
Furkan Öztekin
Yaşadığımız anların, buluştuğumuz mekânların ve ortaklaştığımız düşüncelerin izini sürmeyi hedefleyen, 15 Haziran-20 Temmuz tarihleri arasında Art On Pera’da görülebilecek olan “Paylaştığımız Bu An” isimli sergi Umut Erbaş, Enis Malik Duran ve Tansu Kırcı’nın eserlerinden oluşuyor. Haziran’da Pera’nın sıcak asfaltlarını aştıktan sonra gri ve beyaz renklerine hâkim galeri mekânında izleyiciyi ilk olarak Umut Erbaş’ın sepya fotoğrafları karşılıyor. “Gündüz Düşleri” ve “İsimsiz” olarak ikiye ayrılan bu fotoğraf serileri, dijital ve analog fotoğrafların iç içe geçtiği yepyeni bir gerçekliğe sahip. Yoğun katmanlardan oluşuyor gibi görünen imajlar, zamanın ve zihnin çok katmanlı dünyasını ve girift ilişkisini ele alıyor.[1] Erbaş’ın ağırlıklı olarak sıcak renkler üzerinden kurguladığı soğuk atmosferli fotoğrafları, gerçeklik algısıyla oynarken gece ve gündüz arasındaki gerilimi de açığa çıkarıyor. “Ya gündüz sadece bir düşten, illüzyondan ibaretse? Aslında gündüzü kapsayan ve kavrayan şey karanlık değil de geceyse?” gibi soruları kendime yöneltmeye başlıyorum. Neresi olduğunu bilmediğim, bazen gece mi yoksa gündüz mü olduğunu kestiremediğim yerlerde küçük bir gezintiye çıkıyorum. Erbaş’ın fotoğraflara çeşitli mecralarda müdahale ederek onları yapıbozumuna uğrattığı, bazen de yeniden dönüştürdüğü fotoğrafları, Edmond Jabes’nin dizelerini aklıma getiriyor:
“Benim olmayan toprakları terk ettim.
Benim olmadığı kadar başkasının da olmayan…”
Erbaş, buluntu fotoğraflardan yararlandığı son dönem üretimlerinde tıpkı Edmond Jabès’nin kimsesiz ve sahipsiz topraklarına götürüyor izleyiciyi. Zaman içerisinde değişim ve dönüşüm gösteren bu fotografik belgeler, zihin ve bellek arasındaki gelgitli ilişkiye referans veriyor. Bu dengesiz ilişkiden ise sanat pratiğinde gönderme yaptığı yazar Thomas de Quincey’den yola çıkarak yazara ait şu açıklamaya işaret ediyor: “İnsan beyni doğal ve kudretli bir palimpsestten başka nedir ki? Benim beynim böyle bir palimpsest işte; ah okur, sizin beyniniz de böyle bir palimpsest. Fikirlerin, imgelerin, hislerin sonu gelmez katmanları beyninize ışık kadar yumuşak bir şekilde çökmüştür. Her dizi öncesinde ne var ne yoksa hepsini gömüyor. Ama aslında biri bile yok olmaz.’’[2]

Erbaş’ın “Gündüz Düşleri” isimli serisinin hemen karşısında bulunan üç parçalık “İsimsiz” serisinde de benzer kaygılarla karşılaşıyoruz. Birbirinin devamı niteliğinde olan bu fotoğraflardaki manzara hissiyatı “Gündüz Düşleri”ne göre daha kuvvetli. Aynı zamanda Erbaş’ın kadrajını doğaya yöneltmesinin de geçerli sebepleri var diyebiliriz. Doğa da tıpkı Erbaş’ın sanat pratiğindeki gibi müdahaleye açık bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Katman katman renk ve lekelerle kendi gerçekliğini bulan/yaratan bu jestler, gün geçtikçe olumsuz anlamda dönüşen doğaya dikkat çekiyor. Günün sonunda Erbaş’ın sonsuz bir döngüye sahip lens temelli eforu, görünenin ardında neler olabileceğini ya da gördüklerimizin ne kadar manipülasyona açık olduğunu gözler önüne seriyor.
