Burcu Alkan
Sahilde Kafka ile küresel bir okur kitlesinin dikkatini çeken Haruki Murakami çağdaş Japon edebiyatının en tanınmış yazarlarından biri. Birçok ulusal ve uluslararası ödül almış. İngilizce çevirisinden keşfedebildiğim kadarıyla çok özgün bir üslubu var. Edebiyat dünyası ve dünya edebiyatı dinamikleri bağlamında da özellikle iki noktada öne çıkıyor. İlki Japonca yazması ve kitaplarının onlarca dile çevrilerek dünya çapında yaygın olarak okunması. Yani dünya edebiyatının, yine de kuvvetli bir konumda olmakla beraber, çeperinden gelenlerden. Dünya edebiyatında çevre-merkez meselesi üzerine düşüncelerimi daha önce farklı platformlarda ifade ettim. Burada lafı tekrar uzatmayayım. Murakami’nin özgünlüğünün ikinci kaynağı ise seçtiği tür ve üslup itibarıyla da edebiyatın sözde çeperinden sesleniyor olması. Bazı metinlerinin bilim kurgu ve fantastik arasındaki geçişli eşikte duran ve popüler kurgu ile metinlerarası edebiyat unsurlarını birlikte içeren anlatıları basit kategorileri aşıyor.
Bir yazar özellikle hızla çok satanlar arasına girdiğinde çoğu zaman ilk tepkim bir süre geri durmak olur. Hakkında fazla konuşulan herhangi bir yazar, metin, dizi, film vs. bende havada uçuşan koskoca bir köpük banyosunun ortasında kalmışım hissiyatı yaratır. Bu nedenle, geçerliliklerinden bağımsız olarak, bir süre övgüler/yergiler sarmallarına mesafe almayı tercih ederim. Eğer söz konusu yazarın metinleriyle ilk defa tanışacaksam da konuşulmayan veya arkaplanda kalmış bir kitabını seçerek okumaya başlarım. Bu yazıda aynı doğrultuda Haruki Murakami’nin az bilinen, az konuşulan bir metninden bahsedeceğim: Hard-Boiled Wonderland and the End of the World (orj. Sekai no Owari to Hādo-Boirudo Wandārando).
Hard-Boiled Wonderland and the End of the World Murakami’nin dördüncü kitabı. 1985’te yayımlanmış. İngilizce çevirisi ise 1991’de çıkmış. Roman İngilizce’ye Alfred Birnbaum, Türkçe’ye de Hüseyin Can Erkin tarafından çevrilmiş (Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu). Hakkında yazdığım diğer kitaplarda olduğu gibi, ben İngilizce çevirisinden okuduğum için oradan devam edeceğim. Fakat dikkatimi çeken bir detaydan bahsetmeden de edemem. İngilizce’deki “Hard-Boiled” ifadesi özellikle belli bir tür dedektif anlatıları için kullanılır ve sert, eril, duygusuz, “noir” bir dünyaya referans verir. Japonca bilmiyorum: belki özgün başlıkta başka bir anlam vardır. Fakat romanın “hard-boiled” kısmını ve Murakami’nin batı popüler kültürüne merakını göz önünde bulundurduğumda İngilizcesinin “hard-boiled” ifadesine denk gelen Türkçe karşılığının “haşlanmış” olarak kullanılmış olmasından emin değilim. İngilizcesinden düşündüğüm için kaçırdığım bir şey de olabilir elbette; sadece kendimce bir şerh düşeyim.
Roman “Hard-Boiled Wonderland” (sert bir harikalar dünyası) ve “The End of the World” (dünyanın sonu) olarak iki farklı düzlemde geçen iki paralel anlatıdan oluşuyor. Anlatılardan ilki bir çeşit suç, gerilim, dedektiflik hikayesi. Zihni deneysel bir prosedürle özel bir kognitif hesaplama için yeniden yapılandırılmış anlatıcı karakterin tehlikeli bir dünyanın içine çekilmesiyle başlayan macerasını anlatıyor. İkinci anlatı ise sakinlerinin gölgelerinden vazgeçerek yerleştiği, herkesin tek bir görevi olan, duvarlar ardında fantastik bir dünyada geçiyor. Daha sonra bu iki dünya ve anlatı birleşiyor. Bu birleşimin kendisi de biraz bilim kurgu biraz fantastik bir noir dedektif romanı yapısında kurgulanmış.
Roman koyu karanlık bir bilim kurgu hikayesiyle açılıyor (Hard-Boiled Wonderland). İlk anlatının kahramanı hayatını gayet kuru bir biçimde sürdüren otuz beş yaşında bir adam. Yalnız, kadınlarla genel geçer ilişkiler kuran, akşamları müzik dinleyip bira ve/veya viski içen, işi dışında pek bir meşguliyeti olmayan ama işini de sadece emekli olacak kadar birikim yapana dek sürdürmeye niyetli biri. Biraz “kaybedenler kulübü” erkek karakter modellemesine yakın. İyi bir edebiyat okuru ve müzik tercihleri de belli bir kalitede, yani seçimleri ve yorumlarına bakınca aslında boş bir adam da değil. Karakterin mesleği romanın bilim kurgu kısmını oluşturuyor. Sistem’in yetiştirdiği bir Calcutec olarak görevi sayılardan oluşan kodları anahtarı sadece kendisinde olan bir yöntemle zihninde şifrelemek ve saklanabilir hale getirmek. Bir tür dijital güvenlik neferi. Sahip olduğu gizli bilgileri Fabrika’nın adamlarından, yani Semiotec’lerden koruması gerekiyor. Onlarsa bu türden gizli data kayıtlarına yasadışı yollardan ulaşma hedefinde olan bir grup.
