.

Vuslat Çamkerten: “Bir roman yazmak, yazarın başlı başına değişmeye yemin ettiği bir eylemdir.”

Esin Hamamcı

esin.hamamci@sanatkritik.com

Vuslat Çamkerten, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Felsefe eğitiminin ardından İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde İşletme yüksek lisans eğitimini tamamladı. İlk romanı Ona Çok Benziyorum 2019’da yayımlandı. Sonu Gelmiş Ülkede, Bir Drag Queen Hikayesi” isimli öyküsü 2021de art book olarak sınırlı sayıda ve koleksiyonluk basıldı. Öyküleri ve düşünce yazıları Varlık, Notos, Öykü Gazetesi, Altzine, Psikeart dergilerinde yer aldı. Yazar ve illüstratör olarak işlerini üretmeyi ve sergilemeyi sürdürmekte.

Vuslat, bu uzun sürecin başına dönecek olursak yazarlık deneyimin ve yazma isteğin nasıl başladı?

Çocukluğumdan beri kurduğum hayaller artık beni neredeyse bir yıldız gezginine çevirdiğinde bunları başkalarına da göstermek istedim çünkü kafamda yarattığım dünyalar ve karakterler hem hayaletler gibi ele geçmez ve kışkırtıcı hem de gözümün önünde ete kemiğe bürünecek denli capcanlıydı. Bununla ilgili bir başlangıç noktam var, ilk kez Gerekeni Yap’ta bahsetmiştim, belki 6-7 yaşlarımdayken bir gece tuvalete kalktığımda koridorda yedi cücelerle karşılaştım. Ellerinden tuttum, birlikte bir çember yarattık, dans ettik, döndük, durduk. Ta ki ben onlara iyi geceler dileyip yanlarından yatağıma geri dönmek üzere ayrılana dek. O geceden sonra gördüklerimi başkalarına da göstermek üzere en iyi dostlarımdan birine sarıldım, yazmaya.

Vuslat Çamkerten

Bir Toronto maceranız var İsmail Sertaç Yılmaz ile. Sevim Gözay ile yaptığınız bir röportajda bu seyahatin sizi başkalaştırdığını söylüyorsunuz. Bunun yazarlığına etkileri neler oldu?

Toronto sokaklarında yüzden fazla milletten insan dolanır. İnsanların giyimleri, kuşamları, dinleri, kültürleri, mutfakları, merhabaları birbirinden bambaşka, rengarenk. Kumaşlar, kokular, yürüyüşler, kadınların, çocukların özgür dünyaları, LGBT+ bireyler, yaşamın her alanına sirayet etmiş bireysellik, çeşitlilik, kişisel alana saygı… Bunlar sizi koca bir kucak gibi kucaklayıverir. Bu kucaklanış ve tüm bu farklılığı bir arada görmek kafanızın çok hızlı değişmesine sebep oluyor. Hikayelerime girecek karakterlerin değiştiğini, yazdıklarımı sokaklarda gördüğüm bu bambaşka insanların da okumasını istediğimi fark ettim. Böylece karakterlerimi, öykülerimi yaratırken bunlar dünyanın başka yerlerindeki okurlara da bir hikâye verebilir mi düşüncesiyle tartmaya başladım.

Gelelim Görenler Olmuştur’a. 11 öyküden oluşan bir öykü kitabı. İsmail Sertaç Yılmaz’ın hazırladığı kapak illüstrasyonu, öykünün damarlarını taşıyıp yansıtabilmesi açısından bence çok başarılı. İlk öyküsü ise Metalik Toz”. Tepemizde yıldızlar parçalanıyor” sandığımız büyük kapanmadan bahseden Metalik Toz” bize bir ormana kaçış hikayesi veriyor. Ezgi, Ferzan ve Ulaş, şehirden gitmek istiyorlar. Hikâye, şehir ve orman karşıtlığı bağlamında Yorgos Lanthimosun The Lobster filmi atmosferini yaşatıyor. Burada orman” nereye kaçışı simgeliyor? Şehir neden kaotik ve orman neden kurtuluş”?

Kapağı beğenmenize çok sevindim. İsmail Sertaç Yılmaz kapak resmini tasarlayıp bana gösterdiğinde kitabımın bu kapaktan başkaca bir kapakla asla bütünleşemeyeceğini düşündüm, sahiden de kitabın ruhunu ustalıkla yansıtan bir kapak bana kalırsa. Yer değiştirmeyi, kaçışı, arzuları, uçurumları gösteriyor bakana, kitaba katılan bir başka hikâye de orada yaşanıyor.

Metalik Toz’a gelecek olursak… Okurun kafasının içindeki ormanı okura bırakmayı tercih ettim, aynı şekilde kaosu da öyle. Hepimizin içinde başka bir kaos, başka bir tufan sürüyor, ortak hissiyatlar ve sezgilerimizle bunların neler olduğunu, nelere işaret ettiğini az çok biliyoruz. Böylelikle bu hikâyede ne’den kaçıldığının ve neyin beklendiğinin net olmayışında adrenalin yükseliyor. Bu öyküyü Levent Yılmaz, Marquez’in “açık yapıt”ına benzetti, katılıyorum. Orman, okur için neyi simgeliyorsa, okurun içinde nereyi işaret ediyorsa Ezgi, Ulaş ve Ferzan da o şeye doğru kaçıyorlar. Yeniden doğmaya, yeni hayata, başka bir düzene. Tıpkı sizin de bahsettiğiniz The Lobster’daki gibi boğucu, yıkıcı, küçültücü bir sistemden özgürlüğe, kendin olabilmeye, bireysel varoluşa doğru esaslı bir kaçışa.

Vücudunun eksikliğini düşünmek ve bir anda daha önce hiç düşünmediğin bu konuda ne hissettiğin konusunda çıkmaza girmek… Bir yerden bir çatlağın açıldığını görüp onu takip etmek gerektiğini bilmek… “Hayalet Ağrısı”, fakültede varoluş felsefesi üzerine ders veren bir akademisyenin kendi bedeni üzerinde var”lığını tekrar sorgulamasını anlatır. Kolunu kaybeden birinin hikâyesi anlatılırken bu acı günlük hayata yayılır. Öykü başkarakteri, günlük rutinler hızla akıp giderken kolu üzerine sıkça düşünmeye başlar. Duşa girer, yemek yer, okula gider, işten gelir… Olağan bir döngüde olağandışı düşünceler akıp gider. Bu hikâyedeki ağrı”yı nasıl tanımlarsın? Hayalet ağrısı” neyin ağrısı?

Hayalet ağrısı, insanın kendisine sorduğu can alıcı bir soruyu, yaşantısına devam edebilmek için verdiği “restart”ı işaret ediyor. Varoluş üstüne yıllardır birikimle, rahatlıkla konuşup duran, yine yıllar içinde yüzlerce, binlerce öğrencisini uzun, zorlu zihinsel yolculuklara çıkarmış bir felsefe hocası, kendi sürgit hayatının bir yerinde aniden kendisine dair bir yolculuğa çıkmaya karar veriyor. Ve bunu derslerde yaptığı gibi kafada bırakmıyor, sahiden toparlanıp yola düşüyor. Bir noksanlık üstüne, belki de bu noksanlığı bahane ederek kendine bir “yeniden başla” tuşu arıyor. Yaptığına delilik ya da saçmalık denmesine hazır ve razı. Kendi hikayesini bulmak için deli saçması hikayeler bile dinlemekten kaçınmıyor. Tabii bunu nereye kadar sürdüreceği konusu da öykünün arayışlarından biri. Sanırım herkesin başına gelebilecek, kimilerinin de peşine düşeceği türden bir ağrı, hayalet ağrısı.

“Peruk” hikâyesi Goya” tablosuna sahip olmak isteyen ve bunun için başka yollar deneyen birinin hikâyesi… Bu hikâyede anlatıcı diyor ki: Bir sanatçı için kayıpların yarattığı her boşluk değerlidir. O boşluğa yürüyüp girmeyi severiz ya da oradan temelli çıkar gideriz. Boşluklar yeri geldiğinde içine atlayacağımız birer uçurumdur bizim için…” Yazmaya başlangıç fikri olarak bu boşluklar”, senin hikâyelerinde de kışkırtıcı bir çıkış noktası oluşturuyor mu?

Bana, “Bundan iyi bir öykü çıkar işte!” dedirtecek fikri yakalayana kadar, evet, sahiden de boşluklardan boşluklara atlarım. İyi bir uçurum yakaladığım yerde hemen durup oluru olmazı tartmaya başlarım. Boşluğun beni ikna etmesi lazım, yeterince derin mi, karanlık mı, içinden neler çıkarabilirim, bunları düşünürüm. Bu “boşluklar yakalama” işini, fark etmediğim zamanlarda bile yapmaya alıştırdım kendimi. Yani, ne yazsam, ne yazsam diye düşünmediğim zamanlarda da aklımın gerisinde bir yerde sürekli çalışmaktan bahsediyorum. Yazar dediğimiz kişi de sanıyorum ki, uçurumlara, boşluklara atlayıp zıplamayı artık lanet bir alışkanlık haline getirmiş kişiden başkası değildir.

 Barajın Suları”, Anlaşma Anlaşmadır” ve diğer öyküler… Hepsi olağan akışın dışında olaylar anlatan öyküler. Ancak senin onları anlatış biçiminle bize çok olağan gelmeye başlıyorlar. Gerçek dışılığı gerçek kılma fikri biraz da büyülü gerçekçiliğe yaklaştırıyor. Sen öykülerinin büyülü” bir atmosfer yarattığını düşünüyor musun?

Bizden beklenenin yerine cebimizden başka bir şey çıkardığımızda, masaya başka bir şey koyduğumuzda, aklımızda başkalarınınkine benzemeyen yeni bir dünya belirdiğinde gerçeklerimiz toplumun gerçekleriyle çelişir, bu da aynı gerçeği sahiplenenlere gerçek dışı görünür. Görenler Olmuştur’daki karakterler, neredeyse sürrealist bir havaya bürünerek akıl kırılmaları yaşıyorlar. Kestirilemez kararları, bir arzunun, bir tutkunun peşinden deliliğe varacak ölçüde neredeyse otomatizme yaklaşan bir edayla gidişleri bize büyülü geliyor. Aslına bakarsanız hiçbiri bir mucizeyi gerçekleştirmiyor. Sadece olmaz denileni olduruyorlar. Oldurabiliyorlar çünkü. Bu ters köşeyi muzipçe ve evet büyülü buluyorum. Böyle şeyleri yapabilecek türde karakterleri arıyorum, bildiğimiz düzenin, kaosun içine bambaşka bir şey yapmaya hazır bir karakter sokmayı seviyorum.

 Büyük Umutlar” edebiyat ve resmi birleştiren bir öykü. Sen de resim ve yazıya hakimsin. İki sanatın kesişim noktası senin için ne ifade ediyor?

Bu kesişim bana daha çok göz veriyor sanki. Böylelikle yazan, çizen ellerimi bile göze çevirebildiğimi düşünüyorum.

Bir yandan illüstratörlük çalışmalarına devam ediyorsun. Benim takip ettiğim en son illüstrasyon Can Gürsesin yeni kanalı için çalıştığın tasarım. Bu tasarımda Umut Sarıkaya’nın efsaneleşmiş “Bu Ne Bilimsizliktir” karikatür karakterini kürsüye çıkartıyorsun. Yasak Elma dizisinin oyuncuları Şevval Sam, Eda Ece ve yönetmeni Neslihan Yeşilyurt’u resmettiğin bir eserin var. Aynı zamanda Sadakatsiz dizisi oyuncularından Caner Cindoruk ve Cansu Dere’yi aynı çerçeveye yerleştirdiğin bir tasarımın mevcut. Kurtlarla Koşan Kadınlar” posteri de çok ilgi çekici. Ghost Needsten bahsetmek ister misiniz? Resim senin özgürlük alanın olmalı…

Dediğiniz gibi sosyal medyada paylaştıklarım ve paylaşmadıklarımla beraber pek çok kişiye özel çalışma yaptım, yapmaya devam ediyorum. Resimlerimle evlere girmek mutluluk verici.

Ghost Needs ismi, resimleri hayaletlere benzetişimden geliyor. Onlara her baktığımızda değişmelerinden, başka kılıklara girerek dönüşmelerinden, bizi de başka hallere sokmalarından. Bu oynak, tekinsiz halleriyle ilham verici olduklarını söylüyorum. Ghost Needs ile gotik, karanlık, karanlığın içinde ışığı arayan resimler yapmayı seviyorum. Tarihi yeni baştan yazmaya niyetli, kendilerine yeni kartlar açan kadınlar, şatolar, mumlar, hayaletler… Bu resimler birikip bir süre sonra yazdıklarımla bir araya gelecekler.

İlk romanın Ona Çok Benziyorum’dan şimdiye kadarki süreçte yazarlığında ne gibi farklılıklar yaşadın?

Bir roman yazmak, yazarın başlı başına değişmeye yemin ettiği bir eylemdir ve bitirdiğinde artık yeni birisi olmayı kabul ettiği bir anlaşmadır. Ben de yaptığım şeyi yapmaya, yani yazmaya bir başkası olarak devam ediyorum, yazdıklarımın beni bir başkasına çevirmesine aynı şekilde izin veriyorum.

Sonu Gelmiş Ülkede, Bir Drag Queen Hikâyesi adlı koleksiyonluk art book çalışman nasıl başladı?

The Poet House, bağımsızlık yayıncılık yaparak çok değişik eserler ortaya çıkartıyor. Bir habere denk gelmiştim, yabancı gazeteleri karıştırmayı severim. Gündüzleri ringte yumruk sallayan bir boksör, geceleri bir drag queen’e dönüşüyordu. Dev bir tezat gibi görünen bu şahane varoluş beyanıyla büyülendim. Bunu nasıl öyküleştirebilirim derken “Sonu Gelmiş Ülkede: Bir Drag Queen Hikayesi” başlığı altında politik, gökkuşaklı bir kurmaca yarattım. İsmail Sertaç Yılmaz’ın resimleriyle bütünleşerek hikâye yayımlandı. Günümüzde çoğu yayınevinin “yeni” diye kabul ettiği bir şeyi yapmaktan mutluluk duyuyorum.

Son olarak seni başka hangi projelerde göreceğiz?

Bir yandan öyküler yazmaya devam ediyorum, yeni karakterlerle tanışmanın heyecanı benim için sürüyor. Bir yandan distopik bir hikâye büyüyor kafamın bir yerinde. Öte yandan, yazarak ve çizerek hikayeler anlatan biri olarak dünyanın gittiği yeri izlerken NFT dünyası da ilgimi çekiyor, tuhaf olduğu kesin. O dünya için de bir koleksiyon hazırlığına girişeceğim. Bu kadar yaratıcı bir dünyanın içerisinde üretmeye devam ederken planlarımızın çok dışında şeyler gerçekleşebiliyor tabii. Her şeyi tastamam öngöremeyebilirim ama evet, bir şeyler yazıp çizmeye devam edeceğim.