Nedret Öztokat Kılıçeri
Fransız edebiyatının en üretken ve geniş (b)ilgi alanlarıyla en özel yazarlarından olan Pascal Quignard (1948) ülkemizde harika bir barok müziğin eşlik ettiği ilginç öyküsüyle yönetmen Alain Corneau imzası taşıyan 1991 yapımı Dünyanın Tüm Sabahları ile tanınır daha çok.
2002 Goncourt Ödülü sahibi Pascal Quignard’ın kitapları çok geniş bir ufka açılır. Öncelikle felsefi derinliğiyle okuru edebiyat, kurmaca, biyografi alanlarında dolaştırır (Albucius, Dünyanın Tüm Sabahları, Roma’daki Teras). Yazarın bir başka özelliği de yaratıcı esin, yaratma tutkusu ve ölüm arasındaki mitik ilişkiyi yeniden kurgulayarak okura felsefi bir evrenin kapısını açmasıdır (Butes). Tarihin karanlığında kalmış sanatçıları, hikâyeleri, kahramanları çağdaş okura tanıtır (Albucius).
Bazı anlatıları yetişkinlere seslenen masal gibidir (Adı Dilimin Ucunda). Kimisi de denemeye yakın duran anlatılardır; Düşünmekten Ölmek felsefi olmayan düşünme edimini Ulysses’in köpeğinden yola çıkarak anlatır; Attan Düşenler Fransız edebiyatında ve tarihinde yükselenlerin tersine, düşerek hayatını kaybedenleri anlatır. Villa Amalia bir kadının orta yaşında her şeyi sıfırlayarak hayata yeniden başlamasını anlatan bir romandır. Chambord Merdivenleri alışılmadık bir koleksiyonerin geçmişe tutkusunu anlatır.
Her yapıtın tarih, müzik, edebiyat, resim, mitoloji ve felsefeyle örülü bir arka planı vardır. Yazarın esini bazen Proust bazen Montaigne’in ruhundan beslenir. Benzer biçimde, Lacan, Levinas, Freud, Nietzsche’ye uzanan entelektüel birikimi aynı zamanda edebiyatın ilksel köklerini yazıya taşır. Başlangıcın öncesi, ilksel hareketin peşindeki yazar, yaşam ve ölüm arasında biricik, tekil, özel ve yalnız olan insanı anlatır. Pascal Quignard’ın üretken yazarlık kariyerine damgasını vuran müzik bilgisinin yanı sıra (kendisi de müzisyendir), derin klasik kültürü ve felsefi birikimi onu araştırmacıların gözünde gerçek anlamda bir “hümanist” yapar.
Çok yönlü ve çok boyutlu bir yazma pratiğiyle kurduğu yapıtı, günümüz edebiyat dünyasına yazarın kendine özgü tınısını katarak edebiyatı zenginleştirmektedir. Biçimsel ve biçemsel (üsluba ait) titizliğinin yanı sıra, dilin kökenlerine uzanan kavramsal/anlamsal açımlamalar, felsefi yorumlar ve ele aldığı konuya ilişkin teknik bilgiler Quignard’ın yazı evreninin temel özelliğidir. Her sözcüğü keskinlikle ölçülüp biçilmiş, tavında uzun uzun işlenmiş bir biçem/üslup okumayı baş döndürücü bir deneyime çevirir. Pascal Quignard çoğu eleştirmenin kabul ettiği gibi, bir üslup/biçem ustasıdır.
Villa Amalia (2006)
Yazınsal üretiminin zenginliğini düşünürsek, Pascal Quignard’ın daha fazla çeviriyle Türk okuruna ulaşmasını dilerdim. Dur durak bilmeden, her biri birer hazineyi andıran yapıtlar üreten yazar sık sık radyo ve televizyon programlarına davet edilir, kültür programlarıyla karşımıza çıkar, hakkında yazılar, özel sayılar yayımlanır, son yıllarda sahne üzerinde edebiyat yaptığını da düşünürsek, bu kadar verimli bir ustanın en azından çevirilerinin yeni baskılarını yayınevleri programlarına alsa ne kadar iyi olur.
19 Mart 2007 yılında Enis Batur ve Pascal Quignard İstanbul’da Fransız Kültür Merkezi Kütüphanesi’nde bir söyleşi yaptılar. Enis Batur gibi edebiyatı, resmi, müziği, kültür ve yazıyı hayatının ana ekseni kılmış bir yazar ile Pascal Quignard gibi bir ustanın yan yana gelmesinin biz izleyenlerde uyandırdığı heyecanı bir yana bırakırsak, şiirsel bir yerin adını taşıyan roman Villa Amalia’nın kahramanı Ann Hidden’in hikâyesiyle buluşmak özel bir okur deneyimi olarak kaldı bende.
