.

18. Uluslararası Ankara Öykü Günleri Açılış Konuşması

Ayşegül Devecioğlu-Niyazi Zorlu

18. Uluslararası Ankara Öykü Günleri 1-15 Mart 2021 tarihleri arasında düzenlenen paneller, söyleşiler ve etkinliklerle çevrimiçi gerçekleşti. 1 Mart Pazartesi akşamı açılış etkinliğinde Niyazi Zorlu’nun yönlendiriciliğinde Ayşegül Devecioğlu ile bir söyleşi https://youtu.be/6qScKwwLv-A     gerçekleşti.

Söyleşinin dökümünü aşağıda sunuyoruz:

Niyazi Zorlu: Pandemideki insansızlığın edebiyata yansıyacağını düşünüyorum, sen ne dersin? Sözcükler de kilo alırlar mı, düşünceler hantallaşır mı?

Ayşegül Devecioğlu: Pandemi dünyayı değiştirdi öncelikle. Sadece insanların sokağa çıkılamamasıyla kalmadı; gelir adaletsizliğinin ne denli yüksek düzeyde olduğu, emekçilerin işe gitmekle aç kalmak arasına sıkıştırıldığı, kayıtsız çalışanların evlerinde tamamen açlığa terk edildiği, ırk ve cinsiyet ayrımlarının ve sınıf farklılıklarının daha belirgin hale geldiği görüldü. Türkiye’de de ağırlıkla yoksul kesim gıdaya erişmekte, barınma, sağlık ihtiyaçlarını karşılamakta en çok zorlananlar oldu.

Salgın dünyayı bir eşiğe getirdi. Kapitalizmin dünyanın kaynaklarını ne kadar sorumsuzca, kâr hırsıyla tükettiğini ortaya koydu. Vahşi yaşamın yok edilmesi, endüstriyel tarım ve endüstriyel hayvancılık bu tür virüsleri daha çok hayatımıza sokacak gibi görünüyor. Günlük hayatta da daha insansız bir yaşam tarzına geçtik. Görünen ve görünmeyen dayanışmanın arttığı, insanların birbirlerine farklı açılardan daha çok bağlandığı, bağlanmak zorunda olduğu bir dönem. Edebiyata yansımalarının olmaması düşünülemez. Nasıl, hangi dolayımlardan geçerek olacaktır, bilinçdışında ne tür şeyleri aktive edip canlandıracaktır, bunlar bize edebiyat alanında hangi kılıklarda görünür olacaktır henüz bilemiyoruz. Doğrudan değilse de dünyanın kaynaklarının yönetilme biçimiyle, kapitalizmle, adaletsizlikle, doğa yıkımıyla bu denli sert bir yüzleşme mutlaka çok çeşitli sonuçlar doğuracaktır.

Kelimelere gelince, “Avcı” öyküsünde de söz etmiştim, sözlükte durduğu gibi duran varlıklar değiller. Kelimelerle ilgili, nasıl bir uzamda yer aldıklarına dair kesin bilgi yoktur. Ne kâğıtta durduğu ne ağzımızdan çıktığı gibi kalır kelimeler.

N.Z: Sokağın belirgin bir yeri var edebiyatında. Öykü günlerindeyiz ama romanlarına da girmemiz gerekiyor. Güzel Ölümün Öyküsünde pembe yorgan etrafında bir roman oluşurdun. Sokakla bağımızın kesilmesi edebiyata yansıyacak mı?

A.D.: Sokakla ilişkisi herkesin farklı farklı. Devlet de, saray rejimi de salgını yurttaşın sokakla ilişkisini kesmekte bir gerekçe olarak kullandı.

Sokak yürünüp geçilen bir yer değil, çok daha büyük, canlı bir şey. Benim sokakla ilişkim çok farklı. 1978 Kuşağı olarak anılan bizim kuşak için sokağın anlamı çok farklı. 12 Eylül’ü anlatırken bir yazımda “Sokakları da vurdular, öldürdüler,” diye ifade etmiştim. Şimdi yeni neslin sokakla ilişkisi nasıl? Gezi direnişi kentle ilişkimizi canlandırdı. Kent boyutlandı gözümüzde. Nerede ağaç, nerede bir yapı var daha belli oldu bizim için, daha görünür, daha hissedilir oldu. Sokağı hissetmemiz belki böyle bir dinamizmle belirginleşti. Sokaklar gelinip geçilen, hemen tüketiliveren yerler mi? Egemenler sokağın bu hale gelmesini istiyor. Pandemi de onların ekmeğine yağ sürdü. Sokakta yapılacak her eylem salgın nedeniyle yasaklandı, yapılmasına izin verilmedi, hatta şiddetle engellendi. Bütün bunların etkisi olacaktır. Ama dediğim gibi insan zihninde bunlar nasıl yankılanacak, nereleri etkinleştirecek, onu göreceğiz.

