Gılgamış’ın Beş Bin Yıllık Mirası

Hasan Öztürk

hasanaliozturktrb@gmail.com

Elli yıllık arkadaşlığı noktalayarak bırakıp giden sevgili dostum Ali Kemal Kandemir’in aziz hatırasına…

Bugünden beş bin yıl önceki bir kültürün bize ulaşan değeri Gılgamış Destanı, dünyanın kayıtlarında insanoğlunun yazılı ilk kaynağı olarak geçiyor. Yazının mucidi, uygarlığın da kurucuları bilinen Sümerlerin ilk merkezlerinden Uruk kentinin kralı Gılgamış’ın efsaneleri çevresinde oluşan destanın son biçimini alışı, M.Ö. 1200’lerdedir. Böylesine eski, kadim zamanların önemli bir kültür değeri hakkında yazılanları listelemenin güçlüğünü söylemek bile fazladır. Destan hakkında bunca yazılıp söyleneni bir yana bırakıyorum, buna karşılık 2025 yılının sonlarındayken yeniden okuduğum Gılgamış Destanı (2024; çev. Sait Maden), kadim zamanlardan bu yana değişmeyen insan/lık sorunlarıyla yüzleştirdi beni: erkeklerin kadın zaafı, kıskançlık, doğa tahribi, pişmanlık, adamını kayırma, ölümden sonra kıymet bilme, acısıyla yakan ölüme karşı ölümsüzlük arayışı… Bunca değişmeye karşın insanlık, ‘çizgisel’ zamanını sürdürüyor gibi.

Gılgamış, “üçte ikisi tanrı etinden, üçte biri insan etinden” bir yaratık olarak ülkesinde “Kral benim, yalnız ben!” diyen bir tirandır. Uruk halkı öylesine bıkmıştır ki onun yaptıklarından, “hiçbir kızı sevdiğine, bir yiğidin söz kesilmiş kızını bile” bırakmayan Gılgamış’a bir rakip yaratılmasını ister tanrılarından. Sonunda bir avuç kilden ‘üçte ikisi hayvan üçte biri insan’ olan “kaya parçası” Enkidu yaratılır çölün ortasında. Ancak “insan yüzü” ve “kent” görmemiş, ceylanlarla birlikte otlayan, hayvan sürüleriyle suya inen “yabani” Enkidu’yu kral Gılgamış’ın karşısına çıkarabilmek için öncelikle onu kente/merkeze getirmek gerekir. Bu güç iş için kurnazca bir formül bulunur: Enkidu’yu ilk gördüğünde taş kesilen avcı, yanına bir kadın alıp ona gidecek, kadın da Enkidu’yu avlayacaktır. Avcının babasıyla Gılgamış’ın avcıya önerdiği yöntem: “Bir sokak kızı katar senin yanına, al götür/ kız yener o adamı, güçte geri kalmaz ondan;/ adam bir su başında suvarırken sürüsünü/ kız çıkarır giysilerini, açar güzelliklerini,/ onu görünce yaklaşır adam/ ve elinde büyüyen sürü yüz çevirir ondan böylece.” Sonuçta plan başarıyla uygulanır, sokak kızı ile “altı gece yedi gün” yatan Enkidu, onun ayartmasıyla Gılgamış’ın krallık şehri Uruk’a gelmeye karar verir.

Kırsaldan şehre inen vahşi Enkidu’ya uygulanan yöntem, Kemal Sunal’ın yanlışlıkla kaymakam olduğu filmi getirdi aklıma. Kendi ‘özel’ yöntemleriyle kasabayı düzelten kaymakamı güç durumda bırakmak isteyen çıkar çevreleri, onu bir kadınla avlamayı planlar, neyse ki plan tutmaz. Haldun Taner’in Günün Adamı tiyatrosundaki akademisyen politikacıyı hatırlayınız. Partinin, hocayı susturmak isteyen kurt politikacıları, Anadolu yolculuğuna çıkan hocanın yanına sekreter olarak verdikleri bir ‘görevli kadın’ ile itirazcı hocanın sesini keserler. Eğitim Bakanlığı döneminde özverili çalışmalarıyla bilinen Hasan Celal Güzel, adı genel başkanlık için geçtiğinde bir ‘kadın’ ile adı çıkartılarak geriye çekilmiştir. Bir partinin başkanı da ‘kadın’ kullanılan bir operasyonla genel başkanlığından edilmemiş miydi?

Enkidu’yu yenemeyen Gılgamış, onunla dostluk yöntemini seçer, güç birliğine gider. Bu dostluk aynı zamanda bir çeşit taşra-merkez uyumu olarak görülebilir çünkü Gılgamış, taşranın fiziksel gücünü şehrinin kültürüyle kontrol altına almıştır. Gücüne güç katmış Uruk kralı, “Sedir ormanları gözcüsü Humbaba’yı ortadan kaldırmak için” Enkidu’yu yüreklendirir ve sonunda ikna eder. “Ormanda dev Humbaba yaşar,/ yok etmeye gidelim onu seninle/ kurtaralım ülkeyi kötülüğünden/ kesmeye gidelim sedir ağaçlarını.” Oysa Gılgamış’ın şehrine de Enkidu’nun taşrasına da pek uymayan/karışmayan Humbaba’nın bir kötülüğü yoktur, o sadece ormanın bekçisidir, o kadar. Ormanın derinliklerine gidenlere saldırır ancak halkın da oraya gidiş amacı açık değildir. Hazırlıklar tamamlanır, iki arkadaş “sağlam bir ad bırakmak” için yola çıkar ve sonunda Humbaba’yı öldürürler. “Gözcü Humbaba’yı yere serdi Gılgamış,/ iki konak öteden sedir ağaçları inledi./ Onu yere serdi Enkidu yoldaşıyla bir olup,/ orman uğuldadı, sedir ağaçları inledi.” Sonunda “ucu göğü delen” sedir ağacından “boyu doksan karış”, “eni otuz karış”, “kalınlığı iki karış” olan kapı kanadı yapılarak Nippur’a götürülür.

Humbaba(ları) öldürmek için ‘ad bırakma’ kahramanlığı yerine daha basit ekonomik çıkarlar vardır günümüzde. Paskalya Adası’nı sonunda yaşanmaz duruma getirenler, birbirlerine üstünlük sağlamak amacıyla yaptırdıkları tonlarca ağırlıktaki heykelleri bir yerden bire yere kaydırmak için adanın ağaçlarını kestiren eyalet krallarıdır. Sonrasında faturayı, uzaklardan adaya gelen ticaret gemilerindeki farelere kesmiştir ad bırakma çabasındaki muhteris krallar. Samipaşazade Sezai’nin “İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır” (Küçük Şeyler) öyküsünde Çamlıca korusundaki güzelim ağaçların iki yüz elli kuruşa nasıl olup da Üsküdar oduncularına satıldığı okuyunca, Humbaba öldürülünce inleyen sedirleri düşünmemek olmaz.

Aşk ve kıskançlık, kadın-erkek ilişkilerinde bütün zamanların kışkırtıcı sorunudur. İki arkadaş Humbaba’yı öldürüp Uruk kentine döndüklerinde tanrıça İştar, kral Gılgamış’a tutulur, “Gılgamış, benim kocam ol/ bedeninin meyvesini sun bana!” der. İştar’ın önceki âşıklarına yaptıklarını onun yüzüne karşı bir bir söyleyerek teklifini geri çeviren Gılgamış, tanrıçanın gazabına uğrar. Gök Boğası’nı Gılgamış’ın üzerine salan İştar, beklediğini alamaz çünkü Gılgamış, Enkidu’nun yardımıyla Gök Boğası’nı öldürür. İştar’ın bu gözü dönmüşlüğü için Türkiye’nin televizyon dizileriyle üçüncü sayfa haberlerini seyretmek yeter de artar bile.