Albucius ve Villa Amalia’yı Fransızcasından önce İsmail Yerguz çevirisinden (Sel yay.) okudum. Daha sonra Roma’daki Teras (Sel) Osman Senemoğlu’nun, çevirisiyle, Butes (YKY)Turhan Ilgaz’ın çevirisiyle okur hayatıma girdi; bunların dışında Dünyanın Bütün Sabahları (Can) Sevim Akten, Amerikan İşgali, Elif Gökteke ve Adı Dilimin Ucunda (Sel) Esra Özdoğan çevirisiyle kazandırılmıştır.
E. Batur – P. Quignard söyleşisinden çıkarken aldığım Villa Amalia bir çırpıda okunuyor; olay örgüsü ve romanı oluşturan kesitlerin (epizod) zamansal ilerleyişiyle adeta bir film izlenimi sunuyordu (kaldı ki 2009’da filmi de çekilmiştir romanın). Parisli ünlü bir bestesi kadının hikâyesiydi, ama sanki tüm hayatı kucaklayan bir oluş, bir arayış, bir gitme durumu olarak akıp gidiyordu. Romanı bu yazı için tekrar okurken Sel Yayıncılık’ın tükenmiş Quignard çevirilerini titiz bir redaksiyondan geçirip yeniden basmasının edebiyat severler için güzel bir armağan olacağını düşündüm.
Dünyanın Tüm Sabahları’nın sinema dili olarak başarısını da akla getiren şiirsel çağrışımlı başlığıyla Villa Amalia farklı mekânlara yayılan olay örgüsünün merkezindeki kadın kahramanın (Ann Hidden) mesleki, ailevi, maddi ve manevi tüm yüklerinden özgürleşerek yeni bir hayat kurmasını anlatır. Modern olduğu kadar psikolojik derinliğiyle de farklı bir roman olarak okunur. Üçüncü tekil kişi anlatıcı 1. 2. ve 4. bölümleri öykülerken, 3. bölümde olay örgüsüne partneriyle birlikte katılan Charles Chenogne’un sesini duyarız.
Bu yeni sesin “ben” adılıyla bir süreliğine araya girmesi bir amaca hizmet eder. Kendisi de müzisyen olan Charles’ın partneri Juliette bu bölümde Ann ile yakınlaşacak ve iki kadın arasında ilginç bir çekim yaşanacaktır. Öte yandan Ann’ın aile öyküsü (yaşlanan Katolik anne, ölen oğulun ardından evden uzaklaşan Yahudi baba) anlatı içine parça parça yerleşir. Romanda başka duygusal buluşmalar da yer alır ancak hiçbir ruhsal çözümlemeye girmez anlatıcı(lar); herkes nasılsa öyle vardır ve öyle betimlenir. Beklentisiz, hayatın getirdiğiyle o anda ne yapmak gerekiyorsa öyle yaşarlar. Hayata kendilerini bırakırlar. Israrcı değillerdir, trajik kararlar, dramatik sahnelere yabancıdırlar. Akıp giden bir hareket romana egemendir.
Asıl adı Eliane Hidelstein olan besteci Ann Hidden besteleri ve kayıtlarıyla sürdürdüğü yaşantısını bir anda bırakmaya ve hızla hayatına yeni bir yön vermeye girişir. Önce partneriyle ilişkisini onu bilgilendirmeye bile gerek duymayan bir kararlılıkla bitirir; Thomas’nın bir kadınla ilişkisi olduğuna bizzat tanıklık etmiştir, bu da ona yeter (Bölüm 1).
Ardından yolculuklar başlar, yerinde durmaz Ann; annesinin yaşadığı Bretagne, Paris ve çocukluk arkadaşı Georges’un yaşadığı Teilly-sur-Yonne arasında gidip geldikten sonra, İtalya’ya gider, yeni yaşantısını burada kuracaktır. İschia Adası’nda Villa Amalia Ann’ın nefes aldığı, tekrar müzik yaptığı, yeni insanlara kalbini açtığı bir yer olacaktır. Tabii bu süreç Bretanya’da yaşayan annesinden de ayrılmasını gerektirir; hiç mutlu edemediği ve terk edilmesine rağmen kocasını beklemekten vazgeçmeyen yaşlanmış anneyi elinden geldiğince desteklemeye çalışsa da, anne kaybı Ann’ın yeni hayatındaki kayıplardan biri olacaktır (Bölüm 3).
