.

Bu Bizim İkinci Kurtuluş Savaşımız!

Hafize Çınar Güner

Önce okullar kapandı. Kapanmayanların da zaten içi boşaltıldı. Felsefeden, bilimden, sanattan uzak, bilgiden yoksun, beceriye odaklanmayan ve bir yapboz haline getirilen eğitim sistemimiz çökeli çok oldu. Elbette çökertilen, içi boşatılan sadece eğitim sistemimiz değil! Diyebilirsiniz ki ne gerek var buna kafa yormaya? Öyle değil mi ama diplomasız da oluyor zaten her şey, en yüksek mevkilere bile gelebiliyorsunuz. Liyakat mı, o da ne? Eğitimi özelleştirelim, özel okulları destekleyelim. Bu yükü devletin omuzlarından alalım değil mi? Çoğu özel okul öğrenciyi ürün, veliyi müşteri gibi görüp -miş gibi yaparken diğer çocuklarımızı da başka kurum ve kuruluşların eline bırakırız olur biter! Böyle bir eşitsizlikle istenilen o nesli de yetiştirmiş oluruz. Ve sonrasında da kim isterse dilediği gibi yağmalasın bu toprakları, öyle mi? Yok öyle yağma! Ümmü Nine’nin dediği gibi bu dersin adı, VEREMEYİZ!

Torosların dağ köylerinden birinde yaşayan üç can arkadaş, yıllar sonra temsili de olsa köy okullarını açmak için okulun bahçesinde buluşurlar. Okulun ilk günü heyecanını hâlâ içlerinde yaşayan Gürsu Çoban, Ümmü Nine ve Musti Dede bahçedeki ceviz ağacının altında eski okul günlerini yâd ederken okur olarak biz de köy okulundaki eğitim anlayışını, köyün okula ve öğretmene bakışını öğrenir, bir yandan da onların köylerini, dağlarını, ormanlarını ve sularını mermer şirketine karşı nasıl kahramanca savunduklarına tanık oluruz. Romanda bir geçmiş, bir de şimdiki zaman olarak örüntülü bir şeklinde yapılandırılan kurgu sayesinde yazar tekdüzeliğe düşmeden anlatıyor olup biteni. Evet, yazar anlatıyor ama biz yazarın sesinden çok karakterlerin sesini duyuyoruz. Karakterlerin yöre ağzıyla konuşmalarındaki sahiciliğin ve sadeliğin yanı sıra onların iç seslerini de duyup yüreklerindeki yaşama olan sevgilerini hissediyoruz. Vadiden esen serin rüzgârla ürperip sedir ağaçlarının kokusunu alıyor, Gürsu’yun tadına bakıyoruz. Yazarın uzun yıllardır o coğrafyada yaşıyor olmasının bunda, yani böylesi karakterler ve atmosferler yaratabilmesinde payı büyük olmalı.  Kitabın sonunda yer verilen özgeçmişte de ifade edildiği gibi Şafak Okdemir, yaşadığı bölgeyi ilgilendiren doğal yaşam alanlarını tehlikeye atabilecek yıkım projelerine karşı yıllardır süren koruma çalışmalarında gönüllü olarak yer alıyor. Bir sanatçı duyarlılığıyla da tüm bunları eserlerine taşıyor.  Okdemir’in Nice Nine’nin Zeytini ve Büyükannemin Sarı Keçisi adlı kitaplarına da daha önce bu köşede değinmiştim. Bu kitaplarla ilgili yazımı buradan okuyabilirsiniz. Aslına bakarsanız aynı yazara tekrar yer vermek pek tercih ettiğim bir durum değil. Lakin dert hakiki, dil samimi olunca iş değişiyor. Sanatçının yaşadığı çağa ve coğrafyaya olan sorumluluğunu ben de derinden hissediyorum.

