaşmaktadır.
Kulakçı hikâyesinde ise kulak rahatsızlığından şikayetçi bir hastanın hastaneye gitmeye ikna edilişi ve sonrasındaki endişeli süreci ele alınır. Hastanın kulaklarını bir doktor yerine hastane hizmetlisine temizletmesi ama bundan övgüyle bahsetmesi hastane yönetimi için bir infiale yol açar. Hizmetli G.Ş.’nin işinden alınması üzerine hasta harekete geçip tüm resmî kurumlarla iletişime geçer. Burada bir köylü çocuğunun hastanedeki temizlik işleriyle ilgilenirken bu denli hassas bir tedavi işlemini başarması ve bu işe hevesli olması oldukça dikkat çekicidir. Söz konusu olayda hastayı etkileyen nokta, imkanları dahilinde çok başarılı olabilecek bir hizmetlinin bu denli hor görülmesidir.
Hikâyedeki dikkat çekici bir nokta da bakış acısıdır. Birinci kişili bakış açısı odağında oldukça diyaloglarla süren bir anlatım kullanılmıştır. Okuyucunun hastanın zihnindeki dünyayla bu denli içkin olması tedavideki endişe halini son derece hissettirir. Yer yer monoloğa dönüşen bu aktarımla okuyucu ve karakter arasındaki duvar incelir.
Merzifonlu Koca Zeynel’in hikâyesi esir hayatından bir kesitle başlayıp bir gün ansızın geçirdiği kalp kriziyle son bulur. Gelininin namusunu korumak için cinayet işleyen Zeynel, hapisliği boyunca köyünün güzelliklerini özler, döneceği günü düşler. Nihayetinde köyüne döndüğünde ise yaşadığı hayal kırıklığı sebebiyle ölür.
“Ne mescit, ne minare. İmamı da çok uzaktan görüyordu. Ama dini bütün bir insandı müthiş! Cezaevinde öyle durgundu ya. Köye geldi değişti. Köyde dört, kırda sekiz gidiyordu. Vurdu mu iki elini kıçına, ya çapılacak pancarda, yada sulanacak buğdayda alıyordu soluğu.” (s.129)
Fakir Baykurt, Merzifonlu Koca Zeynel hikâyesinde bireyin iç dünyasını, kendi gözlemleriyle birleştirip Anadolu insanının yaşamını, beklentilerini, düş kırıklıklarını çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer.
“Kapanacağım eve, şöyle en azından bir yıl dam altında kalacağım. Günde birer saat, ikişer saat, derken üçer saat, alıştıra alıştıra, beton gibi donan yaşantımı yumuşatacağım, ondan sonra açılacağım kıra felan! Vallahi, aynen böyle yapacağım.” (s. 131)
Balyalı Deli Kemal hikâyesinde ise toplumsal sınıf ayrımının adeta bir tablosu çizilir. Hikâye, Balyalı Deli Kemal olarak anılan şoförün, Balıkesir-Edremit yolculuğu esnasında aracına aldığı yolcuların diyaloglarıyla örülüdür.
Şoförün yan koltuğunda iyi giyimleri ve puro içmeleriyle dikkat çeken üst sınıf insanları yer alır. Onların arkasında biri kasap ikisi vergi işleriyle ilgilenen üç orta sınıf insanı oturmaktadır. Hemen arka koltuğunda biri memur, biri zeytinyağı alım satım işleriyle uğraşan bir tüccar ve memurun iyi para kazandığının göstergesi niteliğindeki gösterişli eşi oturmaktadır. En arka koltukta ise şehir merkezlerinde para kazanmaya uğraşan köylü çocuğu yer alır. Bu insanların ortak noktaları Balyalı Deli Kemal’in aracında olmalarından öteye geçemez. Bu duvarlar diyaloglarda oldukça belirginleşir. Hikâyenin sonunda minibüstekilerin tavırlarını gözlemleyen Balyalı Deli Kemal, bulunduğu uyarılarla adeta bu duvarı yıkmayı amaçlar.
