.

İst-topia: Romanlarda İstanbul- Oktay Akbal’ın “İnsan Bir Ormandır”ında, Can Sıkıntısı ile Nostalji Arasında 1950’lerde Beyoğlu

Esin Hamamcı (esin.hamamci@sanatkritik.com )

Fikriye Yücesoy (fikriyeyucesoy@gmail.com)

İst-topia’da bu ay Oktay Akbal’ın İnsan Bir Ormandır[1] romanı ile 1950’lerin Beyoğlu, Karaköy, Haliç, Eminönü hattını biraz nostaljik bir duyguyla biraz da can sıkıntısıyla turluyoruz. Başkahramanımız 40’lı yaşlarında bir adam. Mesleği gazetecilik, fakat daha sonra yayınevinde çeviriler yapmaya başlar. Kitap üç bölümden oluşur: “Akşam”, “Gece Yarısı”, “Sabah”. Her yeni bölüm, bir önceki bölümde bırakılan mekânla açılır. Bu geçişlerde zamanın üstünden yaklaşık 5-6 yıl geçmiş olsa da yer hissiyatı aynıdır. Mutsuz bir evliliği olan bu adam hayatından memnun değildir. Okuyucuya mutsuzluk, can sıkıntısı, arayış hâlinde olma ve kaçma isteği hissettirilir. İlerleyen kısımlarda arayış hâlinde olma hissi açıkça dile de gelir:

“Hep hatırlama, hep aramak bir şeyleri!.. Elden kaçmışları. Bulmak istemek onları”[2]

Karaköy, 1950’ler (Kaynak: Eski İstanbul)

Akbal, kent insanın günlük yaşantısından kesitler sunar. Mekân olarak romanın başkahramanının ilk gençlik yıllarında yürüdüğü yerler seçilmiştir: Beyoğlu, Karaköy, Haliç, Eminönü. Bu semtler dışında Şehzadebaşı (Fatih), Şişli, Küçükyalı, Bostancı, Erenköy, Kadıköy, Sultanahmet, Heybeliada çeşitli anılara sahiplik eden evlerin bulunduğu yer olarak; Beykoz’daki kahve, Maslak’taki meyhane de Beyoğlu dışındaki eğlence yerleri olarak yer alır. 1950’lerin İstanbul’unda roman kişisi için hayat durmuş gibidir; çevresinde akıp giden, hızla değişen koca bir şehre rağmen geçmiş deneyimlerine takılıp kalmıştır. Örneğin, ilk bölümde uzun zamandır görmediği bir arkadaşıyla, meyhanede otururken içinden şunları geçirir:

“Suskundu nedense. Dalmış gitmiş o da eski günlerimize. Öyle sandım. Beyoğlu’nda bir 1939 yaz gününü, bir loş sinemayı, geleceğin umutlarıyla avare avare dolaşmalarımızı… Değilmiş, Bursa’da bir sevgilisi varmış. Evli bir genç kadın. Onu hatırlayıvermiş birden!.. … Gazinolara, sinemalara giderlermiş. Geri geri giderek arkadaşımın yaşantısına girdim. Bugünden düne, önceki güne dönerek. Geçmişten bugüne değil, bir andan bir an öncesine doğru yürüyerek…”[3]

Geçmişe bağlılık nedeniyle 1920’lerin, 30’ların, 40’ların İstanbul’unu daha çok okuruz. Yine de sinemalar  ve meyhaneler üzerinden 50’lerin İstanbul’unda da eğlencenin merkezinin Beyoğlu olduğunu ve gazetelerin, yayınevlerinin merkezinin Babıali olduğunu yakalarız.

Taksim, 1950’ler

İnsan Bir Ormandır için, bir adamın 40’lı yaşlarından 50’li yaşlarına doğru geçerken yaşadığı anımsama ve yüzleşme ile içini kaplamış, onu tutsak eden ormanı yitirmesi, nihayetinde özgürleşme serüveni diyebiliriz. Yani yazar burada orman metaforunu pek de iç açıcı bir anlamda kullanmamış. Başkahramanın hayatında iz bırakan, hatıralarında yer alan her insan, bir ağacın ormanı doldurduğu gibi içini doldurmuş; kendisini adeta karmaşık, geçit vermeyen bir ormanla kaplamış. O ise bundan kurtulmak için anılarının mekânlarını kat eder ve ormanını yitirdiğinde serbest, özgür kaldığını hisseder. Onu kuşatan ormanı yitirip özgürleşene kadar İstanbul’a her baktığında özlemlerini, yok olanları görür; yani içinde bulunduğu anda kalamaz. Bu nedenle “şimdi” de, mekânlarda farklı bir boyutta yaşanır. Şimdide kalabilmesi sadece romanın sonunda mümkün olur. Orman adeta bir bellektir ve burada pek çok anı yaşar. Örneğin, Taksim Meydanı ile açılan ilk sahnede onu, meydanın eski hâli üzerine düşünürken buluruz. Sonra Gezi Parkı’na doğru yürüyüp parkta uzunca bir süre zaman geçirir. Parktaki insanları gözlemlerken bir kadın arkadaşıyla adadaki evde, 1946 yılının akşamında yaşanan romantik yakınlaşmasını anımsar. 1950’lerin Gezi Parkı’ndayken birden belleğinde bir geziye çıkarır bizi ve o anının kendisini götürdüğü yerlerden çıktığında Taksim Meydanı’na doğru yeniden yürümeye başlar. Beyoğlu’nun ara sokaklarında eskiden sıklıkla vakit geçirdiği sinemaları ve meyhaneleri ziyaret ederek Karaköy’e doğru uzanır.

