Bihter Sabanoğlu
Osmanlı tarihinin ilk kadın şair, yazar ve bestekârlarından Leyla Saz, yedi padişahın saltanatı boyunca İstanbul’da toplumsal hayat ve cinsiyet rollerinin değişimine tanık olmuş, ardında iki yüzden fazla şiir ve beste bırakmış ve saray hatıratı ile topluma harem hakkında “içeriden” bilgi vermiştir. Müzik ve edebiyatla yoğrulmuş hayatı, değişen İstanbul’un ayrıcalıklı tabakalarından yaratıcı bir kadının sanatsal serüveninin bir örneğidir.
Paris’te eğitim görmüş babası Hekim İsmail Paşa’nın II. Mahmud ve Abdülmecid’in saltanatları boyunca ailenin özel doktoru sıfatıyla sarayı düzenli olarak ziyaret etmesi, Leyla Saz ve ablasının padişahın kızlarına arkadaşlık etmek üzere hareme davet edilmelerine olanak verir. “İstanbullu olup da saraya dışarıdan girebilen” ilk genç kızlar olduklarını ve bu ayrıcalığın sadece evlenip özgürlüğüne kavuşan cariyelere tanındığını dile getiren Leyla Hanım uzun yıllar boyunca Harem’i yakından deneyimleme fırsatı bulur. Harem etrafında konvansiyonel olarak kurgulanan bayağı imgeleme bir tezat oluşturan Leyla Saz’ın anlatısı, rafine, incelikli ve sade olduğu kadar yargıdan ve eleştiriden de uzaktır.[1] Haremden padişah için tasarlanmış egzotik bir zevk alemi ya da kadınların birbirini boğazladığı bir can pazarı şeklinde bahsetmeyen Saz, daha çok haremdeki eğitim sistemini, orada “kendine ait bir oda”[2] yaratmaya çalışan kölelerin, cariyelerin ve hadımağaların hayat hikayelerini, saray adet ve kurallarını aktarmaya odaklanır. Kadınların, o zamanlar moda olduğu üzere, ferace ve mendillerinin katlarını belirgin hale getirmesi için kumaşların üzerine bir mermer parçası yerleştirdikleri ve söz konusu moda geçince aynı mermeri masa tablası olarak kullandıkları gibi günlük yaşama dair detayları da aktaran Saz’ın anıları arasında müzik, çocukluk yıllarını şekillendiren bir unsur olarak öne çıkar.
II. Mahmud zamanında İstanbul’da Saray Orkestrası’nın kurulması ve başına Donizetti’nin getirilmesiyle tohumları atılan müzikal değişim, Abdülmecid’in babasından devraldığı Batı müziği mirasını devletleştirmesi ile devam eder. Padişah, opera dinlemek üzere sık sık çocuklarıyla beraber Pera’daki Naum Tiyatrosu’na gitmenin yanı sıra Liszt gibi ünlü bestecilere sarayında konserler verdirir. Padişahın klasik müzik ve baleye verdiği önem hareme de sirayet eder; kendilerine özel yaptırılmış üniformaları ile kadınlara mahsus davetlerde ve kadın bir şef yönetiminde konser veren harem orkestrası onun zamanında kurulur.[3] Abdülmecid’in oğlu Şehzade Vahîdeddin’in doğumu üzerine verilen ziyafette kadınlardan oluşan bu orkestra saray orkestrası ile sıralı şekilde bir konser verir. Erkeklerin bahçede kapı önünde, kadın müzisyenlerin içeride bir paravan arkasında yer aldığı bu düzenlemede, müzisyenler performanslarının dinleyicide uyandırdığı tepkileri göremez. Erkek müzisyenlerin ne düşündüğünü öğrenmek için can atan harem orkestrası Leyla Hanım’dan casusluk yapmasını ister. Kendileri hakkında “Bu kadınlar nasıl böyle çalabilir! Neredeyse bizden iyiler!” cümlelerinin sarf edildiğini öğrenen harem müzisyenleri bu haberi sevinçle karşılar. Saz, o gece dönemin İstanbul’da moda olan eserleri Guillaume Tell ve La Traviata’dan bölümler icra eden harem orkestrasının Türk müziğinde de son derece eğitimli olduğunun üzerinde durur; anlatısına göre hem sarayda hem haremde müzik insan doğasının bir parçası olarak görülmekte, herkes kendi imkân ve yetenekleri dahilinde ondan zevk almasını bilmektedir.