“Alın öyleyse! Ben de gitmiyorum! Bana Balyalı Deli Kemal derler! Bir pire için yesyeni yorganı cayır cayır yakarım ben. Hem sigara, hem puro; hemi de köylüler için bir ton laf, küf! hakaret! Olamaz, böyle haksızlıklara gelemem! Kendim de bir köylü parçası olduğumdan, ettiğiniz laflar gücüme gidiyor! Herkes haddini bilsin az çok… Haydin bakalım” (s. 139)
Bu minibüse imgesel bir yaklaşımla bakarsak; Fakir Baykurt’un okuyucusuyla buluşturduğu her eserinde bu koltuklara yerleştirecek karakterlerle örülü bir ortaklık yer aldığını görürüz. Kuşkusuz bu durum Fakir Baykurt’un bir gerçekliğe yaklaşımı, bu gerçekliği okuyucuyla buluşturma biçimiyle ilişkilidir.
Cenan’ın kendi sözlerinden örülü Cenan hikâyesi bakış açısı olarak önemli bir yer tutar. Yaşamının tüm zorluklarını anlatıcı olarak üstlenip aktaran Cenan, adeta bir sitem öyküsü sunar. Gördüğü şiddetin, durmaksızın hamile kalışının ve yedi kız çocuğu sahibi oluşunun; hayatının gidişatını urgan gibi bağlamasının sitemidir.
“Kaldığınız yerin kıyıcığına sinmiş, sıkışmış bir çayır var mı? Aman o çayıra bakarak olun. Belki Cenan’ı göreceksiniz. İki elini göğsüne bağlamıştır. Yıpranmış yoğşumuştur üstü başı. Dişleri kırık döküktür. Biçimli güzel yüzü gün günden sarıya döner.” (s. 147)
Cenan’ın kendisini, tatilcileri hayretle izlediği izbe bir köşeye yerleştirmesi, aslında onun dünyada kendini konumlandırdığı yerdir.
Cenan tüm köy kadınlarının konuşucusu ve ne yazık ki aynasıdır.
Keller Köyü hikâyesi, köye bağlı, yüksek bir beldede açılan gazinoyu ziyaret eden iki arkadaşın sohbeti ekseninde ilerler. Diyaloglarla örülü bir biçimde, köylülerin bu gazinodan hiç faydalanamayışını konu edinir.
“İster Keller Köyü saaay, ister Körler Köyü! İşte bizim köy budur Beyabeyim.” (s. 155)
Köyün “Keller Köyü” olarak anılmasının sebebi tam olarak sunulmasa da saçları dökülmeye yakın erkeklerin şapkalarla gezmesinden pay biçilir. Zaman zaman “Körler Köyü” olarak anılmasının sebebi ise köylülerin haklarını aramayışı hatta bir hak sahibi oluşlarını bile bilmeyişiyle ilişkilidir. Gazino sahibinin cami minaresini yaptırarak bu işten sıyrılması köylülerden faydalanan kimselerin temsilidir.

Cumhur Ali hikâyesi idealleri olan eski bir memurun, yerleştiği Ağayin köyündeki mücadelesini konu edinir. Tarla sahibi Cumhur Ali’nin diğer tarla sahibi patronlarla arasında bitmek bilmeyen haklı rekabeti söz konusudur. Gözü paradan başka hiçbir şey görmeyen ve kendi tabiriyle bu “Ekremoğlu Ekremlerle” hiç işi olmayan; işçinin emeğini yok saymayan, işçiye değer veren Cumhur Ali’nin öyküsü; okuyucuya çarpıcı gerçeklerle merhamet duygusunu hatırlatmaktadır.
“Belki, asalak beylerin, hazıryiyicilerin temelli egemen olduğu ortamlarda, işçilerin köylülerin, çalışan insanların kardeş dü zenine giden çileli yolun sarplarındaki “başarı”lara -uzak, belki çok uzak, ama olgun bir ayva gibi, nar gibi elimizin uzanma sını bekleyen “başarı”lara- inancı, bu sarsı.lmaz inancı, onu sa dece emekçilerle ve çocuklarla iken güleç ve konuşkan yapı yor, susukluktan çıkarıyor belki.” (s.159)
Cumhur Ali, devletle işçiler için aradığı mücadeleyi kimi zaman köylülerle de çarpışarak aramak zorunda kalan idealist bir kimliktir.
Yazar bu hikâyede köy yaşamında bağı ve bahçesine maddi olmasının ötesinde manevi bağlar kuran köylüyle; kendini maddi yönden kurtarmaya çalışan ve çıkar gözeten köylüyü-patronu karşı karşıya getirmiştir. Bu karşılaşmaların tümünde trajik bir son ve alışılmış bir çaresizlik durumu baskındır.
Macır Osman, Balkanlar’da tarlaların kooperatif işçiliğine geçmesi üzerine Türkiye’ye göç eden Osman’ın pişmanlık hikâyesidir. Osman, kendini ve ailesini Balkanlar’da yurtsuz hissetmiş ve tarlalarını satıp Türkiye’de umut aramaya koyulmuştur. Sırasıyla Ankara, Bilecik, Bursa, Manisa gibi şehirlere göçmek zorunda kalan Osman, yurdum dediği yerde barınmamış ve göçmen kimliğiyle durmadan ötekileştirilmiştir. Tarlaları yakılmış, hayvanları öldürülmüş, evi taşlanmış ve canına kast edilmiştir. Gittiği her şehirde daha da çaresiz ve umutsuz kalmıştır.
“Osman çok döktü, çok düşündü. Günler gelip geçiyor. Bırak öyle serili serpili tarlaları, bir evyeri bile bulamayacak! Umutsuzluk denizinde kayıbolup gidecek! Döğmeye başladı kafasını.” (s.167)
Kooperatiften kişisel olarak bir kazanç sağlayamamaktan korkarak sığındığı yurdunda adaletsizlikle ve başkaca bencilliklerle mücadele etmek zorunda kalan Osman; geldiğine pişman bir halde, tarlalarda işçilik yaparak geçimini sağlamaya çalışır.
“Kanatlandırdılar Macır Osman’ı. Ama uçurmadılar öyle yükseklerde.” (s.169)
Kavak 214, küçük yaşta okuldan alınan ve çocuk işçi olarak çalıştırıldıktan sonra politikaya atılıp bu alanda gelişen, işlerini riyakarlıkla, peşkeşle yapan İrfan’ın öyküsüdür. Politikayı bir yana bırakan İrfan, yerli üretim için tarlasına kavak ağaçları dikmeye karar vermesiyle aslında toprakla hiç uğraşmamış olmasının eksilerini görmekte ve belediyelerden yardım istemektedir. İşlerini daha önceleri kurnazlıkla hallettiren İrfan’a bu kez yardımcı olmayacak olan belediye müdürü talihsiz bir olaydan sonra yardım etmek mecburiyetinde kalır.
Hikâye genel itibariyle köylerde geçen yolsuzluklar ekseninde ilerler ve kendi işlerini yoluna koyan İrfan’ın insani zayıflığını yansıtır.
Emecik’in Muhtarı bir söylentinin öyküsüdür. Köyde yaşanmış bir olay üzerine sohbet edenler Zeybek Mehmet için hem iyi hem kötü konuşurlar. Hikâyenin sonunda “otuz yıl öncesiydi” ifadeleri kullanılır.
Söylenene göre bundan otuz yıl önce Zeybek Mehmet’in kovanlarından petek petek bal yiyen iki arkadaş yakalanmıştır. Zeybek Mehmet de bu iki arkadaşı kollarından bağlayıp köy meydanında gezdirerek cezalandırmıştır. Bunun üzerine muhtarı Camal Altıkulaç’ın da aynı cezayı Zeybek Mehmet’in iki oğluna uyguladığı söylenir. Yıllar sonra bir derede Zeybek Mehmet’in ölüsü bulunur ve otopside nasıl öldüğü anlaşılır. Camal Altıkulaç kısa bir süre cezaevinde yatar. Geriye ise Zeybek Mehmet’in kızının ağıtı kalır:
Odalar yaptırdın da önü turalı
Tepende bulutlar aklı karalı
Kalkıver babacım yatma yerlerde
Seni furan dürzü bilmem nereli?
Atın vardı şahan, atlayamadın
Tabancan döküldü toplayamadın
Bir Sülük Camalı haklayamadın
O seni alnından furdu fııralı.
Ak pınardan akan sular ılık mı?
Dizilmiş kovanlar balla doluk mu?
Oğlunun kızının benzi soluk mu?
Kurşunlar kalbinden girdi gireli. (s.190)
Bu hikâyede köy ve kasabalardaki hiyerarşinin işleyişi görülür. Zeybek Mehmet bir ağa olarak köylüleri cezalandırır, Camal Altıkulaç bir muhtar olarak…
Kız Mehmet, yaşamak istediği hayat tarzıyla hep hor görülen ve hiçbir işte başarı yakalayamayan Mehmet’in kendi dünyasını yaratma serüvenini işler.
