.

Kısa Kısa Kurt Vonnegut (2): Timequake ve Breakfast of Champions

Burcu Alkan

Daha önceki yazımda Kurt Vonnegut’un eserlerini iyi ve özgün yapan unsurların anlatış biçimi ve yazarlık üslubu olduğundan bahsetmiştim. Vonnegut’un mizahı kolaylıkla ayırt edilebilir bir şekilde ona özgüdür. Bazı diğer metinlerinde olduğu gibi yine kendi hayatıyla örtüşen son romanı Timequake’te bu üslubun oturmuşluğunun rahatlığını hissetmek mümkün. Gerçi Timequake yazarın son romanı olarak geçse de metnin klasik bir roman yapısını takip ettiği söylenemez. Daha çok parçalardan, montajlardan ve metnin kurgusallığına ve yazarın varlığına göndermelerden oluşan bir iç içe anlatılar silsilesi. Nitekim postmodern ve sonrası roman türü teknik açıdan kendi kendinin de sınırlarını zorlayacak bir yöne evrilmiştir. Vonnegut’un romanları da bu eğilimin en net örneklerinden bazıları.

Timequake de bu türden postmodern bir yönde kurgulanmış ve yazarın en çok kafa yorduğu konulardan biri olan “özgür irade” meselesine odaklanmış. 13 Şubat 2001, 14:27’de bir zaman depremi olur ve insanları 17 Şubat 1991’e geri yollar. Herkes bu on yılı yeniden yaşayacaktır. İnsanlar hayatlarının önceki halini bilecekler, fakat gidişatını hiçbir şekilde değiştiremeyeceklerdir. Yani bir tur daha önceki yaşantılarının aynısını yaşayacaklardır. Böylece herkes kendini olanın akışına bırakır. Asıl sorun ise 13 Şubat 2001, 14:28’den itibaren aniden geri gelen özgür iradenin beraberinde getirdiği karmaşadır, çünkü insanların kendi kararlarını alabilme becerileri körleşmiştir.

Vonnegut’un metinlerinde özgür iradenin olmayışına ya da özgür iradenin olduğu durumlarda insanların onunla ne yapacağını bilmemelerine dair çıkarımlar dikkat çeker. Aslında bu yaklaşımın yazarın insanlığın durumuna yönelik görüşü olduğu söylenebilir. İnsanlığın sahip olduğu özgür iradeyi savaşlar, çevresel felaketler ve ekonomik adaletsizliklerden yana kullanması Vonnegut’un insan olma durumuna yönelttiği eleştiridir. Yazara göre insanların özgür iradeleriyle yarattıkları yıkım sözde diğer canlılardan daha zeki ve üstün olmalarına rağmen ahmaklıklarının bir göstergesidir. Bu temel eleştiri yazarın hemen her romanında mevcut, Timequake’te ise ana mesele.

Ayrıca Vonnegut son romanında romancılığına dair önemli bir noktaya da dikkat çekiyor. Yazarın farklı metinlerde boy gösteren karakteri Kilgore Trout bir bilimkurgu yazarı olarak asla üç boyutlu karakterler yaratmakla vakit kaybetmediğinden bahsediyor. Dünyada yeteri kadar üç boyutlu karakter zaten bulunmaktadır. Dünya zaten gayet onlarla kalabalıktır. Kaldı ki, yazılması gereken daha önemli şeyler vardır:

“If I’d wasted my time creating characters,” Trout said, “I would never have gotten around to calling attention to things that really matter: irresistable forces in nature, and cruel inventions, and cockamamie ideals and governments and economies that make heroes and heroines feel like something the cat drug in.”

[“Eğer zamanımı karakterler yaratmakla boşa harcasaydım, asla asıl önemli meselelere dikkat çekmeye fırsatım kalmazdı,” dedi Trout, “doğadaki karşı konulamaz güçler, ve zalim icatlar, ve kadın ve erkek kahramanların kedinin dışarıdan sürüklediği şeylermişçesine görünmesine neden olan abuk sabuk idealler ve hükümetler ve ekonomiler.”]

Vonnegut için karikatürize karakterler asıl meselelere odaklanmak için yeterlidir. Hatta onun metinlerine bakıldığında karikatürize karakterlerin abartılı varlıklarının asıl meselelere dikkat çekmek için ideal oldukları söylenebilir, çünkü böylece okur da karakterle özdeşleşmek ve hikâyenin akışına kapılmak yerine abartılarak burnunun dibine kadar sokulmuş meselelerle yüzleşmek zorunda kalmaktadır.

* Timequake’in henüz Türkçe çevirisi bulunmamaktadır.