N.Z: Sen edebiyatımızda, benim bildiğim kadarıyla, pek görülmedik bir şey yaptın, ilk kitaba adını veren öykünün, Kış Uykusu’nun kahramanlarını tuttun yeni öykü kitabına, kitaba adını veren öyküye “Arkası Mutlaka Gelir”e taşıdın…. Başka deyişle, bu iki kitap arasına bir hat çektin, ki bu hat veya bağ bu kadar görünür olmasa bile senin bütün kitapların arasında var bana göre…  Ancak bu kez belki de hiç aklında yokken, okura dönüşmüş komşunun dürtüklemesiyle giriştin yıllar öncesine döndün sanki:

“Seninkiler çok huzursuzluk çıkardılar bu yaz,” dedi komşusu.

“Hangi benimkiler?” 

“Canım şu kitapta yazdıkların!”

Mahalledeki pastanedeydiler. Kadın yanına oturmuş, selam sabah demeden konuya girmişti.

Yüzünde, olan bitenden –her ne olmuşsa– onu sorumlu tuttuğunu gösteren bir ifade vardı. Yazdığı kitapları hızlıca aklından geçirdi. Hangisiydi?

Bu öyküde hayat, komşunun müdahalesiyle sanki bir kez daha, tabiri caizse “arsızca” edebiyata sızıyor. Ne dersin?

A.D.: Sadece bana özgü olduğunu düşünmediğim bir durum var. Yazarların yarattıkları, bir şekilde başlarına gelenlerden de sorumlu oldukları kahramanlarla süren bir ilişkileri oluyor. Bu kahramanlar yazarların zihninde yer tutuyor, bir kere yaratıldıktan sonra ortadan kaybolmuyorlar. En azından ben böyle hissediyorum. Yazma sürecinde yerlerini oldukça sağlamlaştırıyorlar. Belirmeye başladıktan, ete kemiğe büründükten sonra da hikâyeyi ele geçirmeye başlıyorlar. Bir yerden sonra onlara her hayal ettiğinizi yaptıramaz hale gelirsiniz. Kahraman artık buna izin vermez, bu çemberi de kendiniz kurarsınız kendinize. Adım adım o kişiliği, nerede nasıl davranacağını siz yaratırsınız çünkü. Bir süre sonra yazarla kahraman arasında epey kanlı bıçaklı bir ilişki oluyor. Bu niteliğinden dolayı çok da geçici olmuyor bu ilişkiler. Yazılıp kayboluvermiyorlar, insanın zihninde yer tutuyorlar. “Arkası Mutlaka Gelir”de aslında bunu anlatmaya çalıştım. Yalnız benim değil bütün yazarların kahramanlarıyla ilişkisi böyledir, demek istedim.

N.Z: Necmiye Alpay da Kış Uykusu’na dair bir değinisinde Devecioğlu edebiyatıyla ilgili bana kalırsa çok yerinde, çok haklı bir saptamada bulunuyor: Alpay, öykülerinde ve hatta romanlarında “O” diye adlandıracağımız, “yarısaydam” birinden söz ediyor. Öyküleri kaleme alan bu kişiye sahiden de “anlatıcı” demek zor, o daha çok bir “gözlemci”. Ben de bunu Ağlayan Dağ Susan Nehir adlı romanına dair yazdığım bir yazıda, başka bir şekilde formüle etmiştim: Kahramanlarının peşine bir dedektif gibi düştüğünü, neredeyse onları soğukkanlılıkla, belli bir mesafeden gözlemlediğini, daha da abartırsam pardösünün iç cebindeki avuç içi büyüklüğündeki defterine notlar aldığını söylemiştim. “Şüphe”, “tanıklıklar”, “yalan”, “yitirme”, “takip” gibi izlekler düşünüldüğünde, polisiye edebiyata çok yakın bir edebiyat seninkisi. “Anlatıcı” ile “gözlemci” arasındaki ayrım hakkında sen ne dersin?  