Yazar bu hikâyede Kız Mehmet’in hayatından bir kesiti “16’lık göstergeç” ile izlettiriyor. Hikâyede kız Mehmet kibar iyi giyimli ve klasik cinsiyet kavramlarına dahil “erkek” profilinden uzakta kalmış bir tiptir. İyi giyimi ve kendine gösterdiği özenle adının önüne “kız” sıfatı konmuştur. Kız Mehmet dikiş tutturamadığı, kendi tabiriyle çürük iş diye adlandırdığı işlerde başarısız olup bir mahalle sineması fikriyle umut kazanıyor.
“Giyimi çok yeni modalara özenmiş, ama değil. Traşı da öyle. Kremler falan sürünüyor. Esans kokuyor her zaman. Ama besbelli oluyor, geliri az. Ucunu ucuna zor kavuşturuyor. Ona kolay işlerden olacak. Oturduğu yerden para kazanacak. Kamyon süremez. Taş kıramaz. Balığa gidemez. Duvar öremez. Onarımcılık, kaynakçılık bilir biraz, onları da yapamaz. Yüzü akça pamuk görünümünde. Elleri narin. Sınamış denemiş, çok işe girip çıkmış, dikiş tutturamamış.” (s.193)
Mehmet’in bu yolculukta kendi işini kurmasını okumuyor adeta seyrediyoruz. Hikâyenin samimi havası ise sinemadaki seyircilerin doğal halleri ve aralarındaki konuşmalarla örülüyor. Cinsiyet rolleri ve göstergeleri konusu Kız Mehmet’in yaşamı üzerinden işlenip ve ötekileştirildiği de vurgulanmış durumdadır.
Durgadın hikâyesi başlığa da adını veren karakter olan Durgadın’ın ailesiyle beraber sürdürdüğü köy hayatını anlatır. Bu hikâyede dikkat çekici ilk nokta anlatıcı(lar)dır. Köy öğretmenlerinin ve karakoldaki memurların Durgadın üzerine sohbeti halinde ilerleyen bu hikâyede birden çok anlatıcı vardır.
“Kızların çağı, on dördünde, on beşinde tamam. Okuyup bir işin sapına yapışmazsa, çağı gelen kocaya gidiyor. Gitmese de götürüyorlar. Ne boyları boy, ne kemikleri kemik daha. Nasıl kıyarlar, nasıl alırlar? Yürekleri tıp tıp vuran kuşlar gibi ürke ürke, korka korka gidiyorlar onlar da! (s.198)
Öğretmenler, Durgadın’ın öğrenciliğinin çift dikiş ilerlemesinin sebeplerini tartışırlar. Kız çocuklarının, köy yaşamında kendi varlıklarını bir türlü kabul ettirememesi ortak bir kadere dönüşmüştür. Ya anne ya eş ya da tükenmek bilmeyen köy işçiliğine mahkum edilen ve bu esnada derslerinden geri kalan tüm kız çocuklarının temsilidir Durgadın.
“Yerlerde, havalardan bilinmeyen, görülmeyen kuytularda ne kızlar, adsız, sahipsiz, büyüyor, tatlanıyor, ama yaşayıp yaşamadığı bilinmeden silinip gidiyor! Ne zaman yüksek devletimiz sahip çıkacak da muradını alacak böyle kızlar acaba?” (s.199)
Köy yaşamında yazgı olarak kabul görülen tacizin, tecavüzün, traktör kazalarının bedeli, tıpkı Durgadın’ın da bir keçi ve oğlağa satılması kadar ucuzdur.
“Ve o ufacık boyuyle, küçücük, Betçe köylerinde biten incirler kadarcık göğüsleriyle, gidip oralarda, dağ içlerinde, kendi gibi kızlar, Halil gibi oğlanlar doğuracaktı.” (s.202)
Âdem başlıklı hikâyede başkarakter Âdem, kendi adını ve soyadını verdiği “Âdem Coşar Çay Bahçesi”ne gösterdiği özenle ön plandadır. Âdem saygın ve sevilen bir işletmeci olma idealindedir. Yardımcısı Naci ise kasabalının getirisiyle yetinmeyip daha ihtişamlı bir iş yapma arzusundadır. Kendine garsonluğu yediremeyip giyimi kuşamıyla patronunun önüne geçme çabası dikkat çekicidir. Hikâyedeki bu karşıtlık Âdem’in aynı kasabadan Sadık’ın restoranına gidip üst sınıf bir müşteri gibi davranmasında da karşımıza çıkıyor. Bunun bir ödeşmesi olarak Sadık’ın da Âdem’in çay bahçesinde aynı tavırları sergilemesi görülür.
