.

Kosta Kortidis’in Deli Şairi Ömer Seyfettin

Şehnaz Şişmanoğlu Şimşek

Kosta Kortidis hem yönetmen hem de oyuncu olarak tiyatroseverlerin aşina olduğu bir isim. Özel tiyatrolardan ve devlet tiyatrolarında sahneye konmuş 20’den fazla oyunu var. Rulet oyunu ile 2014 yılında Kültür Bakanlığı Özel Ödülü’nü ve 2015’te Direklerarası Yılın En Başarılı Oyun Yazarı Ödülü’nü almış. Bir seri katilin hayatını konu alan Ted Bundy oyunu ise 2019 yılında yine Direklerarası Yılın En Başarılı Oyun Yazarı Ödülü’nü bir kez daha kazandırmış yazara. Bu sene olduğu gibi bazen aynı sezonda 7-8 oyunu birden oynanıyor.

Kortidis, profesyonel tiyatroya 1998 yılında Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu’nda başlamış, daha sonra 1999 yılında kendi kurduğu İstanbul Oyuncuları’nda oyunculuk ve yönetmenlik yapmış. Uzun yıllar Zihni Göktay ile birlikte çok sayıda eserde usta çırak ilişkisini devam ettirmiş. İ.B.B. Şehir Tiyatroları ‘nda Sarıpınar 1914, Düğün ya da Davul, 4. Murad , Benim Küçük Yıldızım , Lay, Lay, Lom, Gılgameş gibi oyunlarda önemli roller üstlendi. Bunun yanı sıra Kortidis’i birçok sinema filmi ve dizide de izledik. Yalnızca oyuncu olarak da değil, yerli ve yabancı sinema filmlerinin senaryolarını Türkçe ve Yunanca’ya çevirmiş. Dahası, T.R.T.’de iki yıl boyunca diyalekt uzmanlığı görevini üstlenmiş. Oyunları özel tiyatroların yanı sıra 2014 yılı itibarıyla Devlet Tiyatroları’nda da oynanmaya başladı. Rulet, Ted Bunny, Taşın Kalbi- Camille Claudel, Büyük Tuzak, Başka Biri, bu oyunlar arasında. Yayımlanmış eserleri arasında Kostalar, Memetler, Rebetler (2003), Çiçekçi Sokağı Cinayeti (2009), Büyük Tuzak (2015), Rulet (2015), Sorgu (2019) sayılabilir.

1990’lar: İstanbul Amatör Rum Tiyatrosunun Altın Yılları

24 Nisan Pazar günü, tam da Paskalya kutlanırken, bayram, seyran dinlemeden oynadığı Deli Şair Ömer Seyfettin oyununun sonrasında yaptığımız görüşmede tiyatro geçmişine dair önemli ayrıntılar dinledim kendisinden. Kosta Kortidis, 90’lı yıllarda Rum okulları ve kiliselerin dernekleri etrafında kültür faaliyetlerini sürdürmüş olan bir neslin son temsilcilerinden. Onun tiyatro yeteneğini keşfeden ilk isim Zografyon Lisesi’nin hâlen müdürlüğünü yapan Yanni Bey olmuş. İlk olarak Feriköy 12. Apostol Kilisesi’ne ait kültür derneğinde yapılan tiyatro seçmelerine katılmış ve Yanni Bey orada yeteneğini keşfedince oyunculuk serüveni başlamış. 90’lı yıllarda Rum cemaati kiliselerinin mutlaka bir kültür salonu ve tiyatro sahnesinin de olduğunu gururla anlatıyor. Aslında Kortidis için o yıllarda biçilen gelecek farklı, cemaatin ileri gelenleri onun din adamı olarak yetişmesini istiyorlarmış. Ancak tiyatro aklını çelmiş bir kere. Lise yılları boyunca 3-4 oyun sahneye koymuşlar. Bunlar arasında Trabzon doğumlu meşhur yazar Dimitri Psathas’ın komedileri ve Panayot Abacı’nın bir Aziz Nesin çevirisi var. Tiyatrodan vazgeçmemesine neden olan önemli bir gelişme Atina’da turnedeyken yaşanmış. Dimitri Psathas’ın kızı oyunu izlemiş ve oyun bitiminde yanına gelerek “Babamın kelimelerini sahnede senden dinlemek çok önemliydi, mutlaka oyuncu olmalısın” demiş. Sonrasında ise yine Zografyon’un ünlü hocalarından, çevirmen ve yazar Ari Çokona’nın aracılığıyla profesyonel tiyatrocularla tanışınca, tiyatro sınavlarına girmeye karar veriyor ve kazanıyor. Yıldız Kenter’in “Kosta” adını duyunca dikkat kesilmesi hâlâ hatırında, çünkü okullu bir Rum oyuncu neredeyse hiç yok. Önümüzdeki sezon aralrında bir Rum kadın foto muhabirin de yer aldığı 8 Sonsuz Kadın başlıklı oyununu kendi tiyatrosunda oynamayı planlıyor.

