
Abdullah Ezik
Mustafa Çevikdoğan’ın 2017 yılında yayımlanan öykü kitabı Temiz Kâğıdı, okuyucuyu günlük rutinler, değer yargıları ve çevresindeki insanlar hakkında yeniden düşünmeye iten bir kitap.
İlk olarak Temiz Kâğıdı’nın durduğu yerden, toplumun birçok farklı kesimini temsil ettiği noktadan yola çıkmak isabetli olur. Zira içerisinde birçok farklı karakter barındıran kitap, bu karakterlerin dağılımı ve ait oldukları kesimlerle ortaya farklı dokular meydana getirir. Sözgelimi bu metinlerde, bir kahvehaneneden gösterişli bir kafe zinciri çıkaran İhsan Tanrıverdi ile karısının Tamer Bey ve ailesiyle olan “yemek masası” yarışına yakından tanıklık eden Salih Bey’e kadar birçok farklı karakter görülür ve tüm bu insanlar, en çok farklı dünya ve geçmişlerin insanı olarak ön plana çıkar. Üstelik tüm diğer karakterler gibi onlar da birer “temiz kâğıdı”na, kendilerini aklamaya yarayacak temiz birer geçmişe muhtaçtır. Bu karakterlerin kimi toplumun daha alt kesiminde, kimi ise beyaz yakalılar arasında süregiden çatışmaları açıkça ortaya çıkarır. Ama hepsi tek bir ortak noktada, hayatımızın artık rutinleşen bölgesinde, orta yaşlara evrildiğimiz o noktada gelip durur. Üstelik bu rutinler bir süre sonra tüm hayat enerjimizi emdiği gibi bizleri ruhsuz, içsiz ve hissiz bir hâle getirir. İşte bu nokta, kitabın genel akışını açıkça ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. Zira ruhunu kaybeden tüm bu insanlar, geçmişlerinin ve kendi hikâyelerinin peşine düştüğünde birçok şeyin çoktan kaybedilmiş olduğunu; ilk aşkların, ilk günahların, ilk arkadaşlıkların çoktan tarihe karıştığını, ilk heveslerin bir hiçe dönüştüğünü ve geriye sadece orta yaş bunalımıyla başarısız olunan evlilik/işler kaldığını görür. Kısacası artık mücadele etmeye değer bir şey kalmamış gibidir. İşte Salih Bey’in başına gelen onca hadiseden sonra eşiyle barışmak üzere kaynanasının evine gittiğinde söylenen o son cümle, geri dönüşü olmayan ve bir kere işitilmiş olan o sün cümle bunu açıkça ortaya koyar; hayat, bir tekrardan ibarettir:
“Tamer beyler yemek masalarını yenilemişler.” (166)
Hayatımız hep iniş çıkışlarla doludur, onu değerli ve daha yaşanılası kılan da budur. Onun tekdüzeleştiği yer aslında sonun başlangıcıdır. Zor olan da tabii bu başlangıcın farkına varmak ve ona göre hayatımıza bir yön vermektir. Kimi zaman bunun için çok geç kalırız kimi zamansa her şey nihayete erdiğinde bunu daha iyi kavrarız. Zira Çevikdoğan da “Köşesiz Adam”da bunu açıkla dile getirir:
“Gençken yaşadığımız birçok olaya sıcağı sıcağına ‘hayatımın dönüm noktası’ deriz. Oysa gerçek dönüm noktaları, kendini yıllar sonra fark ettirir.” (64)
Nihayetinde her şeyi batırıp baba evine geri dönmek zorunda kalan anlatıcı karakterin hikâyesini işleyen “Köşesiz Adam”, bir iniş-çıkış hikâyesidir. Her şeyi kurtarmak için son bir kez harekete geçen ve yüklü bir ticaret işine giren ana karakterin macerası okurla paylaşılır. Onun bu her şeyin farkında olan hâli ve çevresindeki insanlara dair kullandığı ifadeler, aslında hayatımızdaki birçok kişinin konumunu da özetler gibidir. Zira hep maddi bir bağla birbirimize tutunduğumuz tüm bu insanlar, başarı-başarısızlıklarımıza göre konumlanır, ona göre bizi de biçimlendirirler. İnsan, ister istemez çevresiyle ilişkide olan bir varlıktır, özellikle de büyük şehirde. Böyle bir durumda da şüphesiz insanın en az kendisi kadar, çevre etkenler, bu noktada, “elalem ne der”ciler de devreye girer. En nihayetinde bu durum kişinin kendi ailesi için bile geçerlidir. Anlatıcının nihayetinde “kibar” bir şekilde bankacı kız arkadaşının evinden kovulması, büyük bir yıkımla döndüğü baba ocağında “üstten ve babalık gururu”nu hissettiren bir tavırla kabullenilmesi bunu açıkça ortaya koyar. Ne geçmiş peşimizi bırakır ne geleceğimiz, geçmişimizden farklı bir şey içerir. Çevikdoğan aslında burada da aynı rutini vurgulamış olu:. Karakterin hayatında, baba ocağından ayrı kaldığı zaman diliminde ne değişmiştir? Geriye kalan “denemiş olma” hissi.
Kim olursak olalım, ne yaparsak yapalım toplumla olduğu kadar devletle aramızda da resmi ve mecburi ilişkiler vardır. Bu ilişkilerse hep bir “makul vatandaşlık” çizgisi etrafında biçimlenir. Zira devlet bize çeşitli vergi ödemek, askere gitmek, gerektiğinde savaşmak ve üzerimize düşeni yapmak gibi sorumluluklar yükler. Bu çizginin dışına çıktığımızda başımıza gelecekleri kabul etmemiz gerektiğini belirler. Toplumun mu devleti, devletin mi toplumu oluşturduğu/meydana getirdiği/dizayn ettiği belirsiz olduğundaysa durum daha da muğlaklaşır, tüm ara çizgiler/hatlar kaybolur. İşte Temiz Kâğıdı biraz da budur. Çünkü o, istisnasız herkesin ihtiyaç duyduğu bir belge, bir gerekliliktir. Ne yapmak isterseniz isteyin, hep bir temiz kâğıdına ihtiyaç duyarsınız. Çünkü o, sizin makbullüğünüzü/makullüğünüzü onaylayan belgedir. Geçmişi temiz olanın geleceği de temiz olur, gibi bir düşünceye sahiptir herkes. İşte bu durum, Temiz Kâğıdı’nda açıkça gözler önüne serilir. Burada temel olarak tüm karakterler hayat hikâyeleriyle, sabıka kayıtlarıyla, geçmiş ve o ânki durumlarıyla sahneye çıkar. Sözgelimi İrfan’ın geçmişinde bir intihar hadisesi vardır, daha sonra bu ilişki metnin diğer karakteri tarafından sorunlu bulunur; Nurullah balıketi kadınlardan hoşlanır ve balıketi bir kadın tarafından taciz edilmekle suçlanır; Salih Bey polis tarafından nedeni sorgulanmaksızın gözaltına alınır ve ardından çeşitli kavgalara karışır; İlyas ile Atakan büyük bir keyifle Yılan Çetesi’ni alt ettikleri ve sokağın yarısına kadar onları döve döve uzaklaştırdıkları günü yâd eder, ardından mahalleyle ilgili onları bekleyen durum akla gelir; Otobüs Savaşları günlerce devam eder ve büyük bir karmaşaya neden olur, sonunda basit bir mesele bir devrim etkisi yaratarak tüm toplum dinamiklerini sarsacak absürt bir hikâyeye dönüşür… İşte tüm unsurlar karakterlerin sabıka kayıtlarını gözler önüne serer. Hiç kimse temiz, hiç kimse masum, hiç kimse geçmişinden uzakta değildir. Geçmiş, salt devlet açısından bile olsa, bir belgeden ibarettir ve eğer ona sahipsen, tüm kapılar sana açıktır. Bu açıdan Temiz Kâğıdı’nın genel çerçevede ifade ettiği anlam bütünlüğü tüm öyküleri kuşatacak biçimde genişler ve derinlikli, ortak bir ağ şeklini alır.

Temiz Kâğıdı’nın kitap boyunca hissedilen absürt bir yanının olduğu da hemen göze çarpar. Karakterler kendi hayatları için en keskin virajları alırken dahi o absürt yandan, o kara komik mevzudan hiç uzaklaşmazlar. Sözgelimi “Başlangıcın Sonu”nda anlatılan Birgül’ün hikâyesi baştan sona böyledir ve anlatı da bu tonla dile getirilir. Birgül, bir sabah uyandığında yıllardır kiracısı olduğu giriş kat dairesinin bir kafeye dönüştürüldüğünü görür ve ne yapacağını bilemez. Hemen ev sahibiyle iletişime geçmeyi dener ancak bir çözüme ulaşamaz. Ardından başvurduğu polis de belediye de muhtar da apartman yönetimi de onu yüzüstü bırakır. Bir süre sonra mevcut bürokratik karışıklık öyle bir hâl alır ki biz okur olarak kendimizi sanki Franz Kafka’nın Şato’sunda buluruz. Ne yapacağını bilemeyen ve tüm bunlarla baş etmekte zorlanan Birgül, bir süre sonra kontrolünü kaybeder ve öykünün sonuna doğru artık her şey büyük bir kabullenişe dönüşür. Bu akış, bu kabulleniş, bu bürokratik yok oluş kendisine has bir yol bulup akar ve okuru da peşinden sürükler. Bu zorlu öyküde bile kaybolmayan absürt yan, durumun komik ve kontrolsüz bir hâl alması diğer öykülerde de devam eder ve kitabın karakteristik yanlarından biri olur; tıpkı Nurullah’ın komik davranışları, Kıvılcım Nuri’nin tehlikeli diklenişleri, Atakan’ın teşkilat hayalleri gibi. Tüm bunlar, ortak bir zemin üzerinde kitabı meydana getirir ve okura en trajik ânlarda dahi absürt bir yan olduğunu bir kez daha hatırlatır, tıpkı bir süre sonra hayatımızın kara komik yanlarını fark edişimiz gibi.
Temiz Kâğıdı‘nın yazarı, dili oldukça kaygan bir zeminde yaratan, dili kimi zaman sürçmeye de meyyal bir yazar. O, en beklenmedik ânlarda en beklenmedik sözleri bir anda ortaya sürebilir ve öykünün atmosferini bir ânda değiştirebilir. Bu açıdan hazırlıklı olmakta fayda var. Bu oldukça ilginç durum bir süre sonra okuyucuyu metne daha da yakınlaştırırken başka yazar ve metinlerle diyaloğa girmeyi de kolaylaştırır. Sözgelimi Çevikdoğan’ın metinlerde kullandığı dil ve anlattığı hikâyelerle Haldun Taner öykücülüğünü akla getirdiğini, kimi noktalarda, kendisinin de bir nokta değindiği gibi, Anton Çehov’u hatırlattığı söylenebilir. Buna paralel olarak Çevikdoğan’ın kimi noktalarda diğer yazarlara selamı/göndermesi olarak görülebilecek durumlar da mevcut. Oğuz Atay, Ziya Osman Saba ve Orhan Pamuk’a dair yapılan göndermeler oldukça açık bir biçimde göze çarpar, ki buna süreç içerisinde başka isimler de eklenir:
“Kayıtlara geçsin diye söylüyorum, kayda değer hiçbir şey olmadı.” (17)
“Ben buradayım sayın yazar, sen neredesin acaba?” (17)
“Artık hamburgerci olan Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’ni de geçip -sakallı bunu da bilsin bakalım- Tünel’e geliyor.” (149)
“Geçen gün dilimi ısırdım, bütün hayatım değişti.” (154)
Yazarın bu göndermeleri aslında özellikle Atay bağlamında dilsel bir ilişkiyi de beraberinde getirir. Atay öykülerinde görülen o trajik unsurların komik hadiselerle birleşerek en dramatik ânlarda bile absürt bir yanın bulunması Çevikdoğan metinlerine sızar. Keza “Son Dedaist” de “Dil Yarası” da bu damardan beslenen metinler olarak ele alınabilir.
Her yazar şüphesiz ele aldığı metin ekseninde kendi dilini meydana getirir. Bu, kimi durumlarda metinden metine değişiklik gösterir, kimi durumdaysa tüm kitaplara yayılan ortak bir biçimi kendisiyle beraber sürükler. Sözgelimi bir Pamuk, Tanpınar, Karasu veya Atay metni hemen kendisini ele verir. Kimi yazarlarsa her metninde farklı bir dile geçer, farklı bir bütünlük oluşurmaya çalışır. Bu açıdan Mustafa Çevikdoğan’ın dilsel anlamda belirli bir çizgiyi takip ettiğini ve metinlerini ortak bir öykü diliyle ördüğü söylenebilir. Bu dil, daha önce de belirttiğim gibi kimi zaman bizi olayların tüm vahametiyle açıkça yüzleştiren, kimi zamansa bizi gülümseten bir dildir. Dolayısıyla tüm kitabı kapsayan ortak bir dil olgusundan bahsedilebilir. Yazarın bu dil tutumu, şüphesiz ilerleyen yıllarda nasıl bir yol izleyeceğine dair bir anekdot olarak da akılda tutulabilir.