Bir köy düşünün; betona boğulmamış, taştan küçük evleri olan, taş döşeli daracık yollarıyla arkasını yaşlı ormanlara, dimdik yükselen dağa dayamış ve hiç durmadan akan ırmağı, vadiden inen sisli puslu haliyle oradaki çocukları masallar ülkesinde yaşadıklarını hissettikleri bir köy.  Bağına ve bahçesine bağlı, ürettiklerini paylaşan, keçilerini otlatan, işliklerinde çalışan insanların yaşadığı bir köy. Bu köyün okulunda da peri gibi bir öğretmen düşünün. O dağı, ormanı, suyu en az köylüler kadar seven, işliklere gidip dokumacılık, marangozluk öğrenmeye çalışan, keman çalan, öğrencilerini müzikle resimle, edebiyatla buluşturan, onların sanat yoluyla öğrenmelerini sağlamak için tiyatrolar hazırlayan bir öğretmen düşünün. Tüm bu düşündürdüklerim size birer hayal gibi mi geldi? Evet, tüm bunlar cumhuriyetin temelleri atılırken kurulan hayallerdi ve bu hayaller cumhuriyet sonrası isimsiz kahramanlar tarafından gerçekleştirildi. Peki, sonra ne mi oldu? Önce köy enstitüleri kapandı sonra da köy okulları. 1960, 80 darbesi ve sonrasına da hepimiz şahit olduk, oluyoruz. Böylesi bir okulda kızlı erkekli özgürce, çağdaş bir eğitim olan çocuklar elbette sınavlarda da başarılı olup “iyi bir eğitim” imkânı yakalayabiliyorlardı. Kentli, köylü, zengin, fakir ayrımı olmadan sunulan bu fırsat eşitliğinde kitabın başkahramanı olarak öne çıkan Gürsu da ilkokul sonrası girdiği sınavda başarılı olur. Ancak kazandığı okula gitmeyi ret eder. Bu kararıyla etrafındakileri en çok da çok sevdiği öğretmenini üzdüğünü bilir. Neden böyle bir karar aldığını yıllar sonra arkadaşlarına okulun bahçesinde anlatır. Yaşadığı toprakları bırakmak ona zor gelmiş bunu etrafındakilere açıklayamadığı için peşine Seksek ve Beneği de takarak günlerce dağda çobanlık yapmış ortalıkta gözükmemiştir. Gürsu diğer öğrencilerden biraz farklıdır. Bir türlü yana ya da arkaya yatmayan dimdik sarı saçları gibi ruhu da asidir. Okul yıllarında sınıfça oynanacak tiyatroda, “eğer bir devrimciyi oynarsam rolü kabul ederim,” der. Çoban olup okula devam etmez etmesine ama okumayı da hiç bırakmaz. Okul kapansa da köylüler köye bir kitaplık kurup okuldaki tüm kitapları da oraya taşırlar. Baktığımızda Ümmü Nine de Gürsu’dan çok farklı sayılmaz. Asırlık sedir ağaçlarını yok edip mermer çıkartmak isteyen şirketin kepçesinin önüne atılır. Tıpkı İkizdere’de barikatın önüne dikilen köylü kadın gibi dimdik durur karşılarında. O da arkadaşı gibi kitaplara düşkündür ve şiir yazmayı sever. Cebinde, şalvarının kuşağında hep bir kâğıtla kalem bulunur. Büyürken neler hissettiğini de şiirle anlatır, mermer ocağı açmak için gelen mühendis kıza da duygularını şiirle ifade eder. Musti Dede bu iki karaktere göre biraz daha arka planda yer alıyor. Ama romanda bir Musti karakteri daha var. O da Gürsu’nun torunu, avukat kızı Nazlı’nın oğludur. Tıpkı dedesi gibi o da o köye bağlıdır, dedesi gibi kirpi saçları ve kepçelerin önüne duracak cesareti vardır.

Köylerini, ormanlarını, dağlarını, sularını kısacası yaşamlarını savunmaya çalışan bir avuç yaşlı köylü seslerini önce sosyal medya aracılığıyla daha sonra da bağımsız medya sayesinde duyurup haklı oldukları bu mücadeleyi hukuk yoluyla kazanırlar. Tabii bu savaşta orman mühendisi Prof. Dr. Doğan Kantarcı ve bağımsız gazeteci Yusuf Yavuz onların yanında yer alır. Aynı zamanda özgün bir çizer olan Okdemir, kitabın içine yerleştirtildiği resimlerle özellikle çocuk okuru kurgunun içinde tutarken kitabın sonunda sedir ağacının altında Doğan Hoca ve Yusuf Yavuz’un fotoğrafıyla yaptığı kolajla bu kurgunun gerçekle bağını hatırlatıyor.

Gürsu Çoban ve diğerleri dayanışarak ve direnerek şimdilik bu yaşam mücadelesini kazansalar da bunun tekrar yaşanmaması için çareler de düşünürler. Başlarına gelenlerin başka köylülerin de başına geldiğini ve kimi köylerin yok olduğunu çok iyi bilmektedirler. Hem tüm bu olayda köyün muhtarının duruşu da ortadır! Gerçek bir cenneti cehenneme çevirmek için gelenlerin maşa olarak kullanacakları sonra da bir kenara bırakacakları biri olarak karşımıza çıkan muhtarın küçük menfaatler söz konusu olduğunda yeniden akının karışması olasıdır. Kurgudaki tüm bu sahiciliğe rağmen romanın sonunda Nazlı’nın inanamadığına biz de inanamıyoruz. Torun Musti’nin sosyal medyaya koyduğu fotoğrafı üçlünün ilkokul öğretmenin görmesi ve görüntülü bir mesajla onlara karşılık vermesi şaşırtıyor bizi. Ancak yine de içimizdeki umudu çoğaltan, güzel bir okuma hazzı yaşatan romanın son sayfasını keyifle çeviriyor ve tarihi sedir ağacına yaslanmış sanatçının fotoğrafına bakıp bize ikinci kurtuluş savaşımızı hatırlattığı için ona teşekkür ediyoruz.

Önce Okullar Kapandı, Şafak Okdemir, Çınar Yayınları, 2023.