Figen Şakacı
Figen Şakacı’nın “Ölümünün 50. Yılında Suat Derviş” anması etkinlikleri kapsamında 1 Ekim 2022’de “Bugünün Edebiyatından Suat Derviş’e Bakmak” panelinde yaptığı konuşmayı Sanat Kritik okurlarımızla paylaşıyoruz.
İki Kız Kardeş: Cevriye ve Hayriye
Beyoğlu’nun inceden yağan bir yağmurla ufunetini def ettiği bir akşam, kepenkleri inmiş lokantaların bulunduğu sokağın hemen köşesinde göründü Cevriye. Ortalarda fazla dolaşmaması gerektiğini bilse de Galata burnunda tütmüş, Kosti’nin yerinde bir tek atmak, Barba’yı görmek için sabırsızlanmıştı. Siyah kıvırcık saçlarına değen her bir yağmur damlası flaş çakıp kaçıyor, Cevriye hızlı adımlarla kalabalığı yara yara ilerliyordu ki; birden bir kadın sesi duydu. Kahırlı bir kahkahayla herkesi başına toplamış bu kadının derdini anlamak için o da meraklılar arasına katıldı. Olur a, Allah muhafaza hergelenin biri sokakların tekinsizliğinden habersiz bir masuma fenalık yaparsa Cevriye yeniden karakolluk, kodeslik olmayı göze alır, kurtarırdı kadını belki. Fenalığa da paha biçilmezdi ya, hani cilveleşmek maksatlı hafif bir elle oynama bile olsa yine de gözünün yaşına bakmaz, açar bayramlık ağzını yumar gözünü alırdı kadını hödüğün elinden.
Cevriye o güzel kafacağızından bunları geçirirken, caddenin orta yerine çizilen çemberi aralayıp baktığında bir de ne görsün: Etine dolgun, yüzü pek solgun, Allah’ına yan bakan, mangalda kül bırakmayan gencecik bir kadın tramvay yolunu emmisinin gölü bilmiş de çimiyormuş gibi debelenmekte, bu da yetmiyormuş gibi en tumturaklı sinkafta Cevriye’yle aşık atmakta… Yoksa bu da mı bizden suali ve suratıyla yanına biraz daha yanaşınca ancak duydu Cevriye yerdeki kadının isyanını: “Şışşt oğlanlar, puştlar, yakışıklılar, tipsizler, Abidinler, evsizler, donsuzlar, heeey! Bana bakın bana! Beğenemediniz mi ha! Gizemliyim lan ben, gizeeemli! Hah haa!”
Eğri oturup doğru konuşalım, bu gizem meselesine Cevriye’nin kafası pek basmadıysa da kadını orada ve o halde bırakacak değildi. Sokakların insafı olmadığını çook erken yaşta öğrenmişti. Hele bu erkek soyu yüzünden en yakınlarını kaybetmiş, kahrolmuştu. Hiç unutur muydu, kardeş bellediği en yakın arkadaşı Arap Cemile’nin sırtından bıçaklandığını, güzeller güzeli Yıldız’ın başının, aftozunun eline geçirdiği taşla tuzla buz olduğunu. Peki bu çamurda biten çiçek, çivisi çıkmış dünyanın en dingildek yerinde sallanıp duran bu kadın da kimin nesiydi? Polis kalabalıktan işkillenip yanlarında bitmeden, bu kadını bir an önce yerden kaldırmalıydı. Önünde izbandut gibi duran birkaç sarhoşa hafiften omuz atmasıyla, kadının önünde etten duvar örecekmiş gibi kanatlarını açması bir oldu. İşte o an, ben deyim Cevriye’nin eli gökyüzünden kayan bir yıldız gibi hızla eğri çizerken, siz deyin o bütün ihtişamı ve cevvaliyle şimşek gibi çakarken, birbirlerinden en az elli yıl ayrı kalmış iki kız kardeş hasretle el ele tutuştu…
Kalın fitilli kadife pantolonundaki çamurları elinin tersiyle şöyle bir silen kadın, kendisine uzatılan bu ince uzun ele fırından yeni çıkmış taze somun gibi yapışıverdi. O ana kadar hayatında bu kadar alımlı, bu kadar güzel bir kadını ancak filmlerde görmüş, ağzı bir karış açık hayranlıkla Cevriye’ye bakakalmıştı. İşvesiyle girdiği her yeri şenliğe çeviren Cevriye ise oralı bile olmadı. Göz göze gelmeden herhangi bir muhabbete girmeye ezel ebed teşne olmayan kadın, Cevriye’nin yüzüne canın sağ olsun nefesi üfleyiverdi. İkisi de zamanı ve zemini yara yara kalabalığı arkalarında bırakıp bir süre sessiz sedasız aheste aheste yürüdüler. Ta tünel meydanına kadar uygun adımla ve güçlerini birleştirmenin verdiği çalımla…
Derken bir anda zınk diye durdu Cevriye. Mühim bir meseleye parmak basmadan ya da gıcığına giden birilerinin façasını aşağı almadan yaptığı gibi elini beline atarak;
-Harala güreleden tanışmayı unuttuk ya kız, benim adım Cevriye. Fosforlu Cevriye derler bana, ya senin adın ne?
Güleceği zaman soldaki çürük dişi görünmesin diye hafiften ağzını yamultan kadın:
-Hayriye. Bana da Pala Hayriye derler…
Cevriye boynuna dolanmış saçlarından bir avuç alıp arkaya attı, Hayriye’ye pürdikkat baktı.
-Bi dakka, bi dakka. Kız senin bıyıkların mı var ki pala diyorlar sana… Yoksa erkeksin de kadın kılığında mı dolaşıyorsun ha? Doğru dürüst anlat da anlayalım hele.
Cevriye’nin tepeden tırnağa süzdüğü yetmiyormuş gibi bir de keskin bakışlarıyla nişan almasına aldırış etmeden bu kez Hayriye elini uzattı ona.
-Önce bir ufağı masaya yatıralım da anlatırım elbet… dedi.
Cevriye kıkırdayarak göz kırptı:
-Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz… Alemlere davet alıp da geri çevirdiğim hiç olmadı… yalnız ben meteliğe kurşun atıyorum, baştan söyliiim de sonra yanlış olmasın.
Hayriye, kendi ihtişamından habersiz bu cânım periye; aralarındaki gizli sözleşmeye ilk imzayı atan yumuşacık bir dokunuşla:
-Biz seninle önümüze serilmiş bütün yanlışları, yalanları topuğumuzla ezer, üzerine de üç gömlek dikeriz Cevriye… deyiverdi.
Dünyanın dübürüne çomak sokan Cevriye’yle, şaşırmayı, yanılmayı maharetten sayan Hayriye Mevlevihane’nin önünden kahkahalarla geçip, kol kola aşağılara doğru öyle bir salındılar ki, Beyoğlu’nun taşları inim inim inledi.
***
Tahta masaların, telaşsız bir uğultunun arasında, iki kadın uzakları yakın edecek bir akrabalığa doğru kadehlerini kaldırdılar. Rakı buz çıtırtılarıyla boğazlarından yağ gibi akıp yanaklarına pembe pembe kondu. Onları uzaktan izleyen Barba’yı suçüstü yakaladı Cevriye. Onun da meraktan öldüğünü ama bir türlü yanındakinin kim olduğunu sormaya cesaret edemediğini biliyordu. Gerçi Barba, Hayriye’nin alemlere yeni düşmüş bir çıtır olmadığını tipine bakar bakmaz anlamıştı ama Cevriye bu, sormadan duramazdı:
– Bu Beyoğlu çok şeyler görmüş geçirmiştir de nara atıp yedi düvele fırça çeken tazecik bir kadına daha rastlamadı be! Bize sokak kızı demelerine, kötü yola düşmüş diye vah vahlanmalarına, sürtük diye dillerine dolamalarına alıştık da seninki ne işti Hayriye? Sen de sürtüksen açık söyle bak, çekinme…
Hayriye, yan masalardan Cevriye’nin ışığına doğru uçmaya yeltenen pervanelere gözlerini devirip ayarını çekti ve kadehini tekrar kaldırdı.
-Bize hâlâ sürtük diyorlar, aldırmıyor hatta inadına gülüyor, içiyor, eğleniyoruz. Haa senin gibi karın tokluğuna yaptığımız bir şey değil, o başka… Niye kendimi sokak ortasına attığıma gelince senin benim gibi kadınlar dünyaya, en bilmişinden en berduşuna kadar üzerimize üzerimize gelen bu erkek milletine ve dahi erkeklik illetine kafa tutmayacak da ne yapacak be Cevriye?
Hayriye’nin bu sorusu Cevriye’den beklenmeyecek bir suskunlukla karşılandı. Öyle ya onun hayatında böyle tumturaklı cümlelere yer yoktu; aldın-verdin, gittin- geldin derken geçiyordu ömrü. Hatta bazen parasızlıktan dini imanı gevrediğinde karakolları barınak olarak kullanıyor, kelli ferli adamların ağız kokusundan, sana dost hayatı yaşatırım tekliflerinden gına geldiğinde kendini meyhanelere atıyordu. Kafası kıyak olduğunda isyandan sayılırsa, saydırıyordu yukarıya: “Gözünü sevdiğimin Allah’ı beni herhalde mantar gibi yerden bitirdi, yağmur gibi gökten düşürdü…”
Hayriye’nin cevap bekleyen koca gözleri sulanmaya, nah bu kadar kirpikleri kepenk gibi açılıp kapanmaya başlayınca Cevriye onu daha fazla bekletmeden, rakısından uzun bir yudum almayı da ihmal etmeden:
“Benim annem hiç olmamış be Hayriye, beni sahiden bir kadın doğurmuş mu vallahi bilmiyorum, kendimi bildim bileli sokaktayım, aş bulursam yerim, aftoz bulursam giderim, haaa karakola düştüm mü de mutlaka bir boy aynasında kendimi şöyle bi süzerim… Bizim gibilerin dünyaya kafa tutması bu mudur dersen eh bu değilse de boru da değil yani diye diklenirim bak, benim de tersim terstir haaa…”
Hayriye kırçıllı kahkahalarından birini daha savurdu ki, Barba o dakika sürtüklüğünden emin oldu, Cevriye ondan aldığı cesaretle bluzunun yakasından bir düğmeyi pıt diye çözüverdi. İkisi de aynı anda masadaki topiğin karnını yardı, damaklarını şaklata şaklata lokmalarını çiğnedi.
Hayriye boşalan kadehlerini Barba’ya fırsat tanımadan doldurdu; “anası olanın yarası vardır” cümlesini Cevriye’nin peçetesinin yanına bırakıverdi.
Bir ufak çoktan devrildiğinde ikisinin de çakır keyifliğine diyecek yoktu artık. Gecenin ilerleyen saatlerinde birbirlerine kavuşan ama bir türlü arzuladıkları sevgiliye kavuşamayan iki müzmin yalnız olarak omuzlarını titrete titrete çiftetelliye durdular. Cevriye mest olmuş bir edayla ve cümle alem duysun istediği bir sedayla; “ah be dinine yandığımın dünyası ah”ını çekip; “Peruz anamız olsaydı da bir kanto söyleseydi şimdi” dedi.
Hayriye bunca yıl sonra kendine bu kadar yakın bir arkadaşın önünde kendini rezil etmeden geceyi kapatma telaşıyla, kantoyu bilmem de ben acaba bir kahve mi söylesem deyip saate baktı.
Cevriye, simsiyah kıvırcık saçlarını bu kez ensede toplayıp, elini yine beline attı:
-Memur muyuz kız biz, yarın yetişeceğimiz işimiz, yatakta bekleyen kocamız mı var, ne kahvesi, bu gece bizim, bu gece içicez, açılacağız… Hem boşuna çilingir sofrası dememişler bu masaya, rakı kalbimizin kapısını bir çilingir gibi açacak, bunca yıl taşıdığımız olur olmaz yükler de birer birer masaya taşacak… ohh sonra sen sağ ben selamet, haaa sokağa çıktığımızda yine kendini ortalara atıp ona buna saydırırsan, bak bu sefer karışmam baştan anlaşalım…
Cevriye’nin çektiği bu ültimatoma Hayriye hiç mi hiç aldırmadı. Cevriye’nin onu ne olursa olsun yol ortasında bırakmayacağını adının Hayriye olduğu kadar iyi biliyordu. Hatta bilmek ne kelime emindi bundan. Öyle ya kız kardeşlik dediğin böylesi bir sezgiyle örülmüş güven gerektirirdi en çok.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Cevriye kimselere açamadığı sırrını forş diye masaya saçıverdi. Düştüğü karasevda öyle böyle yakmıyordu içini. İlk defa ona saygı duyan, siz diye hitap eden, kendini bir sürtük gibi değil de bir “bayan” gibi hissettiren bir adamla tanışmış, onun gözlerini, sözlerini aklından bir an bile çıkaramamıştı.
Hayriye onu içi yana yana dinledikten sonra kendi hikayesini de tıpkı Cevriye gibi hiç sakınmasız, süslemesiz koydu onunkinin yanına. Ne mutlu sana Cevriye, aklına her geldiğinde senin de saygıyla anacağın bir adamın var, ben ne yapayım; yanlışlıkla kapısını çaldığım Yiğit’e tutulmakla kalmayıp bir de ondan hamile kalmalar, kendi karnımı doyurmakta zorlanırken bir de bu durumun derdine düşmeler….
-Kız evlenmek miydi niyetin, yoksa çocuk mu istedin?
-Yok yok, kaza diyelim…
– Hop, hop! Çocuk dediğin kazayla olmaz, olursa da işte böyle benim gibi ortalarda kalır. Evlilik dediğin de kodese girmek gibi bir şeydir Hayriye. Sen ucuz atlatmışsın, boşveeeer.
Cevriye’nin içine serptiği suya şükranla iyice çakırlaştı Hayriye. Beyaz peynirden iri bir lokmayı ağzına atarken Kosti’nin meyhanesinden içeri kol kola iki kadın girdi ve onlara pek bir müstehzi bakarak tam yanlarındaki masaya oturdular. Hayriye’nin dikkatle onlara baktığını gören Cevriye de kafasını o tarafa çevirdi.
İkisinin de kocaman kara gözleri, dudaklarında kan kırmızı rujları vardı. Garson sandalyelerini çekip, menüyü uzatırken meyhanedeki bütün çatal bıçak sesleri susmuş, müzik kesilmişti. Zamanın sarkacı bu buğulu ve uğultulu atmosferin içinde ileri- geri gidip, durdu.
Alacaklı gözlerle etraflarını süzen bu iki kadından birine Cevriye şöyle bir eğilerek biraz daha yakından baktı ve hayretini saldı.
-Kız anam ben zom değil zomtirik oldum iyice herhalde, şu yanda oturan benim gibi Marmara çocuğunu denizin dibine yollayan kadın değil mi?
Hayriye hafiften sulanmış gözlerini şöyle bir ovuşturup dikkatini verdi. Cevriye haklıydı. Hayriye de yakından bakınca fark etti. Ömrünün en güzel çağlarını birlikte geçirdiği o kadın sonunda yanına düşmüştü işte, önce bir heyecanlanıp, coşarak gidip boynuna sarılma hissi duyduysa da o da kendi akıbetine hemen ayıktı ve bastı fırçayı:
Sen benden şanslısın kardeşim Cevriye, hiç olmazsa çok sevdiğin denize kavuşmuş, son nefesini orada vermişsin. Ya ben ne yapayım? Benim nerde olduğumu kendisi dahil hiç kimse bilmiyor, bir de marifetmiş gibi ona buna “Kim çaldı” diye soruyor, bir yazar tarafından faili meçhule giden tek talihsiz ben miyim ya hu?
Hayriye’nin isyanını yine naraya bağlayacağından ödü kopan Cevriye lafını öyle bir kahkahaya boğdu ki, sonunda ikisi de kıyak kafalarla makaraları koyuverdiler.
O sırada yan masada servis açılmış, muhabbet koyulmuştu. Genç olanın hayranlıkla dinlediği Suat Hanım, hayat bilgisi ve görgüsünden süzdüğü sözcüklerle konuşmaya başladı:
“Hepimiz birbirimizin örneğiyiz. Bizden evvel gelenleri unutur, hatırlamaz, gelecek nesle yalnız biraz daha uzun yaşamak, hiç olmazsa hatıratta yaşamak arzusuyla bir eser bırakmaya uğraşırız. Dimağımızın maziye merbutiyeti yoktur”