Hayatında sinemaların özel yeri vardır; eve gitmemeye karar verdiği ve hemen hemen bir günü Taksim’den Haliç İskelesi’ne doğru yürüyerek geçirdiği ilk bölüm boyunca Beyoğlu’nda gittiği sinemaları hatırlar. Sahnelerin arka arkaya geçişini, akışı kolay tahmin edilen filmlerin onu yormayışını sevdiğini düşünür. Anılarına, çevresinde akıp giden hayata da tıpkı film izler gibi bakar aslında. Deneyiminden uzak kaldığı kent hayatının karşısında, Benjamin’in deyimiyle, hep Pazar gününü yaşıyor gibidir[4]; ta ki son sayfalara kadar.

Galata Köprüsü, 1950’ler

Anımsamalarının içeriğini romantik ilişkileri ve babasıyla olan ilişkisi doldurur. Galata’da Yüksekkaldırım’dan geçerken babasının onu okul çıkışı yokuşun sonunda beklediği zamanları; Eminönü’nde Havra Lokantası’nın önünden geçerken 1935 yılından babasıyla lokantada oluşu gözünün önüne gelir ve “Babamı yaşatmak için geçerdim o kaldırımdan[5] diye geçirir içinden. Babasını anımsadığı yerleri ve çeşitli gençlik anılarının mekânına ev sahipliği yapan Beyoğlu’nu özlemle anar. Nostaljik bir İstanbul duygusu da bize bu kısımlarda geçer. O, belleğinde kalan farklı bir İstanbul deneyimini özlemektedir. Anılarında aradığı daha mutlu, heyecanlı olan hâlidir; başka biri olabilme potansiyelini özler. Bu nedenle bizi içinde olduğu zamanın İstanbul’undan ziyade geçmiştekinde yaşatır. Mutsuz evlilik ve çocuklarının sorumlulukları onu kuşatmaktadır. Hayatında alamadığı aksiyonu, şehri kat ederek anıları üzerinden edinir. Nitekim romanın sonunda hayatıyla ilgili de aksiyon alacak ve nostalji duygusundan da can sıkıntısından da kendisini azat edecektir. Ancak burada hayatının idaresini ele alabildiği noktada, mutsuz evliliğini bitirdiği, yeniden aşık olduğu son kısımda artık ne özlem ne de can sıkıntısı karşımıza çıkar:

“Sözcükler ne kadar gereksizdir kimi zaman!Hatta bozarlar, yerleşmiş düzeni… Ters anlamlara gelirler, üzüntü verirler. Hiç konuşmadan  yürümeli. Geçmişten, gelecekten söz açmadan. Yalnız bu an vardır, bu an önemlidir. Apaçık aydınlık olmalı dört yan. İnsanın içi de öyle. O orman kökünden  yıkılmalı; o loş, karanlık, soğuk anı ağaçları, yerle bir olmalı.”[6]

İstanbul’da bir gazinoda son bulan bu son kısımda biz İstanbul’un neresinde olduğunu bile bilmeyiz.


[1] Oktay Akbal, İnsan Bir Ormandır, İstanbul: Doğan Kitap, 2019.

[2] A.g.e., s.63.

[3] A.g.e., s.24.

[4] Walter Benjamin can sıkıntısını “Deneyimden yoksun kalan kişi, kendini takvimden atılmış gibi hisseder. Büyük şehir insanı pazar günü bu duyguyla tanışır” şeklinde tarif eder. Walter Benjamin, “Baudelaire’de Bazı Motifler Üzerine”, Son Bakışta Aşk, Haz.: Nurdan Gürbilek, İstanbul: Metis Yay., 2008, s.168.

[5] A.g.e., s.63.

[6] A.g.e., 110.