Niyazi Zorlu
zorluniyazi@gmail.com
Gönül isterdi ki, “2019 Yılının En İyi Üç Beş Öykü Kitabı” başlıklı sohbetler yaparken, anketleri yanıtlarken Recep Kayalı’nın iki ana bölüm altında toparladığı, kırda (“Kurt Dişinden Kurulan Hikâyeler”) başlayıp kentte (“Solucan Koşusu”) nihayetlenen on yedi öykülük Taşın Dediği adlı kitabı da akılların bir köşesinde bulunsun.
Kendileri olmaktan çıkan, gündelik hayata taşan, elle tutulup (Mustafa Amca’nın, o öldükten sonra da Emre’nin göğüslerinde açan gül gibi) koklanan metaforları; sıkıntılı bir soluk gibi genişleyip daralan, birbirinden rol çalan, tepeden tırnağa hüzne kesilmiş, olağan hallerden (çoğunlukla başkalarınca anımsatılmışa, kışkırtılmışa benzer) olağan dışı hallere geçiveren, sıradan görünümleri altında tekinsiz anlar, anılar saklayan kahramanlarıyla Kayalı kayıtsız kalınamayacak bir hayal gücünün ve/veya dünya algısının tuhaf ürünlerini ustalıkla “sergi”liyor. Sergilemek gibi, göze hitap eden bir eylemin epey yakıştığı yazarlardan biri Kayalı. Okurdan ressamlığa yakın bir duruş bekliyor: Konuşma balonlarına ve anlatı kutucuklarına yerleştirilmiş sözler âdeta okur tarafından bir kez daha renklendirilmeyi, sahnelenmeyi bekliyor.
“Yazmak” Kayalı’da tırnak içinde, neredeyse terbiye edilemez, dizginlenemez bir eylemdir; çünkü kalem Kayalı’nın değil de, bütün kitap boyunca yazıyı her daim sorgulanması, şüphe duyulması veya saygı gösterilmesi gereken tekinsiz ve bir o kadar kutsal bir etkinlik alanına dönüştüren kahramanların elinde gibidir. Bu gerilim, uzun başlıklı öykülerinden birinin ara başlıklarında hissedilir düzeydedir: “Genç Bir Anlatı Ustasının Hikâyeye Girişi ve Dünyanın Umurunda Olmayan Birtakım Başlangıçlar”, “Genç Bir Anlatı Ustasının Sırtına Dünyanın Yükünün Yüklenmesi ve Dünyanın Bundan Habersiz Olması” ve nihayet “Genç Bir Anlatı Ustasının Kendi Anlatısına Dönüşmesi ve Anlaşılması Güç Meseleler”.
“Meseleleri ince, mevzuları derin” kahramanlarının sabırsız müdahaleleri, öyküyü ele geçirme girişimleri öykücünün başat anlatım tekniklerinden biri haline gelir. Dil, kahramanlarına teslim olmuş, onların olmadık taleplerini el mecbur karşılamaya koyulan bir araç gibidir. “Yemin billah ediyor. Binmiş atın üzerine. Dolaşmışlar biraz. Karanlık gecede dolaşmışlar. Buralarda öyle her yerde sokak ışıkları olmaz. Dağlardan kopuyor çığlık sesi. Deli karanlık dışarısı. Atın, üzerine gözyaşı damlamış beyaz lekesi el feneri gibi yanıp sönüyormuş. İhsan abi abartıyor olabilir tabii…” Hasılı Taşın Dediği, her şeyden önce yazmaya, “Yazar kim?” sorusunu yanıtlamaya dair bir kitaptır da. “Hakkı yendi güzelim hayvanların. Siz yine bana dua edin; çünkü ben size oldukça estetik biçimde anlatıyorum olanları. Neyse. Nerde kalmıştık? Ha evet. Kurtlar.
Kayalı öykünün sınırlarının, yazma imkânları ve imkânsızlıklarının, yazarken alınan haz ve çekilen ıstırabın arasındaki hassas dengelerin bilincinde, neyi, ne miktarlarda, nasıl yaptığını çok iyi bilen bir yazar: “Kimseye anlatamıyorum olanları.”