A.D.: Yazarın metinle ilişkisinde kendisini nasıl konumlandırdığı çokça tartışılmıştır. Her şeyi bilen, karakterlerini en ince ayrıntısına kadar ifade eden yazar türü vardır. Ben bu yazar türüne biraz mesafeliyim. Yazarın bu konumlanışının aslında mümkün olmayacağına duyduğum inançtan mı, hayatın karmaşasına duyduğum saygıdan mı, hayat karşısında haddini bilmekten mi bilmiyorum. Benim için ne öykü ne roman bu kadar kontrollü şekilde elimde tuttuğum bir şey oluyor. Hem içinde hem dışındayım. Bir mesafede duruyorum ben, bunu da hesaplayarak yapmıyorum, kendi doğallığında gelişiyor. Öyküyle, metinle, kahramanlarla ilişki bunu yaratıyor sanırım. Dünya o kadar büyük bir sır ki. Ben bir yandan da siyasetçi kimliğimle bu dünyayı başka yollarla da anlamaya çalışan bir insanım. Dünyayı kavrama çabasında o kadar çok kapılarda, eteklerde kalıyoruz ki… Bu karmaşa karşısında, onu kabul eden ve parçası olan, sanki bir çeşit hafif bir baş eğme gerekiyor. Burada da kendime yakıştırdığım statü bir çeşit gözlemcilik oluyor.

N.Z: Uzun zamandır cevabını merak ettiğim bir sorum olacak. Seval Şahin ve Tevfika İkiz’in hazırladıkları Aşk Mektupları seçkisinde yer alan, okuru afallatan öykünün yazılma sürecini anlatırken, hatırladığım kadarıyla, “İçimde hazır bekliyormuş, birden kâğıda dökülüverdi,” demiştin. Sadece o öyküye özgü bir durum mu bu öykü yazma tarifi, yoksa kimi öyküler için de geçerli mi? 

A.D.: Seval de sanıyorum izleyiciler arasında, haberleşmiştik. Ben o projeye katılmakta tereddüt etmiştim, bana çok yabancı gelmişti ilkin. Sonradan buna bir çeşit hazırlığım olduğunu fark ettim. Ama bu hazırlık sürecine ilişkin bir şey söyleyemem. Belki kadın meselesi, cinsiyet meselesi üzerine düşünen bir insan olduğum için, o öyküyü yazma imkânını bana feministliğim verdiği için, ancak böyle bir hazırlıktan söz edebilirim. Öyküyü o biçimde anlatma imkânını gördüğüm an projeye dahil oldum. Her öykü böyle mi? Hayır. Arkası Mutlaka Gelirin yazılış sürecine baktığımda, ben bu öyküleri Güzel Ölümün Öyküsü sırasında yazmışım ama bundan haberdar değildim. Yazma süreci bilgisayar başına oturmadan başlıyor. Bu temalar daha evvelden dikkatimi çekmiş, kendimin bile bilmediği bir yere yerleştirmişim daha önce. Oradan çıktılar. Çok zahmetli olmayan bir yazma süreciyle yazıldılar. Her öykü böyle yazılmıyor ama. Yazmak sadece bilgisayarın başına oturduğunuz anda gerçekleşmiyor, yazma sürecinin başladığı andan itibaren aslında her an onunla meşgulsünüz, bir şeyler sürekli yerli yerine oturuyor. Her ânınıza yayılan, zihninizi sürekli meşgul eden bir süreç. Hayatın içine öykü girmiyor, sen o öyküye dahil oluyorsun. Günlük hayatınla o öykünün içinde debelenmeye başlıyorsun. Onlar misafir değil hayatımızda, biz kalkıp onların dünyasına gidiyoruz, başka bir ilişki var.

N.Z: “Avcı” adlı öyküde erkek arkadaş bir nevi takipçi haline geliyor. Metinle yazar arasına giriyor. Karşıt bir yerde konumlanıyor. Yazarın deli olduğunu düşünüyor. Yazma sürecinde diğer insanlarla ilişkilerimiz nasıl oluyor?

A.D.: Yazma sürecinde, bu sürecin dışında kalan herkes bir nevi hasım oluyor. Canlanmış, bilincinize çıkmış kurguyla o kadar haşır neşirsiniz ki, bu aynı zamanda çok eziyetli bir süreç, ne yiyip ne içtiğinizi bilmediğiniz bir çeşit yabanlık süreciyle bütünleşme hali var. O sürece bir şekilde dışarıdan dahil olan herkes, birlikte yaşadığınız insan, yakınlarınız, o sırada kapıyı çalan biri bir çeşit hasma dönüşebilir. Ben yalnızlıktan hoşlanan biri değilim. Yazma bizim hayatımıza girmiyorsa, biz romanın ya da öykünün hayatına giriyorsak o sıra araya giren herkes yolumuza çıkmış, aramıza girmiş oluyor. Yazarlıkla delilik arasında doğrudan bağlantı kurup bundan büyük yazarlık, deha çıkaran görüşlere benim inancım yok. Ama yazma sürecindeki her şeyin aklın sınırları içinde olmadığını da biliyorum. Belki diğer alanların sınırlarıyla temas ediyor. Yabanıl, vahşi bir yanı da var yazma sürecinin. Hayatınızı alıp romanın ya da öykünün dünyasına gidiyorsunuz. Yazma süreci akılla fikirle olan bir süreç ama mistifiye edilecek bir yanı da var, gelen, dil öncesinden geliyor. Ete kemiğe büründürme sürecinde zihnin başka yanları da dahil oluyor mu o kısım tartışmalı, ben de tam çözemiyorum.