Modern dünyanın yönetimlerine şöyle bir bakınız! Büyükten küçüğe yukarıda olan(lar) aşağıdakileri birbirine kırdırıyor, sözde ‘barış’ için de onları kendilerine bağımlı duruma getiriyorlar. Ülke/dünya fark etmez, sistem bu şekilde işliyor. Enkidu’yu Gılgamış’ın karşısına çıkaran tanrılar, aşağıdaki güç birliğinden rahatsızlıklarını saklayarak Humbaba’yı ve Gök Boğası’nı öldürdüğü bahanesiyle Enkidu’yu ölüme mahkûm ederler. Oysa Enkidu bu işi tek başına yapmamış, Gılgamış ile birlikte yapmıştır. Yukarıdakilerin konuşmalarına bir bakınız: “Anu, Enlil, Göksel Şamaş toplanmışlardı./ Anu Enlil’e dedi ki:/ Gök Boğası’nı ne diye öldürdüler,/ Humbaba’yı ne diye öldürdüler/ Dağın sedirlerini kesen var ya, ölmeli o/ Ama Enlil ‘olmaz’ dedi, Enkidu ölmeli,/ Gılgamış ölmemeli bence!/ Göksel Şamaş karşı çıktı Enlil’e:/ Benim sözüm üzerine gidip öldürmedi mi onlar/ Humbaba’yı, Gök Boğası’nı?/ Suçsuz yere mi ölecek şimdi Enkidu?/ Ama Enlil kızdı Göksel Şamaş’a/ Öyle diyorsun ya sen değil miydin/ her gün yanlarına giden, onlara denk biriymiş gibi?”

Dünya haritasını gözünüzün önüne getirin ve bugün aşağıdakilerin temsilcisi Orta Doğu ülkelerine bir bakınız. Son yılların Orta Doğu coğrafyasında yaşanan karışıklıkları ve öldürülen devlet adamlarını belleğinizde sıralamaya çalışırsanız belleğinizde iki gerçek netleşir: Yukarıdaki Putin ve Trump’ın, aşağıdaki Gılgamış ile Enkidu pazarlıklarını kendi aralarında nasıl kotardıklarını ve bir de faturayı her seferinde nedense İsrail dışındaki Orta Doğu ülkelerinin -Enkidu benzeri- ödedikleridir. Bu derin pazarlıkları tek tek ülkeler bazında yaptığınızda dünya genelinde, insana/insanlığa hizmet aldatmacasıyla yukarıya çıkma hırsının amacı açık seçik ortada demektir: Aşağıyı kontrol etmek. Orta Doğu ülkelerine, “onlara denk biriymiş gibi” gidenlerin, maskeli yüzlerindeki sırıtkanlıklarına bakar mısınız şöyle bir!

Tanrıların ölüme mahkûm ettiği Enkidu’nun içine düşürüldüğü çıkmaz, insanın çaresizliğinin, yaptığına pişmanlığının dramıdır ve burası, destandaki romandır. Enkidu’nun;  kadını, avcıyı ve yaptığı kapıyı lanetleyişi, her birimize, özellikle de politik yaşamda yerini bilemeyenlere ayrı bir derstir. Enkidu’nun ölüme mahkûm edilmesinin gerekçesi Humbaba ile Gök Boğası’nın öldürülmesidir lakin onun bu olumsuzluğu, asıl olarak kendi doğal ortamından ayrılıp yabancısı olduğu şehre gelişiyledir. Kendisiyle “altı gece yedi gün” yattıktan sonra onun; “Yakışıklısın Enkidu, tanrı gibisin,/ ne diye hayvanlarla dolanır durursun ıssız yazıda?/ eni Büyük-Alanlı-Uruk’a götüreyim, gel” sözleriyle şehre gelen Enkidu’nun, sokak yosmasına sitemi hayli ağırdır: “Şöyle gel yazgını belirleyeyim sokak yosması,/ bir yazgı ki sonsuza dek sürüp gidecek:/ ilencin en beterini savuruyorum sana,/ alsın etkisi altına seni bir anda;/ mutlu bir yuva kuramayasın kendine;/ genç kadınlar arasına giremeyesin,/ şarap tortusu kirletsin güzel göğsünü,/ bayramlık giysilerine sarhoşlar kussun!” Ne yazık ki iş işten geçmiş, Enkidu kaybetmiş, sokak yosması ise başka projelerin içindedir.

