
Feryal Saygılıgil
Pulitzer Ödülü’nü kazanan ilk siyah şair olan Gwendolyn Brooks’un (1917-2000) Maud Martha isimli romanı, 1953 yılında kaleme aldığı karakterinin adını taşıyan romanıdır. Brooks’un tek romanı olan Maud Martha siyah bir kızın yaşamını 1920’lerden 1940’lı yıllara kadar anlatır. Romanda, Maud Martha’nın gündelik yaşamında bir siyah çocuk ve kadın olarak yaşadığı güçlüklerden, ırkçılığın da ötesinde renkçilik (siyahlar arasındaki renk hiyerarşisi), sınıf ayrımı ve cinsiyetçilikle başa çıkma yollarından söz edilir. Bu yılın Şubat ayında İş Kültür tarafından yayımlanan eser Didar Zeynep Batumlu tarafından Türkçeye çevrildi.
Maud Martha yoksul bir ailenin kızıdır. Düğme şekerlerini, kitapları, rengi olan müziği, verandadan göğe bakmayı sever. Karahindibaları ayrıca sever; kendini onlara benzetir. Yedi yaşında küçücük bir kız çocuğu olmasına rağmen sadece karahindibaları seyredecek ve hayal kuracak vakti yoktur. Zira “çoğu zaman tozu alınması gereken sandalyelerle masalar, doğranması gereken domatesler, toplanması gereken yataklar ya da gidilmesi gereken marketler” (s.1) olur.
Maud Martha, siyah olmanın ne anlama geldiğinin küçük yaştan itibaren farkındadır: “Siyahların evlerinin kaçınılmaz olarak ağır ve nahoş bir kokusunun olduğu söylenirdi genellikle. Çok saçmaydı. Kötücül –ve saçma. Yine de evin her bir penceresini kaldırarak açtı. Uygulamaya geçirilecek bir ırk eşitliği teorisi vardı ve Maud Martha bizzat ‘eşit olma’ fikriyle eşitlenmeyi umut ediyordu sadece” (s.11).
Maud Martha’nın tek arzusu “dünyaya iyi bir Maud Martha bağışlamaktır”. Sürekli okur; kardeşi Helen’in dediğinin tersine evlenir ve bir kızı olur. Evlendiği kişi olan Paul açık tenli bir siyahtır. Oysa Maud Martha çok koyu bir tene sahiptir. Güzel olmadığını düşünür. Paul ’ün tatlı diye tabir edeceği biridir: “Güzel dediğin, ufak tefek, krem rengi bir tene sahip, kıvırcık saçlı bir şey olmalı. Ya da en kötü ihtimalle, güzel dediğin, ufak tefek, kıvırcık saçlı, içinde bolca süt olan kakao renkli bir şey olmalı. Oysa ben direkt kakao rengiyim-tabii beni bu şekilde tanımlayacak kadar ‘nezaket’ gösterecek olursanız” (s.35).
Dışarı çıktıklarında sinemaya gittiklerinde ırkçı, ikisi arasındaki renk farkını hissettiren bakışlar onlara çevrilir. “Lobideki insanlar, umutsuzca utangaç görünmemeye çalışan bu iki utangaç Zenciye meraklı gözlerle bakmaktan kaçınmaya çalışıyorlardı. Beyaz kadınlar, kıyafetinde bariz hata bulunmasa da onlara bir şekilde sıkışık odaları, sidiği ve sıkışık hayatları çağrıştıran o Zenci kadına baktılar. Saçlarına baktılar. Uzun, upuzun saçları olan siyah bir kız görmek hoşlarına girdi. Böyle bir şey gördüklerinde daima-olumlu anlamda- biraz şaşırırlardı. O sarımtırak yakışıklı Zenci adamın bu kadınla birlikte olma sebebinin bu saçlar olduğunu farz ettiler” (s.50).

Maud Martha her şeye rağmen kendine direniş hattı bulmaya çalışır. Hayal dünyası geniştir oraya sığınır kızını da bu dünyaya dâhil eder.
Beyazların imtiyazlı, rahat olma halinin siyahlara yaşattığı bedeli, siyahların en basit, en sıradan gereksinim ve haklarının yok sayıldığı bir düzeni şiirsel bir dille anlatır Brooks kitabında. Maud Martha ve kocası “…film bitip de ışıklar onları tam da oldukları halleriyle; kürklerin, güzel kıyafetlerin ve hafif parfümlerin ortasında dikilen iki Zenci olarak gözler önüne serdiğinde hevesle etraflarına bakındılar. Zalim gözlerle karşılaşmamayı umdular. Hiç kimsenin onlardan rahatsız olmuş gibi görünmemesini umdular. Filmi çok beğenmişlerdi, çok mutluydular; gülerek, sinemadan çıkan diğer izleyicilere ‘Güzeldi değil mi? Harika değil miydi? Demek istiyorlardı. Bunu elbette yapamamışlardı” (s.52).
Keşke yapabilselerdi…