Ali Bulunmaz
Dünyanın dört bir yanında kadınların sesini bastırmaya, kısmaya ve hikâyelerini geri plana itmeye çalışanlar var. Erkek egemenliğine karşı başkaldıran, görünür olmak için elinden gelenin fazlasını yapan; söz ve eylemle hakkını savunan, eşitlik isteyen ve huzurla yaşamayı arzulayan, kısacası kadınların gücünü ortaya koyan isimler var.
Birçok farklı meslek grubundan kadınlar, gerek yan yana gelerek gerek çeşitli yöntemlerle güçlerini birleştirerek sağlam adımlar atıyor bu anlamda. Onlardan biri de Kuzey İrlandalı yazar Lucy Caldwell.
Sosyal ve politik sorunlara dair kaleme aldığı romanlarıyla, öyküleriyle ve tiyatro oyunlarıyla başta kadınların sorunları olmak üzere, yaşanmışlıklardan hareket ederek hem uzak ve yakın geçmişteki hem de günümüzdeki problemleri edebiyat aracılığıyla hatırlatıyor.
Caldwell, Tülin Er tarafından Türkçeye çevrilen Yakınlıklar’da, yaşamın içinden kesitler çekip çıkarırken yersiz-yurtsuzlaşmış, doğum yapma arifesinde olan, çocukları üzerinden kendisine çeşitli oyunlar oynanan, yaşamını sorgulayan, başka bir yaşam umudu taşıyan ve anlatacakları bulunan kadınları getiriyor karşımıza. Diğer bir ifadeyle kadın karakterlerin yer aldığı ve kadınların kahramanlaştığı öyküler anlatıyor.
Kadın bedenini tartışanlara karşı güçlü bir direniş
Caldwell, kadınlara ve kadınların yaşadıklarına yoğunlaşırken gerçekleşen ve gerçekleşmeyen istekler, gizlenen ve anlatılan hikâyeler, anlatma cesareti gösterilmediği için sır olarak kalan yaşanmışlıklar, yalnızlıklar ve kalabalık içindeki bir başınalıklar gibi meselelerle yüzleştiriyor okuru.
Mesela dört koldan kuşatılmış; yakın çevresi tarafından yalnızlaştırılmış bir anne ve anneliğin eşiğindeki bir kadının karşılaşmasını, toplumun bakış açısı ve mücadele bağlamında öyküleştirmiş yazar. Üstelik bu noktada annenin çocuğuyla kurduğu iletişimi ve ilişkiyi, kırgınlık ve kızgınlıklar babında işliyor. Dahası, bir evliliğin çocuklar üzerinden sürdürülmesi veya bitirilmesi gibi hayatî bir noktaya da getiriyor konuyu: “Evlilik yürümüyor, daha doğrusu, yeni bebek doğana kadar sürüyor ve sen kaygıların yüzünden onu sevmek şöyle dursun, kucağına bile alamayacak kadar suçlu, harap hâlde oluyorsun. Kocan her iki çocuğun da velayetini almak üzere girişimde bulunuyor, karşı çıkmıyorsun. Oğlanın hatırına birlikte yaşıyorsunuz ama on sekizine girince karşılıklı anlaşarak ayrılıyorsunuz ve elbette bir daha hiç çocuğun olmuyor. Oğlun bebek kız kardeşini hiç hatırlamıyor, zaman zaman hatırlarmış gibi yapıyor gerçi.”
Kayıp çocuklar, yitik çocukluklar ve örselenen benlik gibi meseleler de Caldwell’in öykülerinde karşımıza çıkıyor. Tabii bunların yanında, dinlerin kadını salt anne olarak görmesi veya anneliği kutsallaştırmasını da dert eden yazar, söz konusu durumun kadınları nasıl kısıtladığını ve bu kısıtlamaya karşı mücadeleyi de anlatıyor.
Caldwell’in kadın kahramanları ve kahraman kadınlarından bazıları, yaşamını sorgularken açıklıktan ve dürüstlükten yana zar atıp karşısındakinin kendisine her şeyi söylemesini arzuluyor. Öte yandan, kendisinin sözünün ya da hikâyesinin dinlenmesini; oyun ve yalanların sonlandırılmasını istiyorlar. Şüphelerin, aldatmaların ve ihanetlerin de son bulmasını umuyorlar. Bunlarla birlikte, erkeklerin de kadınların da kadınlarla alay etmemesini dilerken Monica Lewinsky’nin, Anna Nicole Smith’in, Jade Goody’nin ve Sinead O’Connor’ın isimlerini geçiriyorlar.
Caldwell’in kadın kahramanlarının dilinde ayrımcılığa, cinsel şiddete ve erkeklerin üstünlük kurma çabasına karşı mücadele de yer alıyor. Bunlar içinde kürtaj hakkını savunma da var elbette. Kürtaja sıcak bakmayanların “masumların kıyımı” gerekçesine karşı doğum yapmayı reddedenler ve cinsel saldırı sonucu hamile kalanların o çocuğu dünyaya getirmeme arzusunu destekleyenler söz alıyor. Üstelik bu konuda devreye giren, kendisinin bir şeyler söyleme hakkı olduğunu savunan ve kürtajı “cinayet” diye niteleyen papazlara ve din görevlilerine de eleştiriler getirirken kadın bedenini ve benliğini tartışmaya açanlara karşı güçlü bir direniş başlatıyorlar.
İhtimaller denizinde ve dalgalar arasında
Caldwell, kadınların yaşamını ve annelik deneyimini öne çıkardığı öykülerinde, erkek egemen dünyada kendisinin de bir birey olarak özgür şekilde yaşama hakkı olduğunu savunan ve bunun için mücadele eden, benzer şeyleri söyleyen hemcinsleriyle dayanışma hâlinde olan karakterlerle buluşturuyor bizi. Evliliğin kendisi için “özgür bir başlangıç” olacağını söyleyenlere inat, zaten özgür olduğunu (özgür olması gerektiğini) yüksek sesle dillendiren kadınlarla karşılaşıyoruz.
Korkudan, güvensizlikten, ruh daralmasından mustarip kadınlara da neşeli, etrafına güven duyan ve iyi insanlarla karşılaşan kadınlara da denk geliyoruz öykülerde. Onların tamamı, yaşadıkları tüm travmalara rağmen doğanın telafi edici ya da iyileştirici gücüne inanıyor. Bu inanç, hepsini ayakta tutuyor. Tecrübelerinden dersler çıkarıp yollarına devam ediyorlar: “Çekim Yasası bizi kendi hislerimizin gerçekliğine çeker; özlem duymak ve çok istemek tam da doğaları gereği bizi arzuladığınız şeylerden yoksun kalacağımız deneyimlere götürür, öyle olmasa özlemeye ve daha fazla istemeye nasıl devam edebiliriz? Olan her şeyin bir sebebi vardır çünkü sadece acı vasıtasıyla öğrenebilsek dünya pek zalim bir yer olurdu, dersler sadece kalbimizi kırsaydı çok kafa karıştırırlardı.”
Sırların var olduğu ve can sıkıcı ortamlar da kurgulamış Caldwell. Böyle bir sıkıntının ortasında hem kendisinin hem de başkasının sorunlarını çözmeye uğraşan kadınlarla yüzleşiyoruz. Onların bir kısmı ayrılıkların üstesinden gelmeye bir kısmı yok sayılmanın ağırlığını taşımaya çabalıyor. Kimisi sözün bittiği yerde bulunuyor kiminin ise söyleyecek çok sözü var; “her ne kadar acının gerçek bir metrik ölçüsü olmasa da kayıplar arasında bir hiyerarşi vardır, öyle olmalıdır” buna örnek bir cümle. Devamı da var: “İnsanların değişmediğini mi, yoksa gerçek anlamda hiç değişmeyeceğini mi düşünüyorsunuz, diyorsun. Bence insanlar değişir, diyor, elbette ama esasen daha da fazla kendileri olur sadece. Bu düşünce rahatlatıcı mı, yoksa müthiş üzücü mü bilemiyorsun. O zaman umut nerede, diyorsun, hiçbir zaman gerçekten yeni baştan başlamayacaksak ne bileyim, başka bir şeye ya da daha iyi bir şeye dönüşemeyeceksek?”
İhtimaller denizinde, dalgalar arasında yaşamaya çalışan kadınlara da rastlıyoruz öykülerde; şunu yapsaydım ya da onunla gitseydim neler olurdu diye soruyorlar kendilerine. Bazıları da “bütün insanlar ahlaksız ve kötüymüş” diye söyleniyor içinden. Gerçekler ve olasılıklar arasında bir denge bulmaya çalışsalar da pek çok şeyin önemini yitirdiğinin farkına varıyorlar bu süreçte. İçlerinden bazıları zamanın her şeyi düzelteceğini düşünürken bazıları da zamanın yaraları iyileştirmediğini görüyor. Bazıları korku duvarlarını bir türlü aşamıyor: “Her günün, her günün her ânının dünyaya korkuyla değil, sevgiyle karşılık verme fırsatı olduğunu günbegün tekrarlıyorum kendime. Korkunun eş ve karşıt bir güç değil de daha çok sevgi eksikliği, çarpık ya da yoldan çıkmış bir şeyin belirtisi ya da işareti olduğunu. Ama yanlış seçimler yapmaktan çok korkuyorum. Yanlış şeyi yapmaktan.” Bazıları ise kelime ve cümlelere sığınıp zorluklardan kendisine bir açarak “her şeyin ebedi olduğuna” ve “hiçbir şeyin kaybolmayacağına” inanıyor.
Caldwell, Yakınlıklar’da çözümlemeler yaptığı karakterin karşılaştığı zorluklar ve döndüğü keskin virajlar için güncel ve tarihsel sorunlardan ilham almış. Erkek egemen bakış açısı, kürtaj, cinsel şiddet ve ruhsal baskı gibi meselelerin yanında annelik, aile, toplum ve muhafazakârlık gibi kadınları her daim istim üstünde tutan konulara da edebî biçimde yaklaşmış.
Caldwell, kadınların üç aşağı beş yukarı birbirine benzeyen sorunlarını ve karşılaştığı güçlükleri, hayattan kesitlerle hikâyeleştirirken kullandığı yalın dille kadın olmanın zorluklarına dikkat çekiyor öykülerinde.
Yakınlıklar, Lucy Caldwell, Çeviren: Tülin Er, Siren Yayınları, 144 s.