Ölüme mahkûm edilince suç ortağı ve arkadaşı Gılgamış’ı yanına alarak “tanrılar başı Enlil’den bağışlanmasını dilemek için” Nippur şehrine, Enlil Tapınağı’na gittiklerinde, sedir ormanından kestiği “ucu göğü delen” ağaçtan Enlil için yaptığı heybetli kapıyı karşısında bulan Enkidu bir kez daha yaptığına pişman olur: “Sendeki kerestenin bir benzeri yok:/ boyu doksan karış, eni otuz karış kalınlığı iki karış; ana bağlantıları, ortada altta, üstte/ on beşer karış./ Seni kesip biçtim, yapıp çattım Nippur’a,/ Enlil Tapınağı’na taşıdım. / Bana vereceğin ödülün, edeceğin iyiliğin/ bu olacağını bilseydim, kapı,/ baltamla bir güzel parçalardım da seni/ bir sal yapıverirdim tahtalarından.” Attığı taş, ürküttüğü kurbağaya değmemiş Enkidu!

Gılgamış Destanı’nın asıl evrensel mesajı, arkadaşını kaybeden Gılgamış’ın arkadaş yokluğunun acısıyla yaşam-ölüm üzerine uzun bir yolculuğa/sorgulamaya çıkışıdır. Enkidu’nun ölümü üzerine ağıtlar yakan Gılgamış, şehrin kuyumcularından arkadaşının büyüklüğünde altın heykelini yapmalarını ister. Kitabın, “Uruklulara ağıt yaktırdım, gözyaşı döktürdüm,/ mutlu kullarımı yasa büründürdüm senin için,/ senin ölümünden sonra saçlarım kirli geziyorum,/ bir aslan postuna sarındım çöllerde dolaşmak için başıboş.” dizeleriyle sonlanan VIII. Tablet bölümü, ölüm acısının beş bin yıldır aynı ateşle yürekleri yakışıdır.

Dengi olan arkadaşının cesedi karşısında adeta kendi ölümünü gören Gılgamış, “Ah ölecek miyim, Enkidu gibi mi olacağım ben de?/ Yüreğime bun girdi/ ölüm korkusu çekip dolanırım yaban yazıda.” diyerek tanrılara yalvarır bu korkuyla. Arkadaşının yokluğunun acısını dindirmek için uzak diyarların bilgelerine akıl danışan Gılgamış, sedir ağaçlarını kendisinin kestiğini ve Gök Boğası’nı da kendisinin öldürdüğünü, dolayısıyla asıl suçlunun kendisi olduğunu açıklayarak “Onun gibi yatmam gerekmez mi benim de/ kalkmamak üzere yatmam gerekmez mi benim de?” der. Gılgamış’ın ölüm şaşkınlığı, beş bin yıl sonrasının da şaşkınlığıdır: “Güneşi gören gözler/ yok oluveriyor günün birinde!/ Uyuyanla ölü aynı şeydir;/ ölümün resmini çizen çıkmamıştır.” Evet, resmi yok mutluluk ile ölümün ne yazık ki! Gılgamış, her nedense arkadaşı ölüme mahkûm edildiğinde onunla suç ortaklığını açıkça söylememiş ancak Enkidu öldükten sonraki itirafıyla dürüst davranmıştır. İlginç değil mi?

Ölümsüz bir yaşamı bulmanın ümidiyle uzun yolculuklara çıkan Gılgamış, bilgelerin yardımıyla nihayet Ölümsüzlük Ülkesi’ne ulaşır, orada Ut-Napiştim’den Tufan serüvenini dinler. Gılgamış’ı türlü sınavlardan geçiren Ut-Napiştim, acısını paylaşır, aradığı ölümsüzlük ilacını söyler ona: “Bir ot var, kökü dikenli bir ot/ dokunmayagör parmaklarına batar,/ böğürtlen dikeni gibidir dikenleri/ işte ele geçirirsen bu otu/ ölümsüz yaşamı avucunda bil!” Ayaklarına taşlar bağlayıp denizin dibine inerek bilgenin söylediği bitkiyi bulan Gılgamış, denizden çıktıktan sonra yıkanıp temizlenmek için girdiği ılık su dolu çukurdayken denizin dibinden aldığı bitkiyi, kokuyu alan yılana kaptırır. Ölümsüzlük ilacı bitkiyi kapan yılan “gömlek değiştirir” ve kayıplara karışır. “Şu yer aslanına (yılana) ettiğim iyiliği/ edemedim kendime” diyerek oturup ağlayan Gılgamış için denemeye değer başka seçenek kalmamıştır.