2019 yılında yakın dostu Akın Kaplan ile birlikte Teatro Rudius’u kurmuşlar. Aynı tiyatronun Sanat Yönetmenliği’ni üstlenmiş. Bu yazının konusu da bu tiyatro grubunun son oyunlarından biri olan Deli Şair Ömer Seyfettin. Ölümünün 100. Yılında Ömer Seyfettin anısına sahnelenen oyunda Kortidis hem oyunu yönetiyor hem de Cenap Şahabettin rolünü üstleniyor. Okan Şevket Duman, Ömer Seyfettin, Alişan Özkan Ali Canip, Akın Kaplan Hekim Simon, Aslı Çelebi ise Calibe Seyfettin olarak karşımıza çıkıyor.

Ömer Seyfettin: Hem Tanıdık Hem Bambaşka

Adından da anlaşılacağı gibi oyunun merkezinde Ömer Seyfettin var. İlk ve ortaöğretimde modası hiç geçmeden okutulan, eserleri iktidarlar değişse de “100 Temel Eser”in içine her zaman dâhil edilen, eğer Türk edebiyatında bir kanondan söz edeceksek onun tam da merkezinde yer alan bir isim. 1920 yılında 36 yaşındayken Milli Mücadele’nin tam ortasında ölmeseydi, belki de Cumhuriyet kadrolarında uzunca yıllar ön saflarda olacaktı. Ömer Seyfettin, kısa yaşantısına büyük bir külliyatı oluşturan makale, öykü ve şiir sığdırmıştır.

Oyun, bir yandan edebi bir figür olarak bu bildik Ömer Seyfettin imgesini tekrar ederken -bazı noktalarda anakronik olma pahasına güçlü Mustafa Kemal göndermeleri ve Milli Mücadele vurgusu ile-, bir yandan da zaaflarıyla, hayalkırıklıklarıyla, yarım kalmış evliliği ve doyamadığı kızıyla, yani insani taraflarıyla bambaşka bir Ömer Seyfettin anlatıyor izleyicilere. Bence oyunun güçlü tarafları tam da bu noktada devreye giriyor.

Oyunun ayırt edici özelliklerinden biri de kurgusu. Ömer Seyfettin’in son günü olan 5 Mart 1920, 3 kere sahneleniyor; her bir sahnede hayal, sanrı, gerçek birbirine karışarak…  

Ali Canip Yöntem ve Cenab Şahabettin arasında geçen bir şiir ve dil tartışması ile açılıyor oyun. Cenab Şahabettin ağır bir dille eleştiriyor Ömer Seyfettin’in şiirlerini, hatta şiirden bile saymıyor. Belli ki Kortidis dönem edebiyatına dair epeyce okuma yapmış çünkü oyun boyunca gerek dönemin edebi tartışmaları gerekse Ömer Seyfettin’in şiir ve öykülerine yapılan göndermelerle, oyun güçlü bir metinlerarasılığa sahip. Genç izleyiciler buradan yola çıkarak Seyfettin’in farklı yazma pratiklerine dair derin bir araştırmaya girişebilir.

