Sezen Ünlüönen
-Feride, beni tanıdın mı?
-Niçin tanımayayım Doktor Bey? dedim.
-Çok şükür, çok şükür. Cümlemize geçmiş olsun.
-Bir şey mi oldu, doktor?
-Sen yaşta bir çocuk için ehemmiyetsiz, biraz uyudun kızım, biraz uyudun, ehemmiyet verilecek bir şey değil…
-Ne kadar uyudum?
-Epeyce zaman, ziyanı yok… On yedi gün kadar…
On yedi gün uyku. Ne tuhaf!.. Aydınlık, beni rahatsız ettiği için tekrar gözlerimi kapadım, bu on yedi günlük uykuya; başkasının göğsünden geliyor, dudaklarından çıkıyor gibi bir tuhaf ses veren kahkahalarla güldüm; sonra tekrar uyudum.
Çalıkuşu romanının kahramanı Feride, Zeyniler köyünde evlat edindiği Munise’nin ölümünün ardından üzüntüden “büyükçe bir beyin humması” geçirir. Yukarıda alıntıladığım pasajda görüleceği gibi bu beyin humması Feride’nin tam on yedi gün uyumasına, “günlerce yerinden kalkamamasına” ve “kırk günden ziyade süren” bir nekahet dönemi geçirmesine yol açar.
Peki nedir tam olarak beyin humması? Daha ziyade on dokuzuncu yüzyıl romanlarında karşılaştığımız bu rahatsızlık edebiyat tarihçilerinin de haliyle ilgisini cezbetmiş. Madam Bovary’de Emma’nın, Karamazov Kardeşler’de ise İvan’ın romanın kritik noktalarında bu hastalığa yakalanması ve hastalığın günümüzde bilinen bir karşılığı olmaması kimi eleştirmenlerin bu hastalığın edebi nedenlerle uydurulmuş bir rahatsızlık olduğu kanısına varmasına yol açmış.
Konuyu biraz daha eşeleyecek olursak, beyin hummasına merak salan edebiyat tarihçilerinin bu hastalığa ele alışında iki temel yaklaşım görüyoruz. Bunlardan birincisi tıp tarihinde bu hastalığın kökenlerini araştırmak. Bilhassa on dokuzuncu yüzyıl tıp kitaplarında, hasta vaka tarihlerinde, tıp sözlüklerinde beyin hummasının izini süren tarihçilerin hemfikir olduğu konu, beyin hummasının, bugün yaygın olarak bilinen bir rahatsızlığa denk gelmemesine karşın dönemin literatüründe yer etmiş “gerçek” bir hastalık olduğu. Beyin hummasının mahiyetine ilişkin en kuvvetli iddia da günümüzde beyin iltihabı (ensefalit) ya da menenjite karşılık geldiği yönünde.
Edebiyat tarihçilerinin beyin hummasına yönelik bir başka yaklaşımı ise bu teşhisi modern tıbbın teşhisleriyle örtüştürmeye soyunmak yerine beyin hummasının deneyimlendiği evrende nasıl toplumsal ve edebi işlevlere karşılık geldiğini araştırmak. Yani on dokuzuncu yüzyılda yaşamış gerçek kişilere ya da kurgusal karakterlere yirmi birinci yüzyıl imkanlarıyla modern bir tıbbi teşhis koymaktan ziyade, bu kişi ve karakterlerin içinde yaşadıkları toplumların beyin hummasıyla ilgili fikirlerine bakmak, romanların olay örgüsü içinde bir karakterin beyin hummasına yakalanmasının nasıl işlevler üstlendiğini soruşturmak. Açıkçası hem bir okur olarak, hem de bir edebiyat tarihçisi olarak bu yaklaşım bana daha ilginç ve verimli geliyor.
Peki, nedir beyin hummasının toplumsal ve edebi işlevleri? Audrey Peterson’ın “On Dokuzuncu Yüzyıl Edebiyatı’nda Beyin Humması” başlıklı makalesine göre geçmişte insanların temel olarak üç nedenden ötürü beyin hummasına yakalandığı düşünülüyordu: duygusal şok, sinirsel veya duygusal olarak uzun süreler boyu yıpranmış olmak (mesela hasta başı beklemek) ile uzun ve meşakkatli kafa işleri. Konsantrasyon ve disiplin gerektiren kafa işlerinin özellikle sinir sistemi daha zayıf olduğu düşünülen kadınlar için bir risk teşkil ettiği inancı yaygındı. O kadar ki, on dokuzuncu yüzyılın sonunda İngiltere’de kadınların yüksek öğrenime erişimi için mücadele veren Sophia de Morgan dahi bir müddet sonra bu denli yoğun çalışmanın kadınlar için uygun olmayabileceğini ve beyin hummasına neden olabileceğini düşünmeye başlamıştı (Peterson 455).