Gılgamış’ın Ölümsüzlük Ülkesi’ndeki bilgeyle görüşmesi, mitolojinin din ve sanat alanlarına yansıyan iki yönüne kaynaklık etmiştir. XI. Tablet’te Ut-Napiştim, Tufan olayını Gılgamış’a baştan sona anlatır. Kutsal kitapların Nuh dediği kişi, Gılgamış Destanı’nda Ut-Napiştim’dir. M.S. 6. asırdaki son kutsal kitap Kur’an’da “Nuh Suresi” (28 ayet) dışındaki pek çok ayette de (A’raf:59, 64; Tevbe: 70; Yunus: 71, 73; Hûd: 25; İbrahim: 9; Mü’minûn: 23; Ankebût: 14; vb.) aynı konuya değinilir. Oluşumu çok daha eskilere uzanırken yazılı son biçimi M.Ö. 1200’lerdeki Gılgamış Destanı’nda Ut-Napiştim, Tufan olayını bütün ayrıntılarıyla anlatıyor. Burada öncelik-sonralık yönüyle ‘destan’ ile ‘kutsal kitap’ etkileşiminde, tarihsel etkilenmeyi bilmemizde yarar var. Gılgamış, uzun uğraşları sonunda yerini öğrendiği ölümsüzlük ilacını bin bir güçlükle denizin derinliklerinden çıkarmışken ölümsüzlük ilacı içeren çiçeği bir yılana kaptırır. Orpheus da yer altı kralı Hades’in diyarına inip güç bela alabildiği Eurydike’yi benzer bir dikkatsizlik sonucu yukarıda kaybeder.

Alberto Manguel, hayranlıkla okuduğum Kelimeler Şehri (2009; çev. Esen Ezgi Taşçıoğlu) kitabının “Gılgamış Tabletleri” yazısında Gılgamış-Enkidu ilişkisinden “öteki’nin varoluşumuzu mümkün kıldığı” bağlamında hayli geniş kapsamlı ‘birlikte yaşama’ felsefesi çıkarır. Kendi adıma, arkadaşını kaybeden Gılgamış’ın uzun ölüm/süzlük yolculuğundan toplumsal olanın aksine daha bireysel bir iç yolculuğu öne çıkarmak isterim.  Kişi oğlunun iki büyük gerçeği var, ikisi de deneyimleyemediğimiz birer hakikat: doğum ve ölüm. İki somut gerçeğin arasının adı ise ‘yaşamak’ olmalı. Behçet Necatigil’in deyişiyle ‘kısa bir çizgi’ orası, Veysel’in dizesindeyse ‘iki kapılı bir han’. Nedense ‘doğum’ için söylenenler, çoklukla tıbbiyenin ders kitaplarındadır oysa ‘ölüm’ denilince yaşam duruyor ve onun felsefesi başlıyor. Çok ilginç! Ölümden korkmuyorum diyen kadim zaman filozofu haklı çünkü ‘ben varsam ölüm yoktur, ölüm varsa ben yokum’ diyordu. Bir kez daha Tanpınar’a dönüyorum, “Hayat, ölümün şerefine yazılmış bir kasideden başka bir şey değildir.” veciz sözü için.