İlk perdede hastalığından dolayı epeyce bitkin ve güçsüz bir Ömer Seyfettin var. Hastalığına teşhis koymaya çalışıyorlar ancak dönemin tıp bilgisi bunun için yeterli değil. Sonradan Diabet hastası olduğu anlaşılacak. Maddi açıdan da zor durumda, buna rağmen tek isteği gazete okuyabilmek, Milli Mücadele’deki gelişmeleri takip edebilmek. Dünya ile tek bağlantısı, arada sırada yanına gelip giden Ali Canip. Ali Canip’in ona getirdiği gazeteden İtilaf Devletleri’nin çok yakında İstanbul yönetimine el koyacağını öğreniyoruz. Zira 16 Mart yaklaşıyor. Düşünülenin aksine Ömer Seyfettin bu habere seviniyor çünkü bu son darbenin Mustafa Kemal kuvvetleri tarafından büyük bir güçle püskürtüleceğine inanmakta. Bu sahnelerde anakronik göndermeler de artıyor: “Mustafa Kemal Paşa bu ülkenin son ve en büyük kurtarıcısı olacak! Orası kesin! Öyle şeyler yapacak ki aklın almayacak! Ve mesele sadece düşmanı perişan etmek olmayacak! Sonrası daha mühim! Hissedebiliyorum!”.[…] Ama esas harp düşman defedildikten sonra başlayacak! Asla bitmeyecek sonsuz bir harp başlayacak o zaman! Cehaletle aydınlığın Harbi! Mahşere kadar sürecek büyük harp!”

“Sense of Ending”: Güner’in Tıkı Tıkları

Ali Canip’in evden çıkmasından sonra ışıklar söner, müzik başlar, yeni bir sahneye geçilir. Bu kez Ömer Seyfettin’in eşi Calibe Hanım’ı sofra başında görürüz, yazarı kahvaltıya çağırmaktadır. Ömer kendini bir karabasandan uyanmış gibi hisseder, biraz önce derin bir sohbete giriştikleri Ali Canip de yoktur artık. Ve her şeyden önemlisi kendini çok sağlıklı ve güçlü hissetmektedir. Kızı Güner’in okula gittiğini öğrenince daha da sevinir. Oyunda Ömer Seyfettin’in kızı Güner deyiş yerindeyse yokluğuyla “var olan” önemli bir figürdür. Güner kimi zaman bir ses kimi zamansa bir gölge olarak, bazen babasının öykülerini okur, bazense şiirlerini. Bu göndermelerin arkasında derin bir trajedi yatıyor aslında. Güner, yazarın sadece iki sene evli kaldığı eşi Calibe Hanım’dan olan kızıdır. Yazar, kızından 2 yaşındayken ayrılır ve bir daha da onu göremez. 2007 yılında kaybettiğimiz Güner Hanım (Elgen) ise anılarında Ömer Seyfettin’in kızı olduğunu ancak 11 yaşındayken öğrendiğini belirtiyor.

Daha önce belirttiğim gibi oyunun asıl gücü Ömer Seyfettin’in bu kişisel trajedisini, duygusal anlamda yalnızlığını anlatmadaki başarısından kaynaklanıyor. Bu aynı zamanda yazar ve yönetmen olarak Kortidis’in, alıştığımız büyük cümlelerle konuşan Ömer Seyfettin’i değil “öteki” Ömer Seyfettin’i göstermedeki ustalığı. Özellikle Güner’i görmeden, onun sesinden “Kaşağı” öyküsünü dinlerken, öykünün sonunu bilen okurlar olarak, oyunun da ölümle bitecek sonunun yaklaşmakta olduğunu seziyoruz: “Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı… tık… tıkı… tık… tıpkı bir saat gibi…… yerimde duramaz; ‘Ben de yapacağım!’ diye tuttururdum.” Öykünün içindeki saatin tıkırtısı, sahneyi kaplayan Osmanlıca “Yeni Lisan” yazısının üstüne iliştirilen saatle de paralellik arz ediyor. Tersine işleyen bir saat bu. Son yaklaşmakta. Dekorla, ışıkla, müzikle kurulan “boğucu” atmosfer, “sense of ending”i etkili bir biçimde hissettiriyor oyunda.

“Anadilim Rumca, Kendi Dilim Türkçe”

Yeri gelmişken “lisan” Ömer Seyfettin gibi Kortidis için de çok önemli bir mesele. Kortidis, İstanbul doğumlu bir Rum yazar olarak oyunlarını Türkçe olarak yazıyor, Rumca tercih ettiği bir yazı dili değil. Diğer Rum yazarlardan bu açıdan ayrışıyor. “Anadilim Rumca, kendi dilim Türkçe”, diyor. Bu ilginç tanımlamayı ilk defa duyuyorum. Kendi iradesiyle seçtiği dil olarak vurguluyor Türkçeyi. Baba tarafından çok eski Samatyalı, anne tarafından ise kökleri Kayseri, Bandırma/Erdek’e uzanıyor. Bu yönüyle yazar için Türkçe yazmak kadar Anadolulu Rum kimliği de çok önemli. Milliyetçiliği, dili ve imlayı iyi kullanmak olarak tanımlıyor. Ömer Seyfettin’i merkeze alan bir oyun yazmasında her iki yazarın lisana bakışındaki ortaklık da  rol oynamış olabilir.