Köylülerinin kendini bir nebze olsun üst sınıf kimliğinde hissetmeye bir arzu duydukları görülür. Bu arayışın saygınlıktan öteye geçip, kibirli bir başkaldırıya dönüşmesi son derece şaşırtıcıdır.
Küçük bir kasabada kendi düzenlerini kurmuşken zengin olmaktan ziyade, zengin gibi görünmek arzusu baskın hale gelmiştir.
Bu hikâyede dikkatimi çeken en önemli unsur ise başlığın “Âdem” olmasıdır. Aslında yazar “insan”ın köreltemediği arzularını, üstesinden gelemediği kibri veya arayışları; sadece “âdem” kavramıyla hikâyenin başında sunmuştur.
Domuzcular hikâyesi ise, yurt dışında da görev yapmış iyi eğitimli radar mühendisi Haldun Bey’in misafir ettiği turist mühendislere yaranmak için tatil köyünün yerlilerine gösterdiği saygısızlığı konu alır.
Haldun Bey, Fransız, Alman ve İspanyol misafirlerini ağırlarken onların alışmış oldukları yaşam biçimini sunmaya çalışmaktadır. Bu yaşam biçimi Kumluk Bükü sakinlerinin pek tasvip etmeyeceği ve hatta inançları gereği oldukça yargılayacakları bir yaşam biçimidir. Bu hikâyede inançların ve hatta milletlerin çatışması görülür.
Aynı zamanda bu hikâyedeki mekân kullanımı oldukça dikkat çekicidir. Coşar Çay Bahçesi ve Sabri Usta’nın restoranı vurgulanır. Âdem hikâyesindeki iki mekânın bu hikâyeye dahil olması; Âdem hikâyesinde de turistlerin tatilleri esnasında vakit geçirdiği mekanlar olması sebebiyle paralellik gösterir.
Haldun Bey’in, tatil için kiraladıkları evin bahçesine misafirlere ikram etmek için getirdikleri domuz ev sahibini rahatsız etmiştir. Bunu belediye başkanına bildiren köylü kadın başkanın da turistlerin gözüne girme eğiliminden dolayı çaresiz kalmış ve sessizce tatilin bitmesini beklemiştir. Tatil bitiminde haram saydığı bu hayvanın izi kalmasın diye evini baştan aşağı silmesi hatta domuzun asıldığı dut ağacını hocanın tavsiyesi üzerine kesmeye kadar varmasına sebep olur. Haldun Bey’in ahbaplık kurduğu bu ilişkiler için yerlilerden birinin inancına ket vurarak gösterdiği saygısızlık; çıkarların, insan davranışlarını ne denli ele geçirdiği konusunda yazarın vazgeçmeden verdiği mesajların örneklerinden bir diğeridir.

Kızlanlı Halil’in Fidanları hikâyesinde maddi çıkarların gözetilerek insanların birbirlerine verdiği zararlar bir kez daha görülür. Kızlanlı Halil’in tazecik badem fidanlarını keserek bölgede bir turizm alanı inşa etmek isteyen Süleyman’ın tecavüze uğrayarak bedel ödemesi çok ağır bir cezadır.
Burada en etkileyici durum Süleyman’ın yaşadığı bu travmadan sonra köyünde olduğu gibi yaşamaya devam etmek zorunda oluşuydu. Süleyman üzerinden, “erkek”liğin ele geçirdiği çaresiz bir kabulleniş sunulmasıydı. Halil Ağa’nın bu olayı desteklemesi, Süleyman’ın çaresizliğini gördükten sonra ferahlaması, son derece sarsıcı bir intikam güdüsünün ispatıydı.
