Menekşe Toprak
Dönemsel bir filmin ya da romanın konusu eğer geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısını kapsıyor ve Avrupa’da geçiyorsa, az çok bu tarihin bilgisine sahip biri olarak anlatılan hikâyenin normal seyri dışında bir vukuatın olacağını, hikâyenin sekteye uğrayacağını beklersiniz için için. Hikâyesi anlatılan kişilerden en az biri Yahudi’yse, o zaman vuku bulacak o şeyin bir felaket olduğunu çünkü Almanya’da Hitler’in iktidara geldiğini, Yahudilere yönelik soykırım planının Nazi Almanya’sının işgal ettiği diğer bütün Avrupa ülkelerinde, o ülkelerin işbirlikçileriyle birlikte bir bir hayata geçirildiğini, geçmiş yüzyılın en büyük kollektif suçun işlendiğini de bilirsiniz. Tabii, felaketin gelişini görmüşseniz kurtuluşu da görürsünüz. Böylece hikâyesine tanıklık ettiğiniz kahramana, tıpkı Schindler’in Listesi filmindeki Yahudi işçilere, tıpkı Piyanist’teki piyaniste, tıpkı Hayat Güzeldir’de oğlunu kötülükten tozpembe yalanlarla korumaya çalışan garson Guido’ya, tıpkı Kurtlar Arasında Çıplak romanında Buchenwald toplama kampına bir bavulla sokulmuş küçük çocuğa dilediğiniz gibi, adeta yumruğumuzu sıkarak “Dayan, ölme, kurtuluşa az kaldı!” dersiniz kalbinizin bir köşesinde. Çünkü bilirsiniz ki 1945 baharı gelecek mutlaka, Hitler’in yenilgisiyle sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı bitecek, insanlık deliliğinden delik deşik edilmiş şehirlere uyanacak.
Ailesinin trajedisine Türkçede ilk kez Acı Otlar[1] adlı otobiyografik romanıyla tanıklık edebildiğimiz Hollandalı yazar Marga Minco Holokost ölüm çarkından saklanarak, kimlik değiştirerek, saçlarını sarıya boyayarak kurtulmuş olanlardan. Ama o ne diğer bütün aile fertlerini ortadan kaldıran soykırımı ne de kendi kurtuluşunu büyük harflerle anlatmayı tercih edenlerden. Tersine, olup bitenleri neredeyse nesnel bir gözle kaydediyor Minco. Hem Acı Otlar’da hem de sonraki metinlerinde felaketin gelişini ve felaketten sağ çıkanların hikâyelerini son derece girift, yalın, dolaysız ve ama yine de şiirsel bir üslupla anlatırken, sıfatları ve duyguları geriye itip eylemin kendisiyle yetiniyor.
Asıl adı Sara olan Mwarga Minco, 1920’de Hollanda’nın Breda kentine bağlı bir köyde üç çocuklu bir Yahudi ailenin en küçük kızı olarak dünyaya gelir. Bir azınlık cemaatinin üyesi olarak antisemitizmin yükselmekte olduğu bir dönemde büyür. Hitler’in Avrupa’yı ele geçirmeye ve Yahudilerin yaşama haklarını elinden almaya başladığı bir dönemde gazeteciliğe başlar ama Almanların Hollanda’yı işgal etmesiyle birlikte o da diğer Yahudiler gibi işini bırakmak zorunda kalır. Acı Otlar tam da hem bu büyümenin hem de öteki olmayı teninde hissederek hayatta kalmanın kaydı gibidir:
“Bir kız arkadaşım vardı, okula birlikte gidelim diye beni sık sık evden alırdı. Adı Nellie idi, beyaza yakın sarı saçları vardı. Hep kapımızın önünde beklerdi. Hiç içeri girmezdi. Kapı açık olduğunda merakla koridordan içeriye bakardı. Bir gün “Eviniz içeriden nasıl acaba?” diye sordu. “Gir de bak” dedim. Ama buna cesaret edemiyordu, çünkü annesi Yahudilerin evine girmesini yasaklamıştı. Bu duruma gülecek yaştaydım ben o zamanlar. On birindeydim. Babamın bütün çocukları yediğini ve annemin de onlardan çorba yaptığını söyledim Nellie’ye. O günden sonra annesinden gizli evimize girmeye başladı.”[2]
Önyargılar ve düşmanlıklarla çevrili, adeta parmakla işaret edilen bir azınlık cemaatin, sonrasında bir cani tarafından yok edilmeye başlandığında çoğunluk toplumunun nasıl düşmandan yana tavır alabileceğini de anlatır Acı Otlar. Hamur Bayramı’nda geçmişin acılarını unutmamak için acı ot yiyen ve davetsiz bir misafir girebilsin diye gece kapılarını kilitlemeyen bir cemaattir bu. Ama ailenin geceleri açık tuttuğu o kapıdan aslında hiçbir zaman böyle bir misafir içeri girmemiştir. Çünkü antisemitizm ne bir anda ortaya çıkmıştır ne de Hitler’in etrafındaki küçük bir azgınlığın tertibidir; tersine, küçük çocukların kavgalarına değin inmiş, gündelik hayatın parçasıdır. Nesilden nesile gelenekselleşerek kanıksanmış bir nefrettir bu. Öyle kanıksanmıştır ki romandaki baba, oğlu okuldan başından akan kanlarla eve geldiğinde kendi okul yıllarını hatırlar, bir çocuğun çiviyle şakağında açtığı yaranın izini gösterip gençliğinde kendilerine de çok küfredildiğini anlatır. Bunları anlatan aynı baba, Nazi Almanya’sındaki Yahudilere yönelik şiddetin (henüz soykırım olarak geçmez bu) Hollanda’da olmayacağını, Almanya’nın farklı ve uzak bir yer olduğunu, başlarına hiçbir şeyin gelmeyeceğini söyleyip ailesini sonuna dek teskin eder, iyimserlikle. Bu gerçekten inandığı bir şey mi, yoksa bir çaresizlik mi, tam anlaşılmaz. Tüm bunları bize ulaştıran ailenin küçük kızı Marga Minco’nun duygulardan arınmış, sadece eylemin kendisinden ibaret anlatım biçimi ise ilk başta şaşırtır insanı. Ama okudukça fark ediyorsunuz ki normalde hikâye etmenin özünde bulunan gerçeğin yumuşatılma olasılığı bu sadelik sayesinde ortadan kalkıyor; olup biteni bütün sertliğiyle duyumsuyorsunuz. Öyle bir sertlik ki bu, yer yer dehşete kapılıyorsunuz. Bu dehşet anlarından biri de babanın içi bez yıldızlarla dolu bir kutuyla eve geldiği sahnedir. Ben anlatıcı genç kadın, babanın eve gelişini pencerede görür, kutudakini bir armağan alacakmışçasına merak eder, baba da adeta bir sürprizle gelmiş gibi davranır:
Annem “Ne çok getirmişsin” dedi yıldızları her birimize birer ikişer dağıtırken. “Bu kadar çok mu verdiler sana?” “Ah evet. İstediğim kadar verdiler.” “İyi olmuş. Artanları yazlık kıyafetlerimiz için saklarız.”
Öyle soğukkanlı kaydedilmiş ki bunlar, neredeyse ellerini yıldızlara doğru uzatmış insanların sevincini göreceğinizi sanırsınız. Oysa o yıldızlar, Nasyonal Sosyalizm rejiminin Yahudilerin, onları çoğunluk toplumdan ayrıştırmak, onlar için yasak ilan edilmiş her şeye toplumun diğer kesiminin de riayet etmesini sağlamak için göğüslerinin üzerinde taşımalarını zorunlu kıldığı işaretlerden başka bir şey değildir. Bu hakikat aklınıza düşmeyegörsün -çünkü yazar bu konuda da bir izahatta bulunmuyor- Acı Otlar, çok daha sert ve sarsıcı bir metne dönüşüyor.
Marga Minco’nun bu ilk romanı kısacık ama sarsıcılığını sonuna kadar sürdüren bir metin. Yazarın diğer kitaplarında işleyeceği konuları, yani soykırımdan sonraki hayatı, o soykırımdan geniş çapta tesadüfen kurtulmuş olanın hikâyesini bu kitabın sonunda da okuruz. Toplama kampında öldüğünü bildiği halde kardeşinin hep günün belli bir saatinde trenden ineceğini umarak garda bekleyen ben anlatıcının amcasına Yahudi olmayan karısı neredeyse deli gözüyle bakarken, yeğeni onunla aynı duyguları paylaşır: O da kitabın sonunda amcanın her gün beklediği gara babasının ineceğini düşünerek dönüp bakar. Acı otu tatmış olanların ortak deneyimi, kilitlenmemiş kapının bir gün açılacağına dair kolektif umudun bilgisi gibidir bu.
Acı Otlar Türkçede yayımlandığı günlerde 103 yaşında hayata veda eden Marga Minco, çok sayıdaki eserleri aracılığıyla ömrü boyunca Holokost’tan sonraki hayata odaklanır. Örneğin, benim Almanca çevirisinde okuyabildiğim, 1966 yılına ait Een leeg huis (Boş Bir Ev) romanı soykırım sonrasında, genç bir Yahudi kadının 1945, 1947 ve 1950 yıllarına tekabül eden üç ayrı gününü anlatır. Soykırım sonrasında içsel boşluğu doldurma çabasına, köken arayışına ve her şeye rağmen yaşama arzusuna dair bir roman bu. Daha geç bir tarihte, 1997’de kaleme aldığı Nagelaten Dage (Miras Kalan Günler) adlı eserinde ise iki ayrı kıtada yaşayan iki kadının kesişen yollarını, soykırımdan kurtulmuş olmaktan başka sürgünlüklerini ve unutulmuş olan bir akrabalığı anlatır. Bu haliyle de adeta bir simgeyi temsil eder: Auschwitz toplama kampından sağ çıkan ve “Olup bitenleri anlatabilmek için yaşıyorum” diyen, yazdığı kitaplarla soykırım cehennemini içerden anlatan Macar asıllı Eva Fahidi gibi Marga Minco da adeta soykırım sonrasını anlatmak için ayakta kalır. Hem de nerdeyse bütün ailesini soykırımda kaybetmiş biri olarak ölüme inat, upuzun bir ömrün içinden geçerek.
[1] Acı Otlar, Margo Minco, Çeviri: Leyla İleri, Doğan Kitap, 2023
[2] Acı Otlar, Margo Minco, Çeviri: Leyla İleri, Doğan Kitap, 2023