
Melike Sönmezer
melikesonmezer@sanatkritik.com
Geçtiğimiz pazar günü listemde olmayan bir oyuna arkadaşımın daveti üzerine kendisine eşlik etmek üzere yola çıktım. Oyuna dair ne bir ön okumam ne de oyunculara, sahneye dair bir bilgim vardı. Folie à Deux’i izlemek için Endless Art Taksim sahnesinde misafir olduk. İlk defa bu sahnede oyun izledim. Sahneyi Boa sahne mimarisine benzettiğimi söylemeliyim. Fakat şunu açıkça dile getirmeliyim ki benzese de özgün, kendi içinde farklı bir aurası var. Bu his belki oyunun bendeki etkisinden kaynaklanıyor olabilir. Oyun öyle bir oyun ki sahnenin dışına taşıyor. Daha ilk sahnesinden siz konukları da oyununa dâhil ediyor.
Bir anda oyunun içinde buluveriyorsunuz kendinizi.
Rahatsız edici, sorgulayıcı, tarihten gelen kadın deneyimlerini hatırlatıcı bir oyun.
Oyuna dair yazının başında bir araştırma yapmadan izlemeye gittiğimi söylemiştim. Oyun akarken ilk hissettiğim bu metinin Nezaket Erden ve Pınar Güntürkün’ün sahnelediği Tırnak İçinde Hizmetçiler oyununu hatırlatıyor bana. Zaten Folıe A Deux oyununa dair ilk ulaşacağınız bilgi; oyunun Jean Genet’in Hizmetçiler oyunundan esinlenerek Esra Kucur tarafından performansa döküldüğü. Her iki oyunu izlemiş bir izleyici olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bizim esinlenmemiz sadece esinlenmekle kalıyor. Tırnak İçinde Hizmetçiler de Folıe A Deux daöylesine özgün öylesine bizden ki… Her iki oyun da oyuncuların performanslarıyla öyle kanatlanıp uçuyor ki. Etkisinden uzun süre çıkamıyorsunuz.
70 dakikalık tek perde olan Folıe A Deux oyunu aynı sınıfa ait iki kadının birbirlerine baktıkça kendilerinden kaçmak istediği özelliklerini görmesinden ve bundan dolayı da nefret duygusuyla boğuşmasından ilerliyor. Diyalog yok denecek kadar az. Belki oyun boyunca toplasanız 10 dakikalık bir diyalog ya da monoloğa şahitlik ediyorsunuz.
Ama bedenle öyle devasa bir hikâye izliyorsunuz ki!

Esra Kucur ve Irmak Akpınar resmen burun delikleriyle, gözleriyle, saçlarıyla her bir parmaklarıyla ayrı ayrı oyunculuk performansı sergiliyorlar. Bu iki oyuncunun adını ileride çok duyacağımızı burada not düşmek istiyorum. Bedensel bu performanstan her izleyici bambaşka duygular, anlamlar çıkarır diye düşünüyorum. Diyalog olmayınca acaba yanlış mı anladım diye kendi kendinize düşünebilirsiniz. Ama hayır. Yanlış anlama diye bir durum sanatta var olamaz. Sahnede izlediğiniz iki bedenin performansı sizi bir anlam denizinde yüzdürüyor. Çıkarımlarınızın sağlamasını duygularınız ve sizin bedeniniz size veriyor. Oyunda gerilimin tırmandığı bir anda sırtınızdan boşalan bir ter, ağladığınız an…Tamam diyorsunuz, bu hikâye bana geçmiş, bedenim reaksiyon veriyor.
Değişen iki farklı kostüm, kırmızı ve mavi ışığın altında, nefis müziklerin eşliğinde, hayatlarından, yer yer bedenlerinden ve mütemadiyen birbirlerinden nefret eden iki kurban.
Kurbanlar bazen sözde katile dönüşüyor ama yine özüne dönmesi çok sürmüyor. Rüya ve gerçeklik arasındaki yolculuklarına sadece ve sadece oyun oynamak onları kurtarıyor. En azından kurtardıklarını sanıyorlar.
İki kurban her dönüşümden hem kendini hem de diğerini doğruyor. Bu doğum bildiğiniz delilik modellerinin dışında bambaşka tanımı henüz konulamamış bir delilik haliyle var oluyor. Ötekinin ötekisi sarmalında bir doğum. Kadın, nefret, kurbanlık ve delilik hali iki bedenin olağanüstü performansıyla sizi içine çekiyor. Oyunu izlemek için oturduğunuz koltuktan rahatsız edici, isyankâr, daha da sorgulayıcı ve gün sonunda iyi ki tiyatrolar var diyerek kalkıyorsunuz.
İki bedenin bu muhteşem performansı sizleri bekliyor. Oyuna emek vermiş her bir tiyatro emekçisinin emeklerine sağlık, alkışları bol, rahatsız ettikleri seyircisi çok olsun.