***

Karikatürize karakterler, absürt olay örgüsü ve kendi kendine referans veren kurgu sadece Timequake’e özgü değil elbette. Aksine bu nitelikler tüm Vonnegut romanlarının kurucu unsurları. Breakfast of Champions romanında ise bu niteliklere bir de çizimlerle desteklenen bir çocuksuluk ve biyokimya referanslı bir “delilik” temsili ekleniyor. Özgür irade mevzuu ise robot-insan üleşmesiyle yine boy gösteriyor.

Bilimkurgu hikâyeleri porno dergilerinin sayfalarını doldurmak için kullanılan Kilgore Trout hiç kimse tarafından tanınmazken Eliot Rosewater’ın önerisiyle kendini Midland City’nin sanat festivalinin özel davetlisi olarak bulur. Trout’un festivale yolculuğu sırasındaki tavrı ve sunulan şaşaalı imajına bir direniş olarak kendini itici ve kötü kılmaya çalışması onu bir anti-kahraman yapmaktadır. Ayrıca yazar hem bir karakter, hem metnin sözde yazarı, hem anlatıcı kimliğiyle hikâyeye dahil olur ve anlatıcı-karakter-yazar kavramları arasındaki sınırları ortadan kaldırır. Böylece kitabın kurgusallığı da sürekli olarak ön plandadır.

Vonnegut bir kez daha hem doğrudan hem edebiyat üslubuyla gerçekçi sanat anlayışının gereksizliğinin ve anlamsızlığının altını çiziyor. Asıl önemli meseleler olan çevresel, ekonomik, toplumsal ve insani krizler dururken kurgu olduğu halihazırda bilinen bir metnin gerçekçi olma derdini reddetmeyi tercih ediyor. Romandaki çocuksu açıklamalar ve çizimler ise asıl meselelerin ne kadar basit olduğuna dikkat çekiyor. Gereksiz karmaşıklıklardan arındırıldığında dünyayı döndüren asli detaylar bir çocuğun anlayacağı kadar temeldir.

Ayrıca Vonnegut’un alışıldık üslubuyla toplumun ve insanlığın vardığı anlamsızlığa dair çizdiği manzaraya bu sefer “delilik” kavramı da dahil olmuş. Küresel sorunların, insanlığın hatalarının ve Amerika’nın yanlışlarının eleştirisinin bir ifadesi olarak kullanılan dönemin klişe “şizofreni” ve “psikiyatri” söylemleri hikâyede üstünkörü bir şekilde kullanılmış. Roman boyunca intihar, varsanı, psikoz gibi deneyimler insanlığın vardığı çarpıklığın sembolü ve psikiyatrik ilaçlar da sistemin kendini devam ettirmesini mümkün kılan araçlar olarak temsil edilmiş.

Romanın tüm postmodern absürtlüğü içinde bu temsiliyetin çok da önemli olduğu söylenemez elbette. Kaldı ki, postmodern teorinin eleştirisini şizofreni üzerinden kurduğu bir kanat da mevcut (Jameson, Deleuze & Guattari vb.). Bu yazı böylesi bir teorik tartışmayı açmak için uygun değil, fakat popüler kültür ve damgalama ilişkisi düşünüldüğünde böylesi bir söylemin yarattığı sorunlu bakış açısını not düşmeden de geçmemek lazım. Romanın ikinci ana karakteri Dwayne Hoover’ın okuduğu kitabın etkisiyle kontrolden çıkarak çevresindeki insanlara zarar vermesi şizofreniyle ilişkilendirildiğinden kapitalizm eleştirisinin ötesine geçtiği ve damgalamaya ön ayak olduğu göz ardı edilemez.

* Cem Akaş çevirisi Can Yayınları’ndan çıkmış [Şampiyonların Kahvaltısı].

***

Vonnegut’un farklı romanlarında tekrar eden karakterler aslında bir bakıma bu romanların büyük bir anlatının parçaları olduğu fikrini veriyor. Yazarın kurgu dünyasının haritasını oluşturan böylesi bağlantılar ister istemez Émile Zola’nın Rougon-Macquart serisine işaret ediyor. Belki bu bir aşırı yorum. Ne de olsa Vonnegut’un postmodernizmi ile Zola’nın natüralizmi arasında büyük bir uçurum var. Ama yine de bu iki yazarın dönemlerinin ruhunu temsil eden farklı deterministik yaklaşımları ve toplumsal eleştirileri bu yorumun o kadar aşırı olmayabileceğini akla getiriyor. Bir bakıma Vonnegut’un Zola’nın gerçekçi kanattan yaptığı çözümleme ve eleştirilerin benzerlerini kendine özgü postmodern bir temelden inşa ettiği bile düşünülebilir.