.

“Adaletin Bu mu Dünya”: Masumlar

Yılmaz Akın

Türkiye’de sanatın öne çıkardığı kelimelerden biri: Masum. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi, Zeki Demirkubuz’un Masumiyet filmi ve Berkun Oya’nın Masumlar dizisi. Sezen Aksu’nun “Masum değiliz hiçbirimiz” dizesindeki gibi çağrışımlarının çok olduğu, tartışmaya açık bir kelime masum. Hâl böyle iken Masumlar dizisi sahneye bir polisiye dizi olarak çıktı.

Berkun Oya’nın Bayrak oyunundan yine yazarı tarafından TV’ye uyarlanan bu dizide bir aile etrafında iç içe geçmiş günahlarla örülen bir yapı var.

Önce karşımıza uzun yıllar adalet için savaşmış emekli komiser, Cevdet ve ailesi çıkıyor. Bu aile sadece güvenliği değil aslında devleti ve devletin çocuklarının da tekinsizliğini imler bir şekilde beliriyor ilk sahnede. Gizli saklı dönen dolapları araştırmak ise yine bu kez bu komiserin yetiştirdiği üstelik büyük oğlunun ta çocukluktan hem arkadaşı hem suç ortağı başka bir polise, Yusuf’a düşüyor. Dolayısıyla kimin kimi araştırdığı ve kimin kimle hesaplaştığı meselesi üzerine düşünmek için biz seyircilere soru işaretleriyle dolu sahneler yaratılıyor.

Soru işaretlerinin ve bir soru karşısındaki birden çok olasılığın arka arkaya bindirilerek oluşturulduğu bu sahnelerde hep bir sürprizle karşılaşıyoruz. Nitekim bu yapıyı sağlayan da sahnelerin birbiri üstüne bindirilmesi. Peki bu nasıl yapılıyor? Kimi zaman geçmişe gidilerek kimi zaman da bize gösterilmekte olan sahnede bir tekinsizlik yaratılarak. Örneğin psikolojik sorunları olan Cevdet’in oğlu Tarık’ın karakterin bize gösterilen sahnedeki anda onu daha önce izlediğimiz, dolayısıyla kafamızda bir yere oturttuğumuz bir karakter olmadığını, birden başka bir şeye dönüştüğünü görüveriyoruz. Tabii bu görmeyi seyirci olarak biz bir anda keşfederken karısının, Elif’in keşif sürecinin de gözümüzün önünde gerçekleşeceğini böylece fark ediyor ve bu sürece odaklanıyoruz. Bu noktada dizi, polisiyelerin sıklıkla yaptığı ve yapması gereken körleştirme işlemini de başlatmış oluyor. Bir akıl hastalığı hikâyesine odaklanırken suçluyu araştıran polisi de rahat bırakmış ve bu hastalıkla zihni meşgul bir seyirciye dönüşüyoruz. (Tabii böyle olmayanlar da vardır, ama benimki klasik polisiye kalıbının kullanıldığı okur/izleyici geçerli bir saptama)

Zihnimiz bu şekilde meşgul edilirken yine polisiyenin okuru körleştirirken kullandığı bir başka yöntemle, dağıttığın zihni biraz da bilgilendir klişesiyle karşılaşıyoruz. Karakterin akıl hastalığının araştırılması, aile ile konuşma, psikoloğun tanı koyma süreci, hastalıkla ilgili neler yapılacağı vb… Bu süreç de yönetmene patriyarkal toplum eleştirisi yapmayı, toplumun sakatlıklarını dile getirecek söylemler üretmeyi/göstermeyi, ikili ilişkilerdeki vicdan ve ahlak sorgulamasını, anne, baba, kardeş ve eş olmak hakkındaki fikirler üzerine bir sürü argüman üretebilmeyi sağlıyor. Böylece giderek bize başta anlatılan/gösterilen suçlu kim? hikâyesinden uzaklaşıyor, suçluları düşünmeye, suçun ne olduğu üzerine kafa yormaya başlıyoruz. Ve tabii dizinin adının “masum” olması da bizi sürekli tüm bu meseleler üzerine kafa yormaya zorluyor.

