.

Felsefeyle meşgul olmanın bir yolu olarak çeviri

Murat Erşen

Çevirmenlik günün birinde bir meslek olarak seçtiğim bir faaliyet olmaktan ziyade, iç eğilimim sonucu üzerime yapışan bir şey oldu. Bu bakımdan on beş yıllık serüvenimin ilk adımları paylaşılmaya en uygun dönemmiş gibi geliyor bana. Gençliğimin büyük kısmı İzmir’de geçtiği ve o yıllarda orada maalesef yayınevi olmadığı için bir yayınevinin eşiğini aşmam hayli geç gerçekleşti. Yani ilk zamanlar çeviri nereye koyacağımı bilmediğim bir uğraştı. Bu alanda çalışan kimseyi tanımıyordum. 

 İlk lisans eğitimimi bitirdikten ve spora veda ettikten sonra kıt kanaat geçinmeyi göze alarak hayatımı sadece okuyabileceğim şekilde organize etmeye çalıştım. Bu dönemde yaptığım şeylerden biri de, İngilizcem çok gerilemesin diye, elime geçen Oscar Wilde’ın Toplu Eserleri’nden üç oyun çevirmekti. Öylece kaldı onlar önce.  Gel zaman git zaman, bir şekilde Fransa’da felsefe okuma fırsatı doğdu. Böylece yıllar sonra, bir de Fransızca öğrenince, Wilde çevirilerimi bu dilden de kontrol etmek istedim, hiç fena görünmediler. Sonra sanki dil bildiğim için kime karşı olduğu meçhûl bir borcum çıkmış gibi okuduğum ve beğendiğim şeyleri çevirme mecburiyeti diye tarif edebileceğim bir hissiyat peyda oldu içimde. Bir sürü kitap çevirmeye başladım kendi kendime. Todorov’un “Fantastik Edebiyata Giriş”, Steiner’ın “Tolstoy mu Dostoyevski mi?”, Rousseau’nun “Dillerin Kökeni Üzerine Deneme”, Husserl’in “Kartezyen Meditasyonlar”, Hempel’in “Doğa Bilimi Felsefesi”, Maupassant’ın öyküleri, Leo Strauss’un “Doğal Hak ve Tarih”,  Gérard Mairet’nin “Egemenlik İlkesi”, Pascal’ın risaleleri vs.  çevirisinde ilerlediğim ama ya o sırada bir yayınevi tarafından basıldığı için ya da çeşitli sebeplerle yarım bıraktığım çevirilerden bazıları.  Bunların bir bölümünü sonradan tamamladım, kimisi basıldı, kimisi basılmayı bekliyor. Ama anladım ki bu iş böyle olmayacak. İnternetten mail adreslerini bulduğum birkaç yayınevine üç Wilde çevirimle, iki psikanaliz çevirisi yolladım. Çok uzun süre sonra, bir yayınevinden bunları yayınlamakla ilgilendiklerine dair bir yanıt aldım. Böylece ilk kez bir yayıneviyle ilişkim oldu, gerçi yol yordam bilmediğim için çok kötü şartlarda sözleşmeler imzalamışım fakat neticede iki yıl kadar sonra nihayet ilk çevirim çıktı. Bu sırada birkaç kişiyle tanışınca o ara yaptığım başka çevirileri de yayınlatma şansı yakaladım ve “birden” piyasada on kadar çevirim oldu. Yavaş yavaş solipsist evrenimin kabuğu kırıldı.  2000’li yılların başında özellikle felsefe alanında çok fazla eksik vardı ve bu dağın bir bölümünü eritmek en önemli görevmiş gibi geliyordu. Bu yüzden Türkiye’ye dönünce akademiye girmenin yolunu aramaktansa yayıncılık alanında bir şeyler yapmak bana daha anlamlı göründü (naif idealizm!). Ama çeviriyi hâlâ “mesleğim” olarak görmüyordum. Dönem dönem üniversitelerde dersler veriyordum ya da metin yazarlığı gibi işler de yapıyordum ama odağımda, hızla ivme kazanmaya başlayan tercüme hareketinin bir ucundan tutmak vardı. Özellikle çağdaş Fransız felsefesiyle ilgilendiğim için, o sıra tematik felsefe dergisi çıkaran Monokl grubuyla tanışmam bu platformun benim için uygun olabileceğini düşündürdü. Çünkü hem uluslarası bir dergiye doğru evriliyordu, hem yaşayan belli başlı filozofların Türkiye’de konferans vermesi çabası içindeydik, hem de bir yayıneviyle bunları taçlandırabilirdik. Akademiye alternatif böyle mecralar ve çabalar felsefenin bu topraklarda canlanması için önemli bir rol oynayabilirdi. 

Kısacası hep kendi istediğim çevirileri yapmaya gayret gösterdim.  Ya yayınevlerine çevirmeyi arzu ettiğim kitapları öneriyorum ya da önerilenler arasında gerçekten faydalı olacağını düşündüklerimi seçmeye çalışıyorum. Yalnız çevirmenlik ve editörlük aynı zamanda insanın hayatını içine çeken bir girdabı andırıyor. Eğer enerjinizin bir bölümünü buraya yönlendirirseniz, bir süre sonra bütün enerjinizi emmeye başlar. Bunun başlıca sebebi de elbette geçim derdinin kendini giderek daha güçlü dayatması. Çok satan kitaplar çevirmiyorsanız ve seviyeyi de düşürmek istemiyorsanız çok daha fazla çalışmanız icap eder. Öyle ki bazen farklı seviyelerde iki kitabı eşzamanlı çevirirken, kolay olanın daha az emeğe karşılık daha çok getirisi olacağını bütün somutluğuyla tecrübe etmek canımı sıkıyor.  Bir de görünürlük artınca, egolar safrasını kusmaya, “eleştirmenler” yargıçlık yapmaya, hiç bilmeyenlerle çokbilmişler ahkâm kesmeye başlıyor. Güzel duyguların üstünü kara bulutlar kaplıyor.  Ayrıca benim için çeviri kendi başına bir amaç değil, felsefeyle meşgul olmanın bir yolu. Çevirisiz felsefe ve felsefe dili olamaz, oluşamaz, ama çeviri, felsefe yapmanın kendisi de değil asla. O yüzden mevcut koşullar nedeniyle onun önüne katıp sürükleyen selinden dışarı adım atıp, okumaya ve yazmaya daha çok vakit ayırmak şart. Bu üçü arasında bir denge ve ahenk olmalı. Hem çeviriye talep ettiği özeni ve vakti ayırmak, hem de çevirinin dışında ciddiyetle felsefe mesaisi yapmak: Felsefeci çevirmenin ütopyası. 

Şimdiye kadar Alain Badiou, Jean-Luc Nancy, Jean-Luc Marion, Jacques Lacan, Jacques Derrida, Etienne Balibar, Leo Strauss’tan yaptığım irili ufaklı çevirilerin çoğu, satışlara bakılırsa, sadece birkaç bin kişiye ulaşmış gibi görünüyor. Yine de birilerinin işine yaramıştır diye umut ediyorum. Ortaklık üzerine doktora tezimi yazarken, mutlaka çevrilmesi gerektiğini düşündüğüm bir dizi hacimli kitabı Türkçeye kazandırmak var aklımda. Tabii önce elimdeki on, on iki çeviriyi teslim etmem ve ortaya çıkan çeviri yekûnu sayesinde amaçlarımı gerçekleştirebileceğim şartların oluşması gerekiyor…  

Bir de iki senedir çocuklara felsefe dersleri veriyorum ve giderek bunun çok önemli olduğunu idrâk ettim. Aslında daha önce Jean-Luc Nancy ve Alain Badiou’nun çocuklar için verdiği altı konferansı çevirmiştim ama çocuklara ve gençlere yönelik felsefe çevirisi yapmaktansa, bu tarz örnekler ışığında  kitaplar yazmak daha makûl görünüyor. Çocuklar için hikâyeleştirilmiş felsefe sunumları ve özellikle liselilerin felsefeye aşinalık ve yatkınlık kazanmasını sağlayacak metodolojik kavramlar tarihi.   

Netice itibariyle çeviri benim şahsi serüvenim açısından hep felsefenin bir parçası oldu.  Oscar Wilde ile Marguerite Duras’tan birkaç eser ve Edmond Jabès, Raymond Roussell, Christian Bobin’den kısa metinler de çevirdim ancak bunlar biraz dilimi cilalamak, kendimi denemek içindi.  Çeviri kariyerimdeki en güzel deneyimlerimden biri de Duras’tan çevirdiğim “La Musica deuxième”in (Yeni Bir Şarkı) salgından önce Moda Sahnesi’nde sahnelenmesiydi. Aslında daha önce Wilde’tan yaptığım Salomé çevirisi de iki farklı tiyatro topluluğu tarafından sergilenmişti, ancak yurtdışında olduğum için onları seyretme fırsatım olmamıştı. Bir çevirimin sahnede canladığını görmek çok değişik ve keyifli bir deneyim. Elbette oyuncuların performansına yönelik bir tepki geliyor, ama o atmosferde, çeviri de okur-seyirciyle doğrudan iletişme giriyormuş gibi algılamaktan da kendimi alamıyorum.  Dört beş kez seyrettim galiba ama hâlâ sabırsızlıkla tekrar sahneye çıkmasını bekliyorum. Oysa bir çevirimi mecbur kalmadıkça baştan okumaktan hiç hoşlanmam. Buna benzer bir şeyi kitabını çevirdiğim bir filozofu canlı dinlediğimde hissediyorum. Örneğin Badiou’nun çok vurgulu, duraklı bir konuşması var, bir metnini çevirdikten sonra onu dinleyince yazılı olanın üzerine adeta ışık düşüyor, metin bir melodi kazanıyor, böylece bazen meseleyi sonradan daha iyi anlamış oluyorum. Öyle ki daha sonra bir kitabını çevirirken, onun muzip sesini istemsizce kafamın içinde duyduğumu fark ediyorum.