N.Z: Sema Aslan’la 12 yıl önceki bir söyleşinde açıkça söylemeyen ima eden edebiyata sert çıkıyorsun. Bunca yıl sonra fikrin değişti mi? Bugün bırakalım söylemeyi, ima etmek bile suç haline geldi. Son öykü kitabında “Tek Başlılığın Anatomisi” öyküsünde sen de imada bulunmuyor musun? Tek başlı siyaseti ima etmiyor musun?

A.D.: İma ve sayıklamanın edebiyata dahil olduğunu düşünüyorum. Yazar zaten biraz kekeleyerek konuşur. O söyleşide 12 Eylül’ün yazın hayatına etkisiyle bir şeyleri sürekli bireyselleştirerek, evrensel bir insan hikâyesi haline getirmekten uzak kalışını eleştirmiştim. Oradaki öykülerde dağa çıkmış bir Kürt kızının tecavüze uğraması ve öldürülmesini anlattığım, bunların edebiyata dahil edilmesi gerektiğine inandığım için böyle bir ifade kullanmıştım. Meseleleri bireyselleştirerek, evrensellikten uzak yazış tarzı, ben’in sıkıntıları, bunalımları üzerinde duran büyük eserler de çıkmıştır. O büyük eserler hangi tarihte ve nerede okunursa okunsun aynı şeyi anlatırlar, evrenselleşmişlerdir.

N.Z: Senin öykülerin ve romanların, edebiyatın narin, kırılgan yüzeyini aniden yarıp geçen, hiç ummadığımız anda karşımıza çıkan sert gerçeklerle dolu… Mesela Kış Uykusu’ndaki bir öyküde “… yan yana iki dükkânın yarattığı kocaman ev bitkileri kümesi, semtin ortasında bir serap gibi başıboş, sallanıyordu” gibi şiirsel denebilecek cümlelerden hemen sonra “belediyenin başını çektiği müteahhitler çetesi ve inşaat mafyası”ndan söz ediyorsun… Bu sert anımsatmalar, saptamalar, toplumsal olguların altını çizmekteki netlik, dobralık senin edebiyatının bir parçası…  Her defasında da, neredeyse, bir şok etkisi yaratıyor.

A.D.: Ben buyum, insanın metni kendisidir aslında. Gözümün bilincidir. Nereye bakıp neyi gördüğümdür. Benim dünyayı insani ve siyasi olarak algılayışımla da mutlaka paralellik taşır. 12 Eylül gibi bütün toplumu altüst etmiş, karanlığa sürüklemiş, hala süren bir konunun, (sadece bu dönemi yaşamış ve hapiste geçirmiş bazı kişilerin, tanıklık diyebileceğim, edebiyata biraz bandırılmış külliyatları dışında) edebiyatta yer bulamamasının bir anlamı olmalı. Siyasi meseleleri edebiyata dahil ettiğim için cezalandırıldığımı da düşündüm bir süre, bir çeşit edebiyat dışı görüldüğümü düşündüm. Bazı siyasi konular edebiyata dahil değildir, ne edebiyata dahildir? Ağaç, bulut, böcek kullanılır. İnşaat mafyası, açıkça ülkü ocakları ve oradaki katillerden söz ettiğim zaman edebiyat dışı oluyor birdenbire. Buradaki sınır bence çok başka bir yerde çiziliyor. Ona da yazarın içindeki tartı cevaz verir. Bu tür olayların, kelimelerin edebiyata dahil edilmesinde bir mahsur görmüyorum. Şu an hala böyle bir algı var mı bilmiyorum ama bir ara böyle bir algının var olduğundan yüzde yüz eminim. Ben bu meseleye hiçbir zaman kişisel bakmadım, siyasi sonuçların penceresinden bakıp öyle bir yere oturtmaya çalıştım. Söyleyen açısından bireysel bir sorun olmaz bu, toplumsal ve siyasi bir sorun. 12 Eylül gibi öncesi ve sonrasıyla toplumu bu kadar etkilemiş bir toplumsal olayın edebiyatta yer bulamaması, bundan söz edenlerin edebiyat dışına itilmeye çalışılması bana tuhaf geliyor. Kaldı ki hala 12 Eylül anayasası daha beter değişikliklerle geçerli, daha antidemokratik bir durumdayız.