Kısacası, toplumsal açıdan bir yandan duygusal emek ve psişik acının görünür kılınmasını sağlayan, bir yandan da bilhassa kadına yönelik cinsiyet rollerinin pekişmesini sağlayan bir işlevi var beyin hummasının. Peki edebiyatta, olay örgüsünün bir parçası ya da önemli bir dönüm noktası olarak ne görevler üsteliyor? Jill Matus, Viktorya Devri Edebiyatında Şok, Hafıza ve Bilinçdışı kitabında beyin hummasının bir tür temizlenme, arınma ve ahlaki zayıflıklardan kurtulma sürecine işaret ettiğini savlar. Örneğin Büyük Umutlar kitabının Pip’i bir beyin humması sonucunda mazisindeki hataların ayırdına varır ve Joe’nun kıymetini anlar. Kadınlar için beyin humması aynı zamanda fazla iddialı ya da kararlı davrandıkları durumlarda fiziksel bir zayıflıkla terazileri dengeleme, yani kadınları tekrar “kadınsı”laştırma işlevi üstlenir. Mary Barton romanına adını veren Mary karakteri cinayetle suçlanan sevdiği adamı temize çıkarmak için denize açılmak üzere olan bir gemiciyi yolundan döndürüp tanıklık etmeye iknaya çalışır; ne var ki hukuk ve gemicilik gibi erkeklere ait alanlarda bu kadar aktif olmanın bedelini ertesi gün beyin hummasına yakalanarak öder.
Tüm bu bilgiler ışığında yirminci yüzyılın başında Feride’nin yakalandığı beyin humması ilk bakışta bu eleştirmenlerin savlarını birebir örnekler gibi görünüyor. Hastalığın uzun bir zamana yayılması, büyük bir üzüntünün (Munise’nin ölümünün) ertesinde bir kadın karakterin başına gelmesi dönemin tıbbi görüşleriyle örtüşüyor. İlaveten bu hastalık ve sonrasındaki nekahet dönemi Feride hakkındaki asılsız dedikoduların ayyuka çıkmasına ve Feride’nin öğretmenlikten istifasına yol açtığı için dönemin toplumsal cinsiyet rollerini pekiştirdiğini söylemek de mümkün. Beyin hummasına yakalandığı esnada Kuşadası mektebinde müdire olan Feride, hastalığın ertesinde önce öğretmenlikle tamamen ilişiğini kesmek, sonrasında da Doktor Hayrullah Bey ile evlenmek zorunda kalır. Bu açıdan bakıldığında beyin humması Feride’nin kendi ayakları üzerinde durma macerasının sonudur, artık bir erkeğin himayesine girme vakti geldiğinin işaretidir.
Feride’nin romanın sonunda apar topar, kendi haberi ya da rızası olmaksızın Kamran’la evlendirilmesi, Kuşadası’ndaki yetimhanenin Hayrullah Bey’in ölümü ve Feride’nin evliliği sonrasına ne olacağı sorusunun geçiştirilmesi pek çok okur gibi benim de kalbimi kırıyor ama yine de Çalıkuşu’nu yalnız Feride’nin zamanın cinsiyet rollerine göre terbiye edildiği, ehlîleştirilip “kadınsı”laştırıldığı bir yenilgi hikayesi olarak görmeyi de kabullenemiyorum.
Bunda Reşat Nuri’nin, Çalıkuşu’nun ilk taslağı olan İstanbul Kızı adlı piyes için, “bir büyük çocuk demek olan genç kızda biraz tahsil, biraz neşe, hafiflik ve serbestliğin pek korkulacak bir şey olmadığını, böylelerinin zamanı gelince, yahut hayatın müşkül saatlerinde kendilerini en ağır yaşlılardan daha iyi çekip çevireceklerini göstermek istiyordum” demesinin payı var elbette ama mevzu sadece Reşat Nuri’nin niyetleriyle sınırlı değil.
Roman boyunca Feride’nin hiç sönmeyen neşesi, her şeye güler yüzle göğüs germe gücü Feride’yi her zaman şartlarını aşabilen bir karakter olarak karşımıza koyuyor bence. Bu neşe ki B’den Müdür Recep Efendi’ye: “Allah geçinden versin, hani ölüp de mezara girsen, talkın veren imamı güldüreceksin!” dedirttiği gibi bence tesadüfi olmayan bir şekilde beyin humması esnasında kendi on yedi günlük uykusunun haberini bile Feride’ye kahkahayla karşılama gücünü bahşeder.
Feride’nin sönmez neşesinin yanı sıra roman boyunca en çok vurgulanan yanlarından birisi ne kadar dayanıklı ve metanetli olduğudur. Kendisi de bunun farkındadır: “Soğuğa, cefaya, mihnete hiç şikayetsiz tahammül eden sağlam bir vücudum var.” Romanda sinirleri hassas, kendisi nazik olan en başından beri Kamran’dır. Nitekim o da Feride kaçıp Anadolu’ya gittikten sonra hastalanıp yatağa düşer. Feride Anadolu’dan dönüp geldiğinde bahçede otururlarken “Dur, ben rutubete filan alışkınım, sana atkımı vereyim” diye Feride Kamran’ı himaye eder. Yani roman kadınlar hassas nazik, erkeklerce korunmaya muhtaç olduğu fikrini alttan alta oyan örneklerle doludur.