Saz, harem tanıklığını evlendikten hemen sonra kaleme almaya başlamış fakat Bostancı’daki köşküne giren hırsızların evi soyduktan sonra ateşe vermeleri üzerine sayısız şiir ve bestesini, eski Türk müziğine ilişkin tuttuğu kayıtları ve yazdığı anıların tamamını yitirmiştir. Aradan geçen yılların anılarına nüans katmasından korksa da tekrar masa başına geçen Saz, harem hatıratını yeni baştan yazar. 1925 yılında Paris’te basılan 19. Yüzyılda Leyla Hanım’ın Harem-i Hümayun’a Dair Anıları (Souvenirs de Leila Hanoum Sur Le harem Imperial au 19. Siecle) eserinin önsözü, Pierre Loti ile beraber en tanınmış “Türk dostu” yazarlardan Claude Farrère’e aittir. Katil Kim eserinde sur içi İstanbul’unun suskun karakterine duyduğu hayranlığı coşkun ifadelerle anlatırken, Galata-Pera bölgesi için “bitli bir Hristiyanlığın temsilcisi” “Paris’in şarlatan karikatürü” ibarelerini kullanan Farrère, kendi imgelemindeki “saf Türk” hanımefendisini Leyla Saz’da bulmuştur. Tanıştıkları 1922 yılında “saygıdeğer insanlar arasında en zarif ve en sağduyulusu” olarak adlandırdığı Saz üzerinden Fransızları eleştiren Farrère, artık bir saltanat sarayları bulunmayan ve yaşadıkları dünyayı tanımayan Parislilerin, bu kendi tarihine hâkim İstanbul hanımefendisi sayesinde Türk kültürünün inceliklerine ulaşabileceklerini dile getirir.
Leyla Saz, içeriğinden ötürü daha çok ilgi gören harem hatıratının yanı sıra çok sayıda şiir de yazmıştır. Yayımladığı makaleleri politika, edebiyat, terbiye ve ahlak, bilmece gibi tematik konulara bölerek sunan ilk kadın dergisi Mürüvvet on dokuzuncu yüzyıl sonlarında Saz’ın şiirlerine yer vermiştir.[4] “Bu yer bir başka Leyla başka insân olduğum yerdir” gibi dizeler içeren Solmuş Çiçekler şiir kitabının önsözünde Abdülhak Hâmid “edebiyat mesleğinde bulunan genç hanımlarımızın bu şiirleri itina ve ehemmiyetle okumaları” gerektiğini söyler.
Ali H. Neyzi, büyük anneannesi Leyla Hanım’la beraber yaşadıkları Kızıltoprak’taki konağı merkeze alarak döneme ait anı ve çıkarımlarını aktardığı Hüseyin Paşa Çıkmazı No.4 eserinde, her daim taranmış, maşalı ak saçları ve göğsündeki Mecidiye Nişanı ile konakta nazlı bir kraliçe edasında süzülen Leyla Hanım’ın, aklına gelen mısraları unutmamak için boş sigara kutularının içine notlar aldığını anlatır. Ailenin dört kuşağının da müzik eğitiminden geçmesi konakta Klasik Batı ve Türk Müziği, çiftetelli, tango, Amerikan cazı gibi birbirinden radikal biçimde ayrılan müzik türlerinin duyulmasına olanak verirken, haftada bir dönemin önde gelen müzisyenleriyle saz alemleri düzenleyen Leyla Hanım konağı bir müzik mabedine çevirir. Saz’ın misafirleri arasında şair Fitnat Hanım da vardır. Neyzi’nin hatıralarına göre iki kadın Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre oyunu için sabahın ilk saatlerine kadar Girit Marşı’nın güncel bir orkestrasyonu üzerine çalışır ve parçayı tiyatronun açılışına yetiştirir. Leyla Hanım’ın kent algısı da müzikle örülüdür. Neyzi, büyük anneannesinin ilerlemiş yaşına rağmen harmonikasını Boğaz’ı gören Yuşa Tepesi’nde çalmak için ısrar etmesi üzerine Beykoz’a gittiklerini anlatır. Dik yokuşu tırmanamayan Saz koltuğuyla beraber tepeye çıkarıldıktan sonra mehtap belirene kadar manzaraya karşı enstrümanını çalar. Başka bir sefer Kanlıca koyunda sabahın ilk ışıklarına kadar piyanonun başından kalkmadan kendi çaldığı notaları dinler. Boğaziçi Mehtapları’nın jurnalcilik endişesiyle yasaklanmasını da “Sıcak diyarların bizi ağlatan bu baygın sesi birdenbire susmuştu. İşte susuş o susuştur” sözleriyle eleştirir.
Leyla Hanım’ın yaşantısının sonlarına doğru çıkan Soyadı Kanunu sanatçının ailesi içinde uyuşmazlığa yol açar; oğullarından İstanbul Belediye Başkanlığı yapmış Yusuf Razi Bey, bir söylentiye göre Fransız asıllı eşini düşünerek Bel soyadını alırken, bir diğer oğlu mimar Vedat Bey yarattığı mimari usule atıfla oldukça mağrur “Tek” soyadını seçer. Leyla Hanım ise müzikle hayatı boyunca kurduğu organik ilişkinin bir nişanesi olan soyadı ile yaşamını “Leyla Saz” olarak tamamlar.
[1] Sophie Basch, préface, Leïla Hanoum, Le Harém İmperial et les Sultans au XIXe siècle (Paris: Editions Complexe,1991), XXXIII.
[2] İyet Çetinkaya, “Kendine Ait Bir Oda”, Virgül, Ekim, 1999, 72.
[3] Tez: Hikmet Toker, “Sultan Abdülaziz Döneminde Osmanlı Sarayı’nda Musiki”, İstanbul 2012 Marmara Üniversitesi.
[4] Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi (İstanbul: Metis Yayınları, 2016), 65,66.