Kayalı, çok haklı! Her yıl düşman işgalinden kurtulmayı bekleyen kasabaları, kanlı bir dövüşe tutuşturulan köpeklerden mağlup olanının kafasının tam ortasına sıkılan kurşunun erkekliğe taşıdığı çocukları, köpek son nefesini verirken ereksiyon haline geçmiş aletiyle oynayan adamları, “küçülen ruhun üzerinde sigara söndüren”ulumaları, yurdun dört bir yanını sarıp sarmalayan kederi; insan, su, kurt, ağaç, taş demeden her şeye, herkese musallat olan o çığlık atmak, taşa dönüşmek, öykü yazmak gibi “hastalıkları” anlatmanın mümkünü yoktur sahiden de.
Peki n’apmalı?! Kayalı’nın dediği gibi belki de “hikâyede doğan boşlukları” umutsuzca doldurmaya koyulmalı. Kayalı’nın yaptığı gibi, “zamanı biraz geçirmeli”, hınzır, kıvrak bir hayal gücünü alaycı, çetin bir şiirle hemhal etmeli, duygular (mesela gülmek ile ağlamak) arasındaki mesafeyi sessiz sedasız kurcalamalı. “Karın bizleri hapsettiği bir gece Türkân teyzeden utana sıkıla bana bir bez bebek yapmasını istiyorum. Gülümsüyor. ‘Yaparım tabii!’ diyor. (…) Onu izledikçe geçiyor uluma. Başını bebekten kaldırıp yüzüme bakıyor Türkân teyze. ‘Merak etme!’ diyor. ‘Bebek alacak kulağının gürültüsünü.’”
Birbirlerinden bağımsız öykülerden oluşmuyor Taşın Dediği; tam tersine, öykücü ile tiplemeleri, mekân ile insanlar kadar, öykülerin birbirleri arasında da bağımlılıklar, neredeyse bir roman bütünlüğü var. Genelde, arayı çok fazla açmamak şartıyla, öyküler geride bıraktıkları veya ileride kendilerini bekleyen öyküleri hatırlıyorlar. Öykü öyküyü doğuruyor, öykü öyküye dokunuyor, öykü mevzudan, hayattan sık sık sapıyor –ki hayat böyledir Kayalı’ya göre, her an, her yere sapabilir, başladığı yer(ler)i unutabilir–, ancak her bir öyküde insan olmanın hüznünün, çığlıkların ardı arkası kesilmiyor. Kayalı’nın sık sık dediği gibi: “Her neyse…”
Kayalı’nın öykülerinin ayrılmaz parçası olan mizah için de ayrı bir parantez açmak lazım. Yukarıda sözünü ettiğim roman bütünlüğünün kurulmasına yardımcı olan mizah öğesi, aynı zamanda Kayalı öyküsünün yumuşak karnı olmaya da aday. Özelikle son öykülerde (“Balık” ve “Reçelsiz Bir Kahvaltı İhtimali”) –kim bilir, belki de şehrin kaypak, yılışık, yapışkan fıtratının etkisi altında– alayın abartıldığı, hedefin şaşırıldığı yerler, yersiz müdahaleler, kulak tırmalayan ifadeler, fazlalıklar da yok değil. Ancak bu “zaaflar”ın üstesinden zamanla ve uyanık, acımasız bir editör yardımıyla gelmek işten değil. (Tırnak içindeki bu “zaaf”ların, Kayalı’nın yazar olmak, hem de “iyilerinden biri” olmaktan duyduğu mahcubiyetle ilgisi de olabilir öte yandan. Bazı yazarların, başa bela yeteneklerinden kurtulmak, üzerlerinde toplanan ilgiyi dağıtmak için işi şakaya vurdukları bilinir.)
Başa dönelim ve bir kez daha “2019 Yılının En İyi Üç Beş Öykü Kitabı” soruşturmalarına gecikmiş bir yanıt verelim: Taşın Dediği, kaba gerçeklikleri kendine has kurgusu ve şiirsel müdahaleleriyle sessizce yarıveren, “taşı gediğine/dediğine koyan” bir öykü kitabı.