Ama bu romanı Feride’nin geleneksel cinsiyet rolleri çerçevesinde terbiye edilmesinin hikayesi olarak okumamın önündeki en önemli engel romanın başından sonuna Feride’nin temel yönlerden hiç değişmemesi, hep Feride olarak kalmasıdır. Matus’ın dediği gibi geleneksel anlatıda beyin humması karakterin ahlaki hatalarından kurtulmasının, temizlenip arınmasının ve hatta yanlış kişilere yönelmiş erotik ilgisinin doğru kanallara yönlendirilmesinin vesiledir. Serseri karaktere aşık kadın beyin hummasına yakalanıp hatasını anlar ve efendi oğlana bir şans vermesi gerektiğinin ayırdına varır. Anna Karenina’da Anna, Vronski’yle yasak aşk yaşamaya başladıktan sonra geçirdiği ateşli bir hastalık esnasında (bu hastalık tam olarak beyin humması olmasa da) tövbekar olur, ancak tekrar Vronski’ye döndüğünde romanın, hatalarından ders almayan bu karakteri öldürmekten başka çaresi kalmaz.
Feride ise en başından beri yalnız ve bir tek Kamran’ı ister. Romanın açılışında etrafındakiler (teyzeleri) Feride’yi Kamran’a layık görmez. Romanın sonuna geldiğimizde ise pek çok karakter Kamran’ın Feride’yi hak etmediği görüşünde birleşir. Tekirdağlı Aziz Enişte Kamran’ı, Ah Kamran, şu Feride’ye nasıl kıydığını hâlâ aklıma sığdıramıyorum. Çalıkuşu’nun bülbül gibi sesini, gül yüzünü hatırladıkça hâlâ yüreğim sızlar. Aradan on sene geçti, hâlâ benim evin arkasındaki arka bahçeye bakmaya yüreğim tahammül etmez. Hani, ölsem, gitsem seni affetmeyeceğim Kâmran, diye azarlar. Hayrullah Bey’in mektubu Kamran’dan “senin İstanbul’da bıraktığın gafil, aptal sevgilin” ve “Sizin gibi toy, kalpsiz adamların nesini severler, bilmem ki?…”diye bahseder. Ne var ki bunların hiçbirinin Feride nezdinde bir ehemmiyeti yoktur. O romanın başında, on beş on altı yaşlarında bir genç kız olduğu zamanlardan Kamran’la evlendiği ana kadar hep ve bir tek Kamran’ı arzular. Nitekin Ç’de “başındaki alabros saçlara varıncaya kadar kılıcı, düğmeleri, nişanları, yakası, yüzü, dişleri, hasılı her şeyi pırıl pırıl parlayan bir erkânıharp yüzbaşısı” İhsan Bey’in evlilik teklifini reddetmesine şaşanlara Feride de kendisi şaşar: “Ah, bu erkekler! Hepsinde aynı gurur, aynı kendini beğenmişlik. Bizim de bir kalbimiz olduğunu, bizim de ‘mutlaka’ isteyecek bir şeyimiz olabileceğini, bir türlü akıllarına getirmek istemiyorlar”
Çalıkuşu Feride’nin arzusunu akla, mantığa, sağduyuya, elverişliliğe kurban etmez. Onun yerine roman Feride’nin “mutlaka istediği şeyi” etrafındakiler ne derse desin elde etmesiyle biter. Nitekim romanın sonunda Kamran’ı kendisine çekip öpen de Feride olur. Genç bir kadının arzu nesnesi olarak gözüne kestirdiği bir adamı (ki Kamran’ın roman boyunca öne çıkan tek meziyeti çok yakışıklı oluşudur) on senelik bir macera sonunda elde etmesi, akıllanıp uslanıp hatasından dönmemesi, efendi bir adamla makul ve cici bir yuva kurmak yerine emeline nail olmasında ben son tahlilde kırılıp söndürülmüş bir kadın değil, bilakis bir özgürleştirici bir yan görüyorum. Romanlar aklını başına devşirmiş tövbekar kadın dolu; ben Çalıkuşu’nu hatasından ders almadan, sönmez neşesiyle istediğini ne pahasına olursa olsun elde ettiği için seviyorum.
Kaynakça
Matus, Jill L. Shock, Memory and the Unconscious in Victorian Fiction. Cambridge Studies in Nineteenth-century Literature and Culture 69. New York: Cambridge University Press, 2009.
Peterson, Audrey C. “Brain Fever in Nineteenth-Century Literature: Fact And Fiction.” Victorian Studies 19, no. 4 (1976): 445-464.