En sonunda kendisi gibi, müzisyen ve yerini yurdunu tayin edememiş babayla buluşmaya sıra gelecektir. Romanın son bölümü (Bölüm 4) bir araya gelen yaşlanmış babayla kızın uzun yıllar olanaksız kalmış ve ikisinin oracıkta verdikleri ortak kararla bir daha gerçekleşmeyecek buluşmasını anlatır.
Kayıplara rağmen Leonard Radnitzky ve küçük kızı Magdalena ile ilişkisi Ann için İschia Adası’nda geçen güzel günlerin ışığı olur ancak küçük kızın ölümüyle yeniden renkler solgunlaşır. Hayatının son dönemi ilkokul arkadaşı Georges ile sakin, tutkusuz, güvenli bir birliktelik içinde geçer: “Sonunda seviştiler. Cinsel anlamda bir sevişme olmadı bu. Gerçek anlamda sevdiler birbirlerini. Altı yaşında iki çocuk nasıl severse öyle sevdiler birbirlerini” (207).
Bölümleri oluşturan alt-bölümler hızlı hızlı ilerletir anlatıyı. Olaylar üzerinde uzun uzun durmaz anlatıcı(lar), analize girişmezler. Hayat akışının yalınlığına öykünür gibidir anlatının akış hızı. Bununla birlikte bazı bölümlerin dramatik ağırlığı, bazı bölümlerde Ann’ın güneşle, denizle bir vücut halinde ağırlıksız buluşmasının hafifliği, kısacık ve yalın bir biçimde verilir. Roman dokusunun ritminin bu farklı hareketleri izlemesi bir müzik yapıtının hareketlerini çağrıştırır. Viyolonsel çalan müzisyen bir yazardan beklenecek bir kurgu da diyebiliriz buna. Romanın başında uzaklaşma kararıyla eski yaşamına ait her şeyden (evini, arabasını, üç piyanosunu, giysilerini, evin eşyasını, cep telefonunu, banka hesaplarını) kurtulma operasyonunun hızı, adada yaptığı yürüyüşlerin ya da denizde geçirdiği zamanın sakinliğiyle yavaşlar örneğin. Bu anlatının bir sonat mı, bir füg mü olduğunu soran gazeteciye Pascal Quignard “olsa olsa bir füg” diye cevap verir: “Kaçışı, gitmeleri, yeniden başlamaları, tazelenmeleri, ilkbaharları anlatan bir kitap” (Rencontre avec Pascal Quignard, à l’occasion de la parution de Villa Amalia (2006), Gallimard, 2006).
Yazarın yakalamak istediği sadece kompozisyon olarak değil, üslupla da kimi zaman sabırsızlığı, kimi zaman baş döndürücü bir hızdır yazı boyunca. Örneğin Ann partnerini bir kadınla yakaladığı an verdiği kararın hemen arkasından, arabasını bir günde değiştirir, evin satışı için birkaç saat içinde emlakçıyla işlemlere başlar, yardım derneğine vereceği elbiselerini iki saatte torbalara yerleştirir, çalıştığı stüdyonun sahibi Roland’a bir daha gelmeyeceğini söylemek için bir kez uğraması yeter; banka hesaplarını ise birkaç gün içinde çek karnesine çevirir. Evini terk etmek onun için eski yaşantısından çıkıp gitmek ve bilmediği bir yöne bakmaktır: “Gitti. Yüzünü, olmayan bir yere göstermeye gitti” (s.109). “Olmayan yer” Paris’ten bakınca gerçekten yoktur; ama Paris sayfasını çevirdikten sonra, Ann Hidden için var olacak ve içinde kendini bulmaktan hoşnut olacağı yerleri işaret etmektedir.
Bırakmak, kurtulmak, uzaklaşmak
Roman Ann Hidden’in birlikte yaşadığı Thomas’yı bir kadının evinden ayrılırken gördüğü akşam başlar. Tesadüfen oradan geçmekte olan Georges Roehlinger, Ann’ın ilkokuldan sınıf arkadaşıdır. İki arkadaşın bu tatsız zamanda rastlaşmalarıyla Ann’ın Thomas’yı hayatından çıkarma tasarısı daha rahat ve hızlı bir şekilde gerçekleşir. Georges banka vb. resmi işlerini halletmesi için güvendiği, vekâlet verdiği bir yardımcıya dönüşür.
