.

Anise Koltz’un Şiirden Şarapnelleri

Burcu Alkan

Ve Tanrı sorar şaire:

‘Ne yaptın

Tohumlardan daha verimli sözlerimi?

Şair karşılık verir:

‘Şiir yaptım patladılar’

Yıldızbilimci gibi

Karadeliği seyrederim.’

                        Anise Koltz / Çev. Aytekin Karaçoban[*]

Bazen en doğru zamanda en doğru kelimeler karşınıza çıkıverir. Anlamlar üstlerindeki tozu toprağı silkeleyip ta gözünüzün içine bakarlar. Her şey; anlamlar, anlamalar, yokluklar, çokluklar, özlemler, hisler yerli yerine oturur. Artık o kelimeler sizin dağarcığınızın bir parçasıdır, sizindir. Edebiyat, hele de şiir, tam da böyle bir şey galiba.

Twitter’dan @sparhawkk Anise Koltz’un yukarıdaki şiirini paylaştığında kelimelerin bende yarattığı hissiyat buydu: Tanrı ve şair benim için doğru zamanda doğru yerde yaşanmış bir karşılaşmaydı. Bu hissi Koltz’un At the Edge of the Night (Gecenin Kıyısında) seçkisindeki birçok şiirinde de aynı şekilde deneyimledim.

Anise Koltz ve Lüksemburg Edebiyatı

Anise Koltz 1928 yılında doğmuş, Lüksemburg’lu şair ve çevirmen. Lüksemburg edebiyatının en önemli isimlerinden biri. İlk şiir kitabını 1959’da çıkarıyor. Lüksemburg edebiyatının yurtdışında tanınmasında çok önemli bir yeri olan Journées de Montdorf festivaline ön ayak oluyor. Önceleri şiirlerini Almanca yazsa ve -kendi deyimiyle- kendini Lüksemburg’un Alman kültürüne daha yakın hissetse de eşinin ölümünden sonra sadece Fransızca yazıyor. At the Edge of the Night’ın İngilizce çevirmeni Anne-Marie Glasheen kitaba yazdığı sunuşta Koltz’un düşüncelerini 2002 yılından bir röportajdan şöyle alıntılıyor: “Almanca ve Fransızca arasında bir dünya fark var ve Almanlara özgü duyarlıklar bir Latin diline aşılandığında neredeyse fiziksel bir şey meydana geliyor –bu aşılama bir kıvılcım yaratıyor” (16).

Ben Lüksemburg’a 2018’in Ekim ayında gitmiştim. Hava ne soğuk ne sıcak, tatlı bir sonbahar haftasonuydu. Başkent Lüksemburg birçok Avrupa şehri gibi yeşilin ve kentin iç içe olduğu bir yerdi. İnsanlar Fransızca, Almanca ve Lüksemburgca arasında dikişsiz bir doğallıkla geçerken savaşlar ve katılaşan kimlikler öncesinde Avrupa’da kozmopolitanlığın nasıl bir şey olmuş olabileceğini düşünme imkanı bulmuştum. Gerçi ülkenin emperyal kozmopolitanlıktan ulus devletler Avrupasına geçişi oldukça sancılı olmuş. İşte tam da bu sancılı süreçten dolayı Lüksemburg’un edebiyatının oturması ve tanınması zaman almış. Bugün hala dünya edebiyatları arasında ve çeviri/yayıncılık kıskacında minör bir edebiyat olarak kendine yer açmaya çalışıyor.

Ulusların olduğu kadar edebiyatların da kendi arayışları ve sancılı kimlik süreçleri oluyor. Bu arayış hele de köklü ya da sarıp sarmalayan bir geçmişin yükü altında gerçekleşiyorsa itiş kakış yaşanabiliyor veya yeni kimlik kolaylıkla yeşerip boy atamayabiliyor. Örneğin, Amerikan edebiyatının süreci bir miktar ilkine benziyorsa Lüksemburg edebiyatınınki ikincisine yakın denebilir.

Amerika’daki 13 koloniye Britanya İmparatorluğu’ndan bağımsız bir ülke statüsü veren ve Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşunu kayıtlara geçen Paris Anlaşması 1783’te imzalandı. Amerikan ulusunun bağımsızlığını ilan ettiği emperyal gücün dilini dönüştürüp kendisine ait bir biçimle yeniden sahiplenmesi gerekiyordu. Nitekim bağımsızlıktan kısa bir süre sonra, 1806’da Noah Webster gerçek anlamda ilk Amerikan (İngilizce) sözlüğünü yayımladı: A Compendious Dictionary of the English Language. Bu sözlük bugün Amerikan İngilizcesi olarak kabul edilen niteliklerin temelini atmıştır (honour/honor farkı gibi). 1828 yılında ise Amerikan İngilizcesi sözlüğünü yayımladı: An American Dictionary of the English Language. 70.000 maddesi bulunan bu sözlük o zamana kadar otorite olarak kabul edilen Samuel Johnson’ın sözlüğünü geride bırakmış oluyordu. Velhasıl dilin özgürleşmesi ulus kimliğinin oluşması için kritik önem taşırken edebiyatın da diliyle ve biçimiyle bunun bir parçası olması gerekiyordu. Ancak o zaman İngiliz edebiyatından ayrı bir Amerikan edebiyatından bahsedilebilirdi.