Palaz; eserdeki diğer hikâyelerden olay örgüsü olarak ayrılan ve aynı zamanda bölümlerle sunulan bir hikâyedir. Ahmet’in jandarmalar tarafından evinden alınıp nezarette yatmasıyla başlar. Diğer bölümde tutuklanmasını sağlayacak, onu şüpheli gösterecek süreç aktarılır. Kendisine tuttuğu palazları vereceğini söyleyen Ali Rıza’ya kanarak kafesini de alıp onun köyüne gider. Ali Rıza’nın kardeşleri için bir tehlike arz eder ve kovalanır. Kızlar, Ahmet’in kendilerine göz diktiğini söyleyerek tüm köy yolunda kovalarlar onu. Hikâyenin son bölümünde ise kafesini ve çekirgelerini geride bırakan Ali insan içine çıkamaz durumdadır. Geri gelmeyen işlemeli kafesinin yandığını duyması üzerine Ali Rıza’nın harmanını yakar.
İnsan ilişkilerindeki çekişmeli ve intikama dayalı zorlu iletişimin her iki tarafın da büyük zararlar görmesi halinde sonuçlanması; yazarın eserlerinde hâkim olan bir son halindedir. Ahmet, yangını her ne kadar inkâr etse de jandarmalar onun yaptığını bilmekte ve itiraf edene kadar ağır koşullarda nezarette tutmaktadırlar.
Ahmet kendi varlığını ispat edecek palazlar için başladığı bu işte büyük bir suçla yargılanmaya, Ali Rıza ise harmanından olmaya mahkûm olur.
Şıhlıgöz Yolunda hikâyesi, köy öğretmeni olan Ziya Öner’in köyden kasabaya kısa süreli yolculuğunu konu edinir. Bu yolculuğun yapıldığı araçta köylüler, hastalar, işçiler vardır. Aracın havasız, yolların ise ulaşıma oldukça zor olduğu görülür. Köylülerin çok zor şartlar altında sürdürdüğü bu yolculuğun dönüşünde Ziya Öner köye yürümek zorunda kalır. Kış döneminde böyle bir yolculuğun mümkün olamayacağı Ziya Öner’in köy yoluna vardığında vefat etmesiyle gözler önüne serilir.
“Ama dört düzine kurşun kalemle iki kutu tebeşir dokunulmadan duruyordu. Bunlar da olmasa ölenin Ziya Öner olduğu bilinmeyecekti.” (s.260)
Ziya öğretmenin soğuktan donarak ölüp, leşçiller tarafından yenen bedeniyle elindeki kalemler ve tebeşirler sayesinde tanındığı bu hikâye oldukça çarpıcı bir sonla sunulur.
“Köylülerdi dostları. Vardı dostları, hem de çoktu. Ama yoksul insanlardı. Varlıkla yokluğun, açlıkla tokluğun sınırında çabalayıp duruyorlardı. Ne kadar kısaydı araçları, ne kadar güçsüzdüler ağanın ve doğanın karşısında! Ne kadar kolayca kandırılıyor, çabucak uyutuluyorlardı!.. Genel olarak çok da geç ayıkıyorlar!..” (s.256)
Fakir Baykurt, Can Parası eserine sığdırdığı hikâyelerin tümünde köylünün dünyasını okuyucuya ulaştırmayı hedeflemiştir.
Eser, resmî kurumlarda çözümün rüşvetlerle sağlanması, hastanelerin sosyal hizmetten ödün vererek devlet veya doktorların kişisel çıkarları için bir getiri kaynağı haline gelmesi, köylerde ve kasabalarda düzenlenen seçimlerde devletin imkânlarını kötüye kullanan kimselerin var olması gibi sosyolojik dengeyi sarsan olaylarla örülüdür. Can Parası işlenen bu konular etrafında kaçınılmaz bir şekilde köylünün çaresiz sitemleriyle örülen çaresiz bir isyan kitabı halini alır.
Daha önce de vurguladığım gibi eserde yazarın yer yer meddahlığa uzanan bir anlatım tekniği hakimdir. Olayın geçtiği yörenin, yöre insanının tüm üslubunu öyküye yerleştiren yazar; okuyucuyu olayın merkezinde bir dinleyici olarak tutmayı hedeflemiştir. Okur yaşananları köylünün söylemlerinden dinleyen bir konuma geçer. Bu konumda köy gerçekliği ve savaşımlarla karşı karşıya kalır.
Söz konusu tüm alıntılar eserin Remzi Kitabevi tarafından 1993 yılında basılan 4. baskısı üzerinden alınmıştır.