Romanın bu kısmında özellikle dikkatimi çeken ve zenginliğinin alt yapısını oluşturduğunu düşündüğüm nitelik anlatının “hard-boiled” dünyasının beş duyuya yaptığı vurgu. Kurgunun, öykünün ve anlatımın başarısına ek olarak hikaye itinalı bir şekilde bedensel duyuların keşfine odaklanıyor. Her zaman nitelikli olmamakla beraber belli beğenileri olan Calcutec ajanı sürekli müzik dinliyor ya da müzikten bahsediyor. Ama bunun karşılığında araştırmacıyla tanışmaya gittiğinde sesin tamamen ortadan kaldırıldığı bir dünya olasılığına tanık oluyor. Benzer bir şekilde tat alma deneyimlerinden de detaylarıyla bahsediliyor. İyi bir sandviçin inceliklerinden asla doymayan kütüphaneciye romanda yemek yemenin de çok belirli bir yeri olduğu kesin. Ayrıca, hem varlığıyla hem yokluğuyla romandaki cinsellik, tensellik referansları dokunma duyusunu öne çıkarırken, ışık-karanlık arasındaki ilişki ve sekreter kızın pembe tonları hikayede görme duyusunun algılanışını besliyor. Son olarak da kırılmış içki şişelerinden yükselen alkol kokusu ile pembeli kızın hoş ve çekici parfümü koku duyusuna dair bir karşıtlık kuruyor. Romandaki beş duyu referansları elbette bunlarla kısıtlı değil. Dikkat çekici olan duyular aracılığıyla biçimlendirilen materyal dünyanın iki paralel anlatı arasındaki ilişkinin önemli kurucu unsurlarından olması.
İkinci anlatı dünyası da benzer bir girişle açılıyor. Hafızasını yitirmiş olan karakterin gölgesi ihtiyatla bedeninden kesilerek ayrılıyor, “rüya okuyucu” olarak gözleri işaretleniyor ve yeni evine yerleşiyor. Gözlerine yapılan işlemden dolayı doğrudan güneşe çıkamadığı için tüm hayat vericiliğiyle ışığından da ısısından da feragat etmek zorunda kalıyor. Duvarların ardına kurulmuş olan “dünyanın sonu”nda kendisine yardım eden, onunla arkadaşlık kuran bir albay ve bir kütüphaneci var. (Kütüphaneciler iki anlatı arasındaki ilginç ortaklıklardan biri.) Bu ikinci anlatı dünyası romanın fantastik düzlemini oluşturuyor. Buradaki anlatım daha mitik -hatta belki epik- ve daha düşünsel bir varoluş fikrini veriyor. Mesela, buradaki beş duyunun deneyimlenişi olması gerekenin sadece renksiz bir gölgesi olarak öne çıkıyor. “Dünyanın Sonu”nun gösterdiği gerçeklik materyal olanın yerini tek boynuzlu atların, ürkütücü fantastik kış günlerinin ve neredeyse bezdirici bir sakinliğin baskın olduğu, aslında diğer anlatıya oranla (ifadenin iki anlamıyla da) hiçbir şeyin olmadığı bir dünya.
Bu ikinci dünyada anılar yok, şarkılar hatırlanmıyor, besinler temel, belli görevler dışında aktiviteler yok, insanlar herhangi bir şeyi merak etmiyor. Tam anlamıyla dümdüz ve sakin bir hayat. Gölgelerin bedenden ayrılmasıyla başlayan bir unutma süreci söz konusu ve er ya da geç gölgeler bağın eksikliğinde silinip gittiklerinde geriye sakin ama ruhsuz bir varoluş kalıyor. Bu açıdan fantastik edebiyatın beslendiği Jungyen kanadı görmemek mümkün değil. Roman iki anlatının karşıtlığında, bilim kurgu ve fantastik edebiyatın melez üslubuyla, hayattaki en basit renklerin bile elzem olduğunu anlatıyor. Karmaşanın ve gölgenin yaşama deneyimine katkılarını vurgularken onlardan kaçınılan veya onlarsız kurgulanan hayatın mekanikliğini, yaşamsal güdüklüğünü gösteriyor. Özetle, benim en çok ilgimi çeken nokta romanın psikeye dair hem nörobilişsel (dijital dünya) hem anlatısal (Jungyen psikanaliz) olandan beslenmesi.
Çok akıllıca kurgulanmış ve okuması keyifli bir roman. Hatta ilk okumaya başladığımda sanki bir Manga cildini romana uyarlamışlar diye düşünmüştüm. Mesela, hayatı tatsız kurgulanmış olan Calcutec’in düş(ün)sel dünyasının merkezinde tek boynuzlu atlar olması bence çok eğlenceli bir detay. Metindeki “açıklama”ların yer yer biraz uzadığı oluyor. Bazı detaylar da hikayeye bir şey katmadıkları için olmasalar da olurmuş hissiyatı yaratıyor. Fakat Hard-Boiled Wonderland and the End of the World kesinlikle okunmaya değer farklı ve özgün bir roman.