N.Z: Senin yazıda çok cüretkâr davrandığını görüyorum; okuru başka bakışlara kışkırtacak konulara yönelmekten, tırnak içinde “mayınlı tarlalarda” yürümekten çekinmiyorsun. “Yaşlılığın Tehlikeleri” öyküsünde de Bahçelievler Katliamına karışmış bir faşist ile sendikal faaliyetlerden gelmiş bir solcuyu, yıllar sonra bir kıyı kasabasında bir araya getirdin… Bu, “zaten bunlar çok geçmişte kalmıştı” denildiğinde, geçmişin bütün korkunçluğuyla, azametiyle hortlaması üzerine kurulu bir öykü….

A.D.: “Yaşlılığın Tehlikeleri”ni on yıl önce yazsam, öyle bitirmeye cesaret edemezdim, ben de mesafe aldım. Sonundan dolayı böyle bir öykü oldu, ben o öyküyü sonu için yazdım. Öyle sonuçlanmasaydı ben Bahçelievler Katliamını hatırlatmak için siyasi bir yazı da yazabilirdim. Fakat sonundan dolayı bir öykü oldu bu. Şu yaşımda buna cesaret edebileceğimi hissettim. Önceden olsa yazamadım, kendime siyasi gerekçeler çıkarırdım. Şu anda kendi geçmişime ilişkin on sene öncesine göre çok daha tereddütsüz tanımlarım var. 12 Eylül öncesi benim de katıldığım antifaşist mücadeleyle ilgili siyasi duruşum çok daha belirgin kafamda, bunun verdiği bir güven var. Önceden tarihe zarar verme korkusu olurdu bende. Ama şimdi daha özgüvenliyim.

N.Z: “Tek Başlılığın Anatomik Eleştirisi”nin yanı sıra, “Görme Biçimleri”, “Edebiyat Dersleri” gibi öykülerle muzip, keyifli ve bambaşka bir Ayşegül Devecioğlu çıkıyor karşımıza. Bana mı öyle geliyor, yoksa mizah payı hiç olmadığı kadar fazla mı bu öykülerde? Ayrıca, böylesine baskıcı bir dönemde böylesine bir umut beslemen dikkat çekici! 

A.D.: Aslında Ağlayan Dağ Susan Nehirde de mizah vardı. Hepsinde bir oranda mizah var, Arkası Mutlaka Gelirde daha görünür olmuş olabilir bu. “Tek Başlılığın Anatomik Eleştirisi”ni yazarken ben de çok eğlendim mesela. Polisiye de ilgi duyduğum bir tür. Şimdiye dek yazmadım ama düşünüyorum. Sanki bu eğilimlerimin daha belirgin hale geldiği bir kitap oldu Arkası Mutlaka Gelir.

N.Z: Ayşegül Devecioğlu denildiğinde edebi etkinliğinin yanına bir başka etkinlikten, siyasi etkinlikten de söz etmemiz gerekiyor. Siyasi etkinlikler yazarlığından zaman çalıyor mu?

A.D.: Bu benim de sürekli kendime sorduğum bir soru. Başka Aşkları yazdığım dönemde BDP’nin Anayasa Komisyonu üyesiydim ve her gün Anayasa maddeleri yazıyordum. Edebiyatçılığımın şöyle bir faydası olmuştu o zaman, oraya “hakikat hakkı” diye bir madde yazmıştım. Benim işimi asıl zorlaştıran pratikte de siyasetin içinde yer almam. Kampanyalar, bildiriler, raporlar… Bu zarar veriyor bence. Bundan nasıl kurtulacağımı da çok bilmiyorum. Bu benim bir parçam, bunları yaptığım zaman insan olduğumu hissediyorum. İnsani doyum ve haz aldığım konular bunlar. Öte yandan öyküye zaman bulunur bir şekilde ama bir roman yazmak istediğimde görüyorum ki böyle bir zamanım yok aslında. Diyorum ya bohçanı alıp onun dünyasına taşınıyorsun ve orada siyaset yok. Orada yalnız ve çıplaksın, dünyayla temas edemeyeceğin bir durumdasın. Çünkü zihin tamamen yazmaya odaklanmalı. Gel gör ki memleketin hali de ortada. Ne tür bir es olmalı ki ben o arada bir sene ortadan kaybolup bir şeye başlayayım… Memlekette soluk almaya imkân yok. Bu benim halledemediğim bir konu. Zannederim birçok insan da bu durumda.