Nermi Uygur’un; kendime ‘yaşam kılavuzu’ bildiğim, hemen başlarında “İnsan yaşar. Bitkiler, hayvanlarsa yalnızca canlıdır.” sözü geçen Yaşama Felsefesi kitabının “Ölüm” yazısını okuyorum. “Ne tuhaf şey ölüm: kimi savaş açmış ona yenememiş; kimi dost geçinmiş ama zararsız kılamamış; kimi akıldan çıkarmamış ama alışamamış; kimi unutmuş ama yine karşılaşmış onunla.” Yazıdaki, “Canlının çevreye uyması, çevreyi değiştirmesi demektir. Canlı için, birey olarak yaşamak budur.” sözleri, Gılgamış’tan bu yana, unutulup giden büyük kalabalığa karşılık belleklerimizde adı ve dünyamızda yeri olan az sayıdaki kişinin yaşama sırrını öğretiyor bana: Yaşadığı çevreyi, kendinden vererek değiştirebilme becerisi!

Yazıda yabanda ‘ölüm korkusuyla’ başıboş dolaşıp duran kral Gılgamış’ı tasavvur ederken Francis Bacon’ı okuyarak içimi ferahlatıyorum az da olsa: “Ölmek de doğmak gibi doğal bir şeydir; yeni olan bir bebek için, doğmak da ölmek kadar acı verir. Bir yararlılık göstermeye çalışırken ölen kimse kızgın bir kavgada yaralanıp da yarası sıcakken acı duymayan kişiye benzer; dolayısıyla kendini iyi bir iş görmeye adamış kararlı insan, ölüm korkusundan uzak olur.” Sözün hemen ardından, adanacak ölçüde “iyi bir iş” hangi iştir diye sorup kendime geliyorum. Humbaba ile Gök Boğası’nı öldürmek eylem anında “iyi bir iş” idiler çünkü tanrıların talimatıyla yapılmışlardı ancak aynı eylemler yine tanrıların talimatıyla kötü sayıldı ve Enkidu, suçun bedelini yalnız başına ödedi. Kararımı veriyorum: Yukarının ya da aşağının hesabına kendimi adayacağım ‘iyi’ bir işim yok, yapmaktan ‘zevk’ aldıklarım var.

Ateş, düştüğü yeri yakar ya Enkidu’nun ateşi de ona “canımdan ileri arkadaşım” diyen Gılgamış’ın yüreğine düşmüştür: “Üstüne kapanıp gece gündüz ağladım,/ izin vermedim gömülmesine/ yedi gün yedi gece boyunca/ belki çığlıklarımdan uyanır diye,/ kurtlar düşünceye değin burnundan!/ onun ölümünden sonra gözüm dünyayı görmedi.” Bütün güzel sanat dallarının: edebiyatın, müziğin, resmin, mimarinin ve heykelin, dinlerin, felsefî öğretilerin ya da başkalarının hangisi bu ‘düştüğü yeri yakan’ ölüm ateşinin acısıyla beslenmemiş olabilir ki…  Her birimiz için deneyimleyemediğimiz bu ölüm gerçeği, anlatılanın yalnızca anladığımız kadarıdır ve bir yönüyle de eksik bilgidir bildiklerimiz. Ne yazık ki canımızla tecrübe ettiğimiz ölüm, bildiğimizi bildirmeye izin vermiyor, asıl çaresizlik de burada. Canından ileri bildiği arkadaşının dostluklarından kendisinde kalanları sayıp döken Gılgamış’a gerçeğin acı yüzünü bilge kişi gösterir: “Nereye koşuyorsun böyle, Gılgamış?/ Eline geçmeyecek aradığın yaşam./ tanrılar insanoğlunu yarattıklarında/ yalnız ölüm oldu ona verdikleri,/ kendi ellerinde tuttular yaşamı!” Kendileri bilinsin diye bizi var etmişlerdi zaten.   

Haldun Taner’in, Yunus Emre’nin “Ten fanidir can ölmez/ Çün gitti geri gelmez/ Ölürse tenler ölür/ Canlar ölesi değil” sözünden mülhem, Ölürse Tenler Ölür Canlar Ölesi Değil kitabını okuyunca yeniden dönüyorum Uruk kralının ölümsüzlük yolundaki destanına. Edebiyatın sanat itibarı kazanmış metinleri, içindeki yazılardan çok daha başka sözler söylüyor okuruna. Sümerlilerin beş bin yıllık mirası Gılgamış Destanı da duygularımız ve düşüncelerimizle zenginleştireceğimiz yaratıcı okumaya açık böyle bir metin.