Sonraki sahnede Ömer Seyfettin’i, Ali Canip’e Mustafa Kemal’e gönderilmek üzere bir mektup dikte ettirirken görüyoruz. Bu bölümde Ömer Seyfettin ve Mustafa Kemal ilişkisi daha vurgulu bir biçimde ortaya konuyor. Mustafa Kemal’in yazardan sitayişle bahsettiğinden, yazılarını, hikâyelerini ve hatta şiirlerini de okuduğundan söz ediliyor. “Türk Edebiyatının yeni soluğu diyor! Kullandığın dili, üslubu, sadeliği seviyor, beğeniyor ve destekliyor! Yeni çağın adamı diyor senin için!” Bu sahnede, oyuna adını veren “Deli Şair” tanımlamasının Ömer Seyfettin’in askerler arasında kullanılan bir lakabı olduğu söyleniyor. Tahir Alangu da benzer biçimde, Ömer Seyfettin Ülkücü Bir Yazarın Romanı’nda bu lakabın Eyüp’teki Askerî Rüştiye Mektebi’nde devam ettiği sırada arkadaşları tarafından konulduğunu belirtir.

Ali Canip ve Ömer Seyfettin arasında geçen bu son perdedeki diyalog yeni nesile yakın tarihi hatırlatma gibi bir işleve de sahip sanırım. Nitekim benim oyunu izlediğim salonda elinde defteri ve kalemiyle birçok öğrenci vardı. Oyundaki Milli Mücadele ve Atatürk göndermelerinin öğretmenleri cezbeden ve öğrencileri izlemeleri için teşvik eden bir yanı da var şüphesiz. Şimdiye kadar okuduklarının ötesinde, farklı bir Ömer Seyfettin ile karşılaşmak onları da şaşırtmış olmalı. Oyunun sonunda radyodan cızırtılı bir ses efektiyle yazarın ölümünden sonra yaşananları da öğreniyor izleyiciler. Yazarın hayatını anlatan çoğu kaynakta bulunmayan bu bilgileri oyundan aynen alıntılayarak yazımı sonlandırayım:

Ömer Seyfettin 6 Mart 1920 günü evinin çok yakınında bulunan Haydarpaşa Hastanesi’nde hayatını kaybetti! Hastalığı iyice ilerlemiş olduğundan kendisi 4 Mart’tan beri ağır koma halinde zaten burada tedavi görüyordu! Ölümünden sonra kendisine “Diabetis”; halk arasında yaygın bilinen adıyla şeker teşhisi konuldu. Üzerinde kimliğini belirtecek bir vesika yoktu! Naaş’ına kimsesizler muamelesi yapıldı… araştırmalarda kullanılması için Darülfünun’a bağışlandı! Ali Canip Bey pazartesi günü eve geldiğinde Ömer’i bulamadı! Her yeri aradı ama netice alamadı! Üniversite’de kadavra olarak kullanılan Ömer Seyfettin’in bedeninin fotoğrafı birkaç hafta sonra gazetede yayınlanınca Ali Canip başta olmak üzere Türkçü gençler fotoğrafı tanıyarak hastaneyi bastı… bu sırada Ömer Seyfettin’in bedeni çoktan parçalanmış, iç organları çıkartılmış ve başı kesilmişti… Naaş’ından geriye kalanlar yakınlarına teslim edildi… Kuşdili Mahmut Baba Türbesi’ne defnedildi! Cenazesine eski eşi Calibe Hanım katılmadı! Bir sohbetlerinde Ömer Seyfettin, Ali Canip Bey’e “bir gün mezarımın üzerinden yol geçirirlerse şaşırmam” demişti… Ağustos 1939’da mezarı yol geçecek gerekçesiyle yerinde söküldü! 23 Ağustos 1939’da Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi!

Not: Bu yazı, Avrupa Birliği Ufuk 2020 Araştırma ve İnnovasyon Programı çerçevesinde Avrupa Araştırma Konseyi
(ERC) tarafından fonlanan bir projenin parçasıdır (ERC-2019-STG, STAGING-ABJECTION, Hibe Anlaşması
No. 852216).