Ann’ın hızla elden çıkardığı eşyalarla bir anlamda hafifleyen ruhu İtalya gezileri sırasında keşfettiği, Napoli yakınlarındaki İschia Adası’nda bir tür özgürlüğe açılacaktır. Burada kiraladığı “Villa Amalia”da bulduğu tuhaf ve beklemediği huzurla rahatlamış, bütünlenmiş gibidir. “Ben yalan söylemiyorum. Ben mutluyum. Adamda mutluyum” (83). Artık kaçışının anlamı da belirginleşmektedir: “Ada sislerin içinden çıktı. Ağır, büyülü. Ann ölümden kaçıyordu. Annesinden kaçıyordu. Georges’dan kaçıyordu” (115). Romanın başında Thomas’yı bırakmıştır, annesi ve Georges mecburen ilişkide olduğu iki yakındır; roman boyunca başkalarını da zamanı gelince bırakacaktır.
Adada Ann doğada geçirdiği zaman sayesinde bedeniyle buluşur, volkanik adanın şifalı suları ve suyun derinlerinden yüzeye ulaşan ışığı onu yeniler, yaptığı yürüyüşlerde omuzları ve bacakları güçlenir; müzisyen kadın bedeninin sesini duymaya başlar, esenliğin bedeninde yayılmasına tanıklık eder: “Bretagne’ı hatırlatan soğuk denizde yüzmekten hoşlandı. Kendini sonbaharla birlikte daha sıcak ve daha gölgeli olan denize teslim ederek mutlu oldu” (105).
Paris’ten çalıştığı ortamdan, yaşadığı evden ve partnerinden kopmak, eşyaları, evi ve her şeyi geride bırakmakla Ann’ın yakaladığı “boşluk” ve “bağlantısızlık” durumu çok geçmeden onu yeni ve daha kökten bir tutkuyla doldurur: Tıpkı doğadaki yürüyüşleri, uzun uzun yüzdüğü deniz gibi, mutlu olduğu ada gibi, sade ve bakımsız bir ev olan Villa Amalia da bir tutku olacaktır yeni hayatında: “Tutkulu ve takıntılı bir biçimde Amalia’nın evini seviyordu, terası, koyu, denizi… Sevdiği şey içinde kaybolmak istiyordu” (99). Evin baktığı koyun parçası olmaktan mutludur: “Denizin ortasında yaşama izlenimi veren bu yere gerçekten bağlandı. Bu doğa parçasının üstüne titriyordu. Huzursuzluğu içinde burada biten, buraya dolan, burada çoğalan hayatla ilgileniyordu” (116).
Ann için Villa Amalia kurtuluşun ardından gelen daha güçlü ve daha derin bir biçimde hayatla buluşmanın alanı olur. Burada bir kız çocuğuna bağlanacak, Napoli’de birlikte yaşadığı Leonhardt/Leo Radnidzky’nin kızı (Magda)Lena ile sade ve sıradan bir yaşantının küçük keyiflerini tadacaktır: Küçük kızın yemek yerken dişinin çıkması, fırtınalar koptuğunda Ann’ın kucağında neşelenmesi ya da hayatı boyunca hiçbir erkeğin yanında olmadığı denli Leo’nun yanında huzurla uyuması gibi. Yeni hayatında herkes kendi halindedir, herkes kendi “krallığını” keşfetmiştir. Denizi, fırtınayı, dağı.
Bağlantılarını kopararak kurduğu yeni yaşantısında farklı bir bağlanmayı (villa, küçük kız onu hayatla buluşturur) yaşar. Geride bırakılanlar böylece yeni gelene yer açmıştır: “Boşluk” Ann’ın daha hakiki, daha içten ve daha doğrudan katıldığı bir varoluşa kaynaklık eder; usul usul yeniden hayatla dolmasına olanak sağlar. Ann, Tiren denizine bakan uzun odadan koyu seyrederken; piyanoda şarkılar çaldığı ya da fırtınada sarıldığı küçük Lena’dan yayılan ışığı hissederken bilmediği bir sevgiye açılır; Juliette’in yanında ise bir İtalyan gibi sevmeyi, kadın kadına yakınlığın içinde tenselliği hissetmeyi öğrenir. Kısaca daha önce farkına varmadığı, içindeki sevme biçimlerini keşfeder. Yaşlılık emareleri artan Georges ile güvenli bir dostluğu, Leonhardt Radnitzky ile “içinde cinsellik olan ama kesinlikle aşk olmayan” bir dostluğu paylaşır. Leo ve Lena ile hiç tanımadığı bir aile yaşantısının sıcaklığını, Georges ile eskilere uzanan bir bağın çift yaşantısına dönüşmesini yaşar.
