
Abdullah Ezik
Yıkarak Yapmak: Anarşist Bir Mimarlık Kuramı İçin Altlık, bizi alışılmışın dışına çıkaran ve “yapmak”tan önce “yıkmak”tan söz eden bir kitap. Bu anlamda aslında mimarlıkla ilgili birçok görüşü de ters yüz ediyor. Yapmaya giden bu süreç, sizin için nasıl “yıkmak”tan geçiyor?
Yeni olanı yapmanın kaçınılmaz olarak mevcut olanı yıkmayı gerektirdiğini anlatıyorum. Ya da her yeni zorunlu olarak eskiyi yıkmak anlamına gelir. Eskilerle çelişmeyen bir yeni üretmek hayaldir. Mimarlıkta çoğunlukla aksini düşünmek yeğlenir. Mimarlığın binlerce yıllık tarihi içinden süzülüp gelen çok sağlam ezeli ve ebedi bilgiler sayesinde düşünüp tasarlayıp inşa ettiğimizi sanırız. Bu meslek ideolojilerimizin ürettiği bir yanılsama. Antik Yunan’da Praksiteles de mimardı, Ortaçağ’da Villard de Honnecourt da, Rönesans’ta Brunelleschi de, modern dünyada Wright ile Le Corbusier de… Ben de mimarım. Aramızda ne benzerlik var? Biraz ayrıntılı tarih biliyorsak, hiç derim. Çok farklı koşullarda, çok farklı imkânlarla, çok farklı yöntemlerle, çok farklı işler yