İlayda Demirok
“Anlıyor musun ikimizden biri
Şimdi gitmeli ama ölmeli
Bu şehirden hemen şimdi gitmeli”[*]
Sahi Adım Neydi… Şairler ve şarkılar nabzını tutuyor zamanın. Eski bir filmin afişinden kaçmış bireyler tek tek şehrin daracık, kokan, yaralı ve sakat sokaklarına dağılıyor. Bir adam ya da bir kadının öyküsü değildi yazarın kaleme aldığı öyküler. İçimizde kaybolan, bireyselliğin yalnızlığında yitip giden ya da yeniden doğan kahramanların varoluşuydu. Yaşam gibi bir gerçekliği kurgusala döküyor yazar. Kısacık cümlelerle okurun nabzını tutuyor ve okuyucularını birer gözlemci olarak sokağa salıyor.
Bireyselliği, kalabalıkların içindeki tekilliği, iç göçünü yanı başımızdaki özneleri hikâyelerine taşıyan yazar, duygularını betimlediği karakterlere çoğu zaman umulmadık sonlar çiziyor. Bir aşka tutunan ya da gidenin yasıyla varlıklarını onun nesneleriyle tamamlayan, gidenin ruh hâline bürünen, okuyucuya da o kıyafetleri giydiren Polat Özlüoğlu; şiir ve müziğin duraklarına da uğruyor öykülerinde ve üstü örtülen karakterleri sanatın diliyle bir kez daha somutlaştırıyor. O, toplumun sırtını dönmeyi tercih ettiği, bir yara, bir leke olarak gördüğü kişileri de alıp kanlı ve canlı hâlleriyle duygularıyla, aşklarıyla, kırılmışlıkları ile hem aile hem de değişik erkler tarafından gördükleri şiddetle karşımıza dikiyor. Edebiyat toplumların belleğidir. Bu bellekte yer alması gereken kadınların, ekalliyetin, LGBTİ+’ların da yurtsuzluğuna, ezilmişliğine karşı bizi bu insanlarla dayanışma içinde olmaya, onları anlamaya çağırıyor.
İlk öyküsünden itibaren kadın üzerinden toplum çözümlemesini yapıyor yazar. “Saçlarımı Kestim” adlı öyküsünde kendinden vazgeçişi, isyanı, hastalıklı bir aşkı dile getiriyor. Kayıplara karışan aşkına fiziksel olarak benzemeye çalışan kahramanın, ruhsal çöküşüne bedensel çöküşü de eşlik ediyor. Yoğun duygu boşalmaları ile okuyucuyu kendi gerçekliğine çekiyor kahraman. Kadın ruhunu tüm öykülerinde başarılı bir şekilde aktaran yazar, giden sevgilisine benzemek uğruna saçlarını kesen hatta kırpan kadının göreceği toplumsal baskıyı anne üzerinden bize sunuyor. Kısa saçlı bir kadın… Başkaları ne der, vurgusu üzerinden kadın bir kalıba sokuluyor; anne ise davranışların bekçisi olarak terbiye edici konumundan asla sıyrılmıyor.
Öykülerinde çok belirgin özneler üzerinden yola çıkan yazar, yolları bir şekilde kesişen karakterlerinin kaderlerini etkileyen olayları, mekânları da somutlaştırarak okuyucuya aktarıyor. Yaraları ile dolaşan karakterlerin, bazen yaralarını iyileştiren yan karakterlerle öykülerine bir son biçiyor. Aşkın gözünü kör ettiği, eziyet çeken öznelerin dünyasında kulakları tırmalayan ağıtlarını bize duyuruyor sözcüklerin sesleriyle. Çocukluğun alt ettiği yetişkinlerin; ebeveynlerinin dünyasındaki var olma çabalarını, kabullenme acılarını da satırlarına gizliyor yazar. Baştan ayağa bastırılmış duyguları da cebine doldurup toplumda var olmak için “kaçış”ı seçen kahramanların çığlıklarını duyuruyor. “Ana, oğlun aslında kız.” diye anasına haykırmak isteyen Nefes, “Yılki Atları Gibi Bozkırda Başıboş”taki, “İçimde uyuklayan kızlara alışmıştım.” diyerek babasından şiddet gören, annesi tarafından şefkat ile sarmalanan isimsiz kahramanla, cinsel kimliklerinden dolayı kimliksiz bırakılan yığınların sesini duyuruyor Polat Özlüoğlu. “Evde Bekleyen Biri”nde tek başına ölmekten korkan cüce Zekeriya’nın, “Eve Hoş Geldin”de Ayten’in ve Afrika kökenli Ayo Dele’nin aşkının kem bakışlarla baskılanışını anlatırken, “Tavuk Hanım” öyküsü ile tarihsel bir olaya işaret ederek başka ötekilerin hayatına dokunuyor yazar.
Sıkışıp Kaldığımız Yer: Aile
Öykülerde neredeyse “baba” figürü yok denecek kadar az. Baba bir şekilde çatışma ya da şiddet unsuru olarak sunuluyor. “Yılki Atları gibi Bozkırda Başıboş”ta kahramanımız şöyle diyor “Onca yaptıklarından sonra bir gece kemerini sıyırıp dikilmişken başıma, elleri uzamış, dişleri sivrilmiş, üstüme üstüme gelmişken öyle bir anda dikili bir tuz taşı gibi yığılıp kaldı kapının önünde de, ölmedi namussuz.” Bu ifadesinde kahramanın acısını ve kalbinin derinliklerinden gelen öfkesini de görüyoruz. Baba bir otoritedir. Çocukluğundan itibaren fark ettiği, kendisindeki farklılığın da karşısında bir otorite. Oysa anneler her öyküye usulca sindirilmiş, bazen baba figürü karşısında çaresiz bazen de toplum sesi olmuş, koca bir toplumun ahlak öğretileri anne üzerinden veriliyor. Anne hem sevgi ve şefkatin kaynağı hem de başkaları “ne der”in temsilcisiydi. Aynı öykünün başka bir bölümünde “Annemin içinde sönen hevesleri…”, “Oysa bazılarımızın dünyaya sadece başkalarının hayatına meze olmak için geldiğini nereden bilecekti ki zavallım. Hiç bilmedi. Bilmesindi zaten.” diyerek anne ile kurduğu o acıklı hemhâlliği de sunuyor. Umudun, hırsın, yenilmişliğin, kederin, insan ruhunun dalgalanmalarını sunduğu öykülerinde kahramanları bir şekilde annelerine sığınıyorlar. Cinsel kimliğinin farkına yavaş yavaş varan kahramanın, hem babası hem de diğer yan baskı unsurları tarafından gördüğü şiddeti kurmacanın gerçekliği ile ustaca aktarıyor yazarımız. “Ağladım kız gibi ağlama, dedi babam, bir tane yapıştırdı koca avucuyla. Yere düştüm. Şişti yanağım. Sustum. Tövben içime kaçtı. Hacılar, hocalar kaç kere kızılcık sopasıyla dövdü, içimdeki kızları çıkartamadı… Gerçi babam kemiklerimi bir bir kırdı. Sabah annem kıyamadı yapıştırdı tek tek, yine de benden erkek olmadı.” diye isyanını duyuruyor kahramanın. “Yuvan Olmasın Adem”de de Nefes’in sessiz başkaldırısını duyuyoruz. “Ana oğlun aslında kız.”
Geleneğe bir saldırıdır belki bu öyküler, belki üstü örtülen, görünmez gerçeklerin. Bu trajik hayatların en önemli sebebi neydi? “Kayıp Atlet”te Şefik ve Yusuf arasındaki bilinmezlik, Yusuf’un Şefik’in atletini koklayıp saklaması ve yazdığı kitapta buna yer vermesi ve Şefik’in hapiste bu öyküyü okuyup en çok onu beğenmesi, ölümünden sonra Yusuf’un bunu öğrenmesi ve içinde taşıdığı pişmanlığın sebebi; “Ablam Aşktan Ölmüş” adlı öyküsünde mutlu(!) bir evliliği olan Hülya’nın Suat’la aşkının ortaya serilmesi sandıktan çıkartılan çeyizlerin ortaya serilmesi gibi bir direnişi gösteriyor aslında.
Kitaba adını veren öyküsü “Sahi Adım Neydi”; kulağımıza bir belirsizliği, kimliksizliği ya da cinsiyetsizliği çağrıştırıyor. Yazar, tüm öykülerinde de eril bir dil kullanmaktan sanki özenle kaçınıyor, belki de eril dilin kadına ve diğer kimliklere olan yaklaşımından. Dostluk ve koşulsuz sevgiyle bağlanan iki dostun, zaman içindeki bağlılıklarının tek taraflı bağımlılığa dönüşünü etkileyici bir şekilde sunuyor. Kişilerin ruh hâlleri hikâyelerinin temel öznesi olurken yetersizlik, çaresizlik, yalnızlık, dayatılan sosyal algı ve bir laboratuvar gibi kentin sokakları, caddeleri, mekânları da öykülere siniyor. Kahramanların ruh hâllerinin parçalanıp somutlaştırıldığı öykülerinde yazar; sokağımızda, apartmanımızda, çevremizde görebileceğimiz belki de yaşamına tesadüfen eşlik edeceğimiz bir yabancının iç dünyasını edebiyatın sihirli ve dokunaklı anlatım tarzıyla okura sunuyor.
Polat Özlüoğlu, ezilen, hor görülen, hırpalanan, terk edilen, intihara meyilli ya da ölümü bir direniş olarak gören, toplumla uyuşamamışlara, sistemin dışına itilen herkesle dayanışmaya çağırıyor bizi.
Sahi adımız neydi?
[*] “Ölüyorum Anlasana”, Nazan Öncel (1996), Söz-Müzik: Nazan Öncel.