Başka bir yazıda Amerikan edebiyatı meselesini daha detaylı incelerim. Fakat dil, ulus, edebiyat üçgeninde Lüksemburg edebiyatının bocaladığı ve kendini dönüştürürken mücadele ettiği alan da böylesi bir alan. 1830’daki bağımsızlığından önce farklı güçlerin hükmü altında kalan ve bölünmeler ve işgallerle sınırları sürekli değişen Lüksemburg’un uluslaşma ve bağımsızlık sancıları elbette ki dil ve kimlik ilişkisinde de ifade bulmuştur. Lüksemburg’da üç dil kullanılmaktadır: Lüksemburgca, Almanca ve Fransızca. At the Edge of the Night’ın giriş yazısından Caroline Price ülkedeki bu üç dilli yapı nedeniyle tek bir dilin edebiyatının yükselmesi yerine üç ayrı dilde yazılan bir Lüksemburg edebiyatının farklı kollardan geliştiğinden bahsetmektedir (22). Bugünün küresel ekonomisinde bu bir zenginlik olarak kabul ediliyor. Fakat öncesinde bu zenginliğin Lüksemburgca edebiyatın tarihsel gelişimine ket vurduğu ve uzun bir süre dezavantaj olduğu söylenebilir. İki büyük Avrupa dilinin yanında zayıf kalan Lüksemburgca ancak 1980lerde ülkenin resmi dili ilan ediliyor. Anadilin korunması ve güçlendirilmesi açısından çok önemli olan bu adımdan sonra çağdaş Lüksemburgca edebiyat Almanca ve Fransızca Lüksemburg edebiyatlarıyla birlikte daha fazla serpilme imkanı buluyor.

Fotoğraf: Institut Pierre Werner

Böylesi bir hikâyenin elbette ortaya koyduğu önemli bazı sorular var: Lüksemburg edebiyatı sadece Lüksemburgca yazılan edebiyat mıdır? Lüksemburglu yazarlar tarafından Fransızca ve Almanca yazılan metinler Lüksemburg edebiyatına dair ne söyler? “Gerçek” Lüksemburg edebiyatı tam olarak nedir? Ya da böyle bir tanım var mıdır, gerekli midir? Dil ve edebiyat alanlarının ulusçu ideolojilerle şekillendiği her bağlamda benzer sorular öne çıkar (bkz. farklı ulus edebiyatları, karşılaştırmalı edebiyat ve dünya edebiyatı tartışmaları). Bunlar önemli konular olmakla beraber bence asıl meseleyi, edebiyatın bu tartışmaların ötesinde olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak lazım. Bir bakıma şöyle denebilir: edebiyatın kendisinin bu tür sorulara ya da tanımlamalara ihtiyacı yok, tıpkı varoluşuna bir işlev katma ihtiyacı olmadığı gibi. Böylesi sınıflandırmalara ihtiyaç duyanlar ya da onları öne sürenler bizleriz. Elbette bu da uzun soluklu başka bir konu. Daha sonra yeniden, başka bir yazıda ele alınabilir.

At the Edge of the Night (Gecenin Kıyısında)

Anise Koltz’un henüz Türkçe’de kitap olarak yayımlanmış çevirisi yok, fakat yakında basılacağını umuyorum. Bendeki At the Edge of the Night Fransızca-İngilizce iki dilli olarak basılmış ve şairin İngilizce’deki ikinci çeviri seçkisi. Kitaptaki şiirler dört ayrı eserden toplanmış: Le cri de l’epervier, Le porteur d’ombre, L’avaleur de feu ve Béni soit le serpent. Aile (anne, baba, eş), ölüm & ötesi ve tanrıyla çatışma gibi izlekler etrafında toplandıklarını söylemek mümkün. Kısa ve vurucu mısralar “benden süslü kelimeler beklemeyin” diyor. Kızgın bir dil Koltz’unki. Bir tek bir karga anlıyor kalbinin “kızgın dilini” (The Crow, 37). Yaşanan yıkımların kabul edilemezliğine yumruk sallayan, hışımla bağıran bir şiir evreni. Noktalama işaretleri hemen hiç yok. Sıkı, keskin paketler halinde müthiş kuvvetli bir imge dünyası kuruyor. Ruhunu şeytana satıyor, kanında “binlerce örs gürlüyor” (A Thousand Anvils, 39). Ve derinden derine kocaman bir yalnızlık kuşanıyor mısraları “tıpkı dönüp duran dünya gibi bir başına / dönüyoruz biz de uzay boşluğunda / ölümlü melekler / paramparça kanatlarıyla” (Betrayal, 57). Koltz’un şiirlerinin derdi hayatın ve ölümün sertliğini ortaya dökmek ve şair bunu içerik ve biçimin birbirini tamamladığı, şiirinin hiddetine eş bir estetikte gerçekleştiriyor.

İşin aslı: Anise Koltz’un kelimeleri patlamış bir şiirin şarapnel parçaları.

Kapa Çeneni

Anlamadığından beni

çevirmeye çalışıyorsun sözlerimi-

Kapa çeneni

tükür kelimeleri

haydi kaynaştıralım bedenlerimizi

haydi durduralım evreni (55)


[*] Şiir Anise Koltz’un Souffles sculptés (1988) kitabındanmış. Çevirisini kullanmama izin verdiği için Aytekin Karaçoban’a teşekkür ederim.