Umut Erbaş’ın boşluğu kutsayan, kimsesiz doğa fotoğraflarından sonra galerinin üst katında bizi heykel sanatçısı Tansu Kırcı karşılıyor. Üç parça heykelden oluşan “İsimsiz” serisinde mermer gibi son derece meşakkatli bir malzemeyi seçen Kırcı, mimari ve arkeoloji arasında bir yerde konumlanmayı tercih ediyor. Antik döneme ait birbirinden farklı buluntu/kalıntı formları yeniden yorumlayan bu eserler, “Paylaştığımız Bu An” sergisinin kavramsal çerçevesini oluşturuyor: “İnsan toplumları oluşturduğu gibi toplumlar da kentleri oluşturmaktadır. Birbiri içerisinde içkin olan bu kavramların en büyük dinamiklerinden biri olan mimari yapıtlarda da insan bilinci içkindir, insan bu yapıtlara kendini kaybederek bulur.” Kırcı da insan ve mimari arasındaki sınırları sorgulayan sergi metninden hareketle mimari yapılarda adeta keşfe çıkıyor. Bu keşif, ilk önce işleyeceği malzemeleri mermer ocaklarından seçmesiyle başlıyor. Bunun yanı sıra eğitimine devam ettiği üniversite atölyelerindeki atık doğal taşları da üretim sürecine dahil ediyor. Kırcı bu süreç hakkında “Kendi üretimlerimin zeminini oluşturan felsefe bağlamında amorf, atık, buluntu malzemeyle çalışmaya özen gösteriyorum. Kendimi bu malzeme üzerinden ortaya koyarken, doğal taşın belli bir yüzeyini amorf bırakarak malzemeye ve kendi felsefeme sadık kalmayı amaçlıyorum.” diyor. Malzemeyi şekillendirme sürecinde ise Kırcı’nın çalıştığı kavramlar devreye giriyor. Toplum bilincini en iyi şekilde yansıtan kentleri, insan ve bellek arasında kurulabilecek ilişkiler üzerinden ele alıyor Kırcı. Bembeyaz bir ışığın altında sergilediği heykellerle, unutulan, yeniden hatırlanan tarihsel iz ve formları kendi süzgecinden geçiriyor. Umut Erbaş, fotografik müdahaleleriyle boşluğun kalıbını çıkarırken, Kırcı da aksine kıpırdatması zor kütleleri yontarak boşluğa meydan okuyan yeni formlar elde ediyor. Mermer heykellerinin hemen karşısında ise Enis Malik Duran’ın beton üzerine çukur baskı tekniğiyle ürettiği eserine rastlıyoruz. Bu küçük boyutlu rölyefle Kırcı’nın mimari form öneren heykelleri arasındaki geçişlilik, sergideki malzemeler arasındaki diyaloğa alan açıyor.

Merdivenlerden aşağı indiğimizde, galerinin göbeği olarak tanımlayacağımız yerde Enis Malik Duran’ın ahşap, tuval ve kâğıt gibi yüzeylere farklı teknikler kullanarak ürettiği eserleriyle karşılaşıyoruz. Umut Erbaş’ın fotoğraflarını seyrederken bana eşlik eden Edmond Jabès şiiri, Duran’ın resimlerine bakarken bir kez daha aklımın bir köşesinde dönmeye başlıyor;
“Geldiğim yerin artık anlamı yoktu.
Gittiğim yer kimsenin umrunda değildi.
Rüzgâr diyordum size, rüzgâr.
Ve rüzgârda bir avuç kum.”[3]
Duran’ın insan ve doğa arasındaki gerilim ve çelişkileri konu edindiği resimleri tam da Jabès’nin hiçbir yerde olmamak/olamamak üzerine yazdığı dizeleri çağrıştırıyor. Sanatçının imge ve zaman ile mekân arasına “ektiği” manyetizmaya izleyiciyi yoğunlaştıran bu eserleri, bellekteki “fenomen”leri coğrafî karşılıklarıyla kesiştiren hem teknik ve hem de kavramsal bağlamda “araştırmacı” bir tavır ortaya koyuyor.[4] Özellikle Duran’ın tuval üzerine yağlı boya tekniğindeki “Kent” isimli resminde gerçekleştirdiği fırça manevralarında bunu net bir şekilde okuyabiliyoruz. Aynı şekilde ahşabın üzerinde çentikler atarak sabırla işlediği “Arpaçay Akhuryan” isimli eserinde de benzer bir üslubu sahipleniyor. Umut Erbaş’ın dijital manipülasyonlarla işaret ettiği doğayı, Duran bu sefer yüzey üzerinde çizikler ve kesikler atarak ele alıyor. Sarı renginin ağırlıkta olduğu, yüzey araştırması olarak tanımlanabilecek bu resimlerde, insan merkezci yaklaşımı eleştirel bir şekilde ele alırken iktidar temelli tahribata dikkat çekiyor. Son dönem üretimlerinde meta-coğrafya ve siyasallaşan topografya gibi konuları işleyen sanatçı, sınır kavramına gürültüsüz ve yalın bir yaklaşım getiriyor. İçerisi ve dışarısı birbirinden ayıran bir çizgi olan sınır, içerisinin baskısından kaçanlar için aynı zamanda umudun yeşereceği bir mıntıka olarak uzanıyor Duran’ın resimlerinde.[5]

Birbirinden farklı üç sanatçının yaklaşımını dingin bir zemine yerleştiren “Paylaştığımız Bu An” sergisi, bilinmezliğin verdiği o garip hissiyatı bırakıyor damakta. Umut Erbaş, müdahaleyi araçsallaştırırken, fotoğraf yüzeyini sarıp sarmalayan katmanlarla manzaranın anonimliğini akıllara getiriyor. Sepya tonlarının hakimiyetinde ait olun(a)mayan topraklara götürüyor izleyiciyi. Tansu Kırcı ise hafıza aracılığıyla ortak tarihimizin kaybolan izlerini arıyor. Hatırlama eylemini merkeze yerleştirdiği bu sonsuz iz arayışında mermer kütlelerini eritip tozu dumana katıyor. Enis Malik Duran da Kırcı ve Erbaş’a paralel hassasiyetlerle yeni coğrafyalar öneriyor bize. Yarık, çukur ve tümsek gibi toprak yüzeyinde nasıl oluştuğunu bilmediğimiz ya da kestiremediğimiz formlar aracılığıyla insan-doğa arasındaki sonsuz döngüye çeviriyor kadrajını. Aynı şekilde manzaralarının içine yerleştirdiği işaretlenmiş ve tellerle örülmüş alanlarla sınırların hayatımızdaki mutlak yerini yeniden hatırlatıyor. Günün sonunda “Paylaştığımız Bu An” sergisi, içinde yaşadığımız coğrafyaya ve üzerine bastığımız topraklara ortaklaştığımız anlar ve bu anların yarattığı ihtimaller üzerinden bakıyor. Müdahale, boşluk, sınır ve hafıza gibi kavramları odağına alan bu sergi, kolektif geleceğe dair alternatif bakış açıları geliştirmeyi kendine amaç ediniyor.
“Benim olmayan toprakları…”, Mısır kökenli Fransız şair Edmond Jabès’nin bir şiiri. Sergiyi ziyaret ettiğim zamanlarda Norgunk Yayınları’ndan yayımlanan “Aç Yazı” dergisinde şiirlerine rastlamıştım. Bir şekilde sergide bulunan eserlerle ilişkilendiğini, konuştuğunu düşünüyorum. Bu sebeple yazının adında şiire referans vermeyi uygun gördüm. Paylaşılan anları üzerine bastığımız toprak parçası olmadan hayal edebilir miyiz?
[1] Paylaştığımız Bu An, Sergi Bülteni, Art On Pera, 15.06.2023
[2] Evrim Altuğ, Paylaştığımız bu an’ Pera’da sorgulanıyor, Milliyet, 26.06.2023
[3] Edmond Jabès, Benim olmayan toprakları… (çev. Ayberk Erkay)
[4] Evrim Altuğ, Paylaştığımız bu an’ Pera’da sorgulanıyor, Milliyet, 26.06.2023
[5] Rahmi Öğdül, Huzur Vermeyen Manzaralar, 2014