Romanın başında gergin ve tedirgin olan Ann bilmediği bir şeye başlama korkusu ve bırakma hüznüyle karşı karşıya olsa da bir şeyden emindir: “Her tür ilişkisini bitirmek, bitirmenin de ötesine geçmek, önceki yaşamını silmek” (31).
Mecburiyet ve sorumlulukların olmadığı bir zaman ve mekânda Ann yeni sevme biçimleri keşfedecek, müziğe ve bestelerine dönecek, ilk müzik öğretmeni babasının neden gitmiş olduğunu anlayacak ve kayıplarla (Lena, annesi ve Georges) ve hayatından çıkanlarla (Leo, Juliette ve babası) yaşamayı ve müzikle yaşlanmayı öğrenecektir.
İstemli kaybolma
Bir yanda kısa kısa çok sayıda bölümden (4 ana bölüm ve 57 alt-bölüm) oluşan ve birden çok anlatıcının sesini duyuran roman yapısı, diğer yanda da baş kişinin bir anda aldığı kararla, gezginliği seçerek bildiği ve bilmediği mekânlar arasında yolculuklara çıkması Villa Amalia’yı son yirmi yılın Batı kurmacalarının önemli bir örneği yapar. Günümüz Fransız romanlarının temel eksenlerinden “kimlik” sorunsalını, kendi adını kullanmak yerine, “saklanmış”, “gizlenmiş” olanı akla getiren Hidden’i tercih eden Anne/Eliane kişiliğinde ele almıştır Quignard. Hayatın tek biçimli, tek sesli, tek yönlü bir olaydan çok kendiliğinden akan bir müziğin kulağımıza gelmesi gibi, sakin bir ritimle akan ve kendi yolunu bulan anlatı, direnmek ve geçmişin yaralarıyla hesaplaşarak yaşamaktansa, bilinmeyene yönelmeyi hatırlatır. Çünkü terk eden bir baba ya da bir eş için tek bir zamandan söz edilemez; hep bir öncesi, daha öncesi vardır.
“Bize layık olmayanlar bize sadık değildir. Rüya görürken düşündüğü buydu. (…) Koltuklarımıza oturmuş, banyolarımıza uzanmış, yataklarımıza yatmış, kendileri için varlığımızın söz konusu olmadığı uyuşmuş ya da var olmayan yaratıkları inceliyoruz. Terk ederken ihanet ettiklerimiz onlar değil. Onlardan ayrılmayı düşünmemizden önce onların hareketsizlikleri ya da yakınmaları terk etmiştir bizi” (77). Aslında tüm anlatı, vurgusuz, yumuşak, belli belirsiz akan bir şarkı gibi, Eliane/Ann Hidelstein/Hidden’in kaçışını, babası gibi bir “yer”e bağlanmamasını, onun gibi ve ondan öğrendiği müzikle yaşamayı seçmesini okura duyurur. Terk etme, bırakma, ihanet böylece Ann’ın kendi hayatıyla ilgili ne(ler) yapabildiğini ve bunlarla yola devam edişini anlatan anahtar kavramlar gibi okunur.
Ann Hidden’in Paris’te başlattığı uzaklaşma, bırakma, izlerini silme girişimi kaderini kabul etmeyle ilişkili bir kaybolma arzusu olarak belirir. Öyle ya, anlatıcının da dediği gibi, eğer hiç bilmediğimiz bir nedenle ya da nedenlerle, bilinmeyene çekilme ya da itilme ise kader, Ann pekâlâ bunun bilincindedir: “Nereye gittiğimi bilmiyorum ama kararlı bir şekilde koşuyorum oraya doğru. Bir şey eksik ve bu eksiklik içinde yolumu şaşırmaktan hoşlandığımı hissediyorum” (77).
Alışılmış anlatı yapısında arayış(lar) yer alır; kahramanların soyut/somut bir şeyin peşinde olduğu bir kurgu söz konudur. Pascal Quignard’ın Villa Amalia’sı aramak yerine kaybolmayı, amaca ulaşmak yerine amaçsızlığı ve önümüzde uzanan yolun kavislerinde zaman geçirmeyi okura hatırlatan günümüz edebiyatının parlak bir örneğidir.