
Burcu Alkan
Haruki Murakami’nin “Bir Shinagawa Maymunu” hikâyesi ara sıra kendi ismini unutan genç bir kadını anlatır. Mizuki Ando bu sorunu son bir yıldır ve genellikle birileri ona aniden ismini sorduğunda yaşamaktadır. Fakat karakterin yaşadığı tek hafıza kaybı budur ve daha ağır vakalarla meşgul olan doktorlar bunun nörolojik değil psikolojik olduğunu söylerler. Mizuki bir psikolojik danışmanla görüşmeye başlar. Sonradan anlaşılır ki sorun ne nörolojik ne psikolojiktir. Hikâye Murakami’nin kendine özgü üslubuyla sonlanır. Murakami bu öyküsünde benlik kavramına dair iki önemli konuyu -isim ve bellek- merak uyandırıcı bir şekilde bir araya getirmektedir. Ayrıca, yazar bellek ve benlik konusunu Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu romanında da ilgi çekici bir şekilde işlemiştir.
Daha önce şöyle yazmıştım, “Yaşadıklarımız yetmez, hatırladıklarımızla varız.” Farklı halleriyle hem hatırlamak hem unutmak bizi biz yapan dinamiklerle doğrudan ilişkili olduğundan bellek kavramı benlik-kimlik eksenini dert edinen edebi metinlerde sıklıkla kullanılan bir araç. Benim incelediklerim arasında Umberto Eco’nun Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi meseleye çok iyi bir örnek. Eco bu romanında inme geçirerek hafızasını yitiren yaşlı bir kitapçının kendini yeniden keşfedişinin hikâyesini edebiyat ve yakın tarih düzleminde anlatır. Yazar daha sonra Prag Mezarlığı’nda da aynı meseleyi farklı bir açıdan tekrar ele almıştır. Benzer bir şekilde, Kazuo Ishiguro da Değişen Dünyada Bir Sanatçı romanında hafıza ve benlik ilişkisini anlatının güvenilirliği sorununu kurmak amacıyla kullanır.
Bir süre önce Berlin’deki bir ikinci el kitapçıda keşfettiğim, Yoko Ogawa’nın The Housekeeper And The Professor (hakase no ai shita suushiki) romanı da bu gruba eklenecek güzel eserlerden biri. Hikâyesi bir trafik kazası sonucu beyin hasarı yaşayan dâhi bir matematik profesörünün kaza sonrası hafızasında sadece 80 dakikalık segmentler tutabilmesi üzerine kurulu. Kız kardeşi gündelik işlerinde ona yardımcı olması için genç bir kadınla anlaşıyor. Genç kadının ufak oğlunun da aralarına katılmasıyla roman sevimli bir dostluk hikâyesine evriliyor. Aynı anda hem sevimli hem hüzünlü olabilen kısa, tatlı bir metin.

Yoko Ogawa 1961 doğumlu ve oldukça üretken bir yazar. Birçok ulusal ve uluslararası ödül almış. Edebiyatı hakkında yazılanlarda insani olana incelikli bakışıyla öne çıkıyor. The Housekeeper + The Professor Japonya’da 2003’te yayımlanmış, Türkçeye 2014’te çevrilmiş (çev. Pınar Demircan). Yazarın Türkçedeki bir diğer romanı Hafıza Polisi’nin (çev. Peren Ercan) konusuna bakınca metinlerinde bellek meselesini dert edindiği dikkat çekiyor. Başka metinlerini okumadığım için bu bağlamda edebi bir örüntü söz konusu mu emin değilim ama The Housekeeper + The Professor Ogawa’nın edebiyatı hakkında yazılanları destekleyen bir roman.
Hastalık anlatılarında çoğu zaman rahatsız olan kişinin ve sevenlerinin yaşadıkları zorluklar ve hastalık deneyiminin insani boyutları vurgulanır. Ogawa da metnini böylesi sempatik ve dokunaklı bir yerden kuruyor. Yaşadığı ciddi hafıza sorununun yarattığı zihinsel karmaşa ve kafa karışıklığı Profesör’ü kendi evinin ve kendi zihninin sınırları içinde kalmaya zorlamıştır. İnsanlardan uzak, içine kapanık bir hayat yaşamaktadır. Birlikte yaşadığı kız kardeşi bile evin onun kaldığı kısmına pek geçmez. Sadece 80 dakika süren hafızasıyla gündelik hayatına devam edebilmek için önemli detayları kısa notlar halinde dolabına, masasına, ceketine iliştirmiştir. Bakıcı kadın ve oğluyla da her seferinde ceketine iğnelediği kâğıt parçasının üzerine çizdiği çocuksu resimle yeniden tanışır. Zamanla bakıcı ve oğlunun varlığı bir güven ortamı oluşturup karakterin dış dünyayla yeniden bağ kurmasını mümkün kılar. Profesör’ün “Root” (kök) adını verdiği küçük oğlanla ilişkisi ikisi için de anlamlı bir deneyime dönüşür.
Profesör kazadan sonra hiçbir şeyi uzun süre hatırlayamasa da sayıların dünyasına kusursuz bir şekilde hakimdir ve bellek kaybının zihninde yarattığı boşluğu matematiğin sistematik varlığıyla doldurmaktadır. Dış dünyanın tehditkâr karmaşası karşısında formüllere sığınan karakter kendine aklının erdiği bir dünyada korunaklı bir alan yaratmıştır. Dahası matematiğin sistematik dili Profesör’ün kapalı iç dünyasına da bir kapı aralar. Bakıcı kadın ve oğlu onlar için yeni, Profesör için ise doğal olan bu özel dilin yardımıyla yaşlı adamla iletişim kurmayı başarır. Matematiğin sayısal dili anlatısal bellek tökezlediğinde benliğin yeniden kurulumunu ve dış dünyayla ilişkilenebilmesini mümkün kılar. Böylece romandaki bellek-benlik ilişkisine hem organik hem metaforik çerçeveden dil katmanı da eklemlenmektedir.

Oliver Sacks The Man Who Mistook His Wife For a Hat (Karısını Şapka Sanan Adam) kitabında anlattığı vakalarda “kayıplar”a ayrıca bir bölüm ayırmıştır. Bu bölümdeki “The Lost Mariner” (kayıp denizci) hikâyesi belleğin benlik üzerindeki etkisine ilişkin bir kayıptan bahseder. Jimmie G. isimli hasta Ogawa’nın Profesör’üyle benzer bir kaderi paylaşmaktadır. 1946’da liseden hemen sonra Deniz Kuvvetleri’ne katılan Jimmie hep 19 yaşındadır! Korsakoff Sendromu’ndan mustarip olan Jimmie’nin hafıza kaybı o kadar ağırdır ki, kısa süreliğine odadan çıkıp geri dönen doktorla tanıştığını dahi hatırlamaz. Yapılan açıklamalarla olan biteni kavramaya çalıştığı farkındalık anları her seferinde bir endişe hali yaratsa da Jimmie kısa sürede yine 19 yaşına dönmektedir. Hafıza kaybının boyutları yaşadığı trajik gerçekliği Jimmie’nin kendisine erişilmez kılar. Yaşlı-genç adam yaşadığı “trajik” bellek kaybının hem farkındadır hem değildir. Hatırlama ve unutma arasındaki bu kırılgan hal bellek-benlik ilişkisinin değişken topografyasını oluşturur.
Oliver Sacks, Jimmie’nin hikâyesini anlatırken bazı çok önemli soruların peşine düşmektedir. Hafıza kaybının yıktığı benlik mi, yoksa kaybın sonrasında yeniden kurulanı mı aslidir? Benlik kişinin değişen gerçekliğinde kendi algıladığı haliyle mi, yoksa başkalarının önceden bildiği referans çizgisinden mi tanımlanır? Tüm bunlara kim karar verir? Böylesi karmaşık, kırılgan ve kaygan bir zeminde düşünmek benlik mevhumuna dair bize ne söyler? Jimmie G. buradaki çok katmanlı sorular silsilesine dair çok güzel bir örnektir. Hafıza kaybıyla birlikte değişmez bir 19 yaşında olma halini yaşayan neşeli genç adamın benlik algısı nedenini anlamadan marazlarına maruz kaldığı yaşlı adamın bedeninde aynaya baktığında kimi görmektedir?
Sacks kendi sorularını sormadan önce Luis Bunuel’i alıntılamış: belleğimiz olmadan birer hiçiz. Bu elbette bellek ve benlik ilişkisine dair çok dramatik bir ifade. Bellek kaybında da bir benlik mevcut; benlik o kadar da kendi kendine var olmayacak kadar zayıf bir mevhum değil. Ama bellek kaybındaki benlik, kayıptan önceki benlik ile aynı değil denebilir. Belleğini kaybetmemiş ama bellek kaybına şahit olmuş biri için bellek kaybı fikrinin kuvvetli bir endişe hissini beraberinde getirmesi oldukça doğal. Ama bellek kaybı olan kişinin bunu aynı şekilde deneyimlemediğini söylemek mümkün. Nitekim olmayan şeyin eksikliği hayalet boşluğuyla kendini hissettirse de, o şeyin olmayışının farkındalığının eksikliğinde benlik algısı halihazırda elde olanla kurulmaktadır.[i] Jimmie ve Profesör örneklerinde görüldüğü gibi…
Günümüzde hafıza kaybı üzerine çalışan araştırmacılar da hastanın deneyimlediği bellek ve benlik ilişkisinin dışarıdan bakanlar tarafından tanımlanmaya çalışılmasının sıkıntılarına dikkat çekiyor. Sağaltıcı yöntemlerin ve uygulamaların odağında da bellek kaybını deneyimleyenin özneliğinin ve kişinin kendi hikâyesinin yazarı/otoritesi (author/ity) oluşunun bulunması gerektiğini savunuyorlar. Bu tür güncel yaklaşımlar hastalık mevhumunun ve anlatılarının sağlıklı olanın veya sağlık hükmünü elinde tutanın tahakkümünden kurtarılmasının, hastalığı deneyimleyenin kendini kendi dilinde ifade edebilmesinin yolunu açmayı amaçlıyor. Farklı nedenlerle hafıza kaybı yaşayan insanların kendilerini ifade etme arzuları da meselenin görünürlüğüne katkıda bulunuyor. Özellikle son dönemlerde kurgu ve kurgu dışı hastalık anlatılarıyla edebiyat, insana dair hemen her konuda olduğu gibi, bu değişimin de ön saflarında bulunuyor.[ii] Hastalık ve sağlık ekseninde böylesi bir dönüşüm hem elzem hem kaçınılmaz. Toplumsal eşitlik açısından kıymetiyse tartışılmaz.
Edebiyat ve Bellek meselesine dair…
* “Noir’dan Unicorn’lara Murakami’nin Harikalar Dünyası”:
* “Hafızanın Hafifmeşrepliği: Umberto Eco, Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi”:
* “Ölümün Kıyısında Yaşama Köprü: Loana ve Nisyan’da Bellek”:
* “Kazuo Ishiguro – An Artist of the Floating World”:
* Günün ve Güncelin Edebiyatı: “Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi”
https://acikradyo.com.tr/podcast/229682
* Sanat Uzun İlham Sonsuz: “Nisyan”
http://acikradyo.com.tr/podcast/147385
* Burcu Alkan, “Remembering and Forgetting in Umberto Eco’s The Mysterious Flame of Queen Loana and Murat Gülsoy’s Nisyan,” (Ankara DTCF dergisi, Aralık 2022).
[i] Bellek kaybının deneyimlenmesinde bu yazıda bahsedilenlerden daha karmaşık başka meseleler de devreye girmektedir. Örneğin, Alzheimer vakalarında zihin hafıza kaybının yarattığı boşlukları kendi ürettiği detaylarla doldurup kendine yeni “gerçek”ler kurabilmekte ve bu durum varsanılara evrilebilmektedir. Böylesi girift şartlar bellek-benlik sorularını sormaya engel değil ama elbette parametrelerini değiştirir.
[ii] Bu eğilim özellikle filmlerde de görülüyor. Örneğin, 2020 yapımı Anthony Hopkins’li The Father ve 2014 yapımı Julianne Moore’lu Still Alice izlemeye değer iki nefis demans hikâyesi.