Masum sahne sahne ilerleyen bir dizi. Bir sahnede emekli başkomiser Cevdet ve ailesi, bir sahnede bu komiseri araştırmaya gelen polisin, bir sahnede aile üyelerinin teker teker hâlleri bir tiyatro sahnesindeymişiz izlenimi yaratıyor. Lars von Trier’in Dogville’de yaptığı, her şeyin sahnede gerçekleşmesi, kapalı kapıların ve görünenin arkasında kişilerin nasıl korkunç olduklarını göstermenin başka bir yolunu görüyoruz Masum’da: herkesin herkes olabildiği, herkesin bir katile dönüşebileceği dahası bir anlamda katil olduğu, sır gibi görünenlerin aslında herkes tarafından bilindiğinde, kabul görmesi. Eski arkadaşı Taner’i ve eski amiri Cevdet’i araştıran polis Yusuf’un çocukken parçası olduğu cinayeti bilen karısı ona rahatlıkla daha çocukmuşsun der, üstelik bu konuşmadan, olayı bilen tek kişinin o olmadığını da anlarız. Benzer bir sahne, Cevdet’in büyük oğlu Taner ile konuşmasında da geçer. Çocuk olmak suçu örtbas eder, anlaşılır kılar, işlenen cinayet bile olsa… Sonrasında bu durum, çocuğu olan bir babanın neler yapabileceğiyle birleştirilir. Çocuk sahibi olan çocuğu için her şeyi yapabilir, cinayet de dahil olmak üzere… O hâlde çocuk olmak ve çocuk sahibi olmakla suç işlemek arasında kurulan ilişkide cinayet, hakka dönüşür. Bu da geleneksel olanın yeniden onaylanmasını beraberinde getirir. Geleneksel ataerkil aile, toplum ve devlet, kendini korumak için suç işleyebilir. Dizinin geneline yayılan ve protest gibi görülen bir tavrın çok ötesinde suç ve çocuklukla kurulan bu ilişki, geleneksel düşünce kalıplarının zihin dünyalarımızda onunla konuşmak için bulduğu yeni bir şekildir, ancak bu bir hesaplaşmaya dönüşmez. Benzer bir durum, gelinin oğlunun akıl hastalığıyla ilgili annesiyle konuşmaya gelmesinde de görülür: Anne, gelinine dışarıda yemek yemek yerine pazara gidip alışveriş yapmasını tavsiye eder. Gelin ise buna çok şaşırır: Oysa daha önceki bir sahnede iki gelin sohbet ederken kayınvalidenin, Nermin’in tuhaflığı konusunda uzlaşmışlardır. Nitekim gelinler, kayınvalideden çekinmektedirler, hatta büyük gelin, Rüya ondan korktuğunu bile söyler, zaten anne çocuklarını da aynı derecede sevmez, büyük oğluna düşkündür ama küçük oğlunu ise görmezden gelmektedir, kocası da onun sevgisizliğini her fırsatta dile getirir. Dolayısıyla ailedeki bu durumun, sevgisizliğin, ilişkilerdeki kopukluğun sebebi ataerkil ailenin devamını sağlayan bu kadının varlığıdır. Böylece bir kez daha ataerkil toplum yapısının olumlandığı, kadının görevlerinin dışına çıktığında, yani evcil, şefkâtli, saçını süpürge eden bir anne figürünün ötesine geçtiğinde, düzenin bozulduğu mesajını alırız. Geleneksel olanın devamı, düzeni ve huzuru sağlayacaktır. Emekli başkomiserin iktidarının sarsıldığı bu ailede annenin iktidarı her şeyi alt üst eden bir unsur olarak gösterilir.

Zeki Demirkubuz’un Masumiyet filminde ise sahiden alt üst edilenin bu eril düzen ilişkileri olduğunu açıkça görürüz. Tutkuları peşinde giden bir kadının, Uğur’un kötü olup olmadığını bize yönetmen söylemez. Ona bunu söyleyen, ailesini, herkes gibi bir kadın olmasını hatırlatan Bekir’dir. Masum ise bunu doğrudan seyirciye söylüyor ve bunu söylediğinde, yani eril düzenin bekasının devamındaki huzuru, bize buradan çıkış yok, o hâlde sırlarımızı hikâye yapalım mesajından başka elimizde bir şey bırakmıyor. Sırları hikâye yapmak/yazmak/göstermek ifşa etmeyi ortadan kaldırır. Masum’da herkesin sahne sahne anlatılan hikâyesinde hep bir başka sürprizle karşılaşmak bizde bir sorgulamaya, gerçeklik hakkında düşünmeye yol açmıyor, bir kredi kartındaki borcu kapatmak için başka bir kredi kartını kullanmak gibi, borcu borçla kapatmak ama ne olursa olsun hep borçlu olacağıza ikna olmak gibi bir etki bırakıyor.

Masum olmak, bu borçla yaşamak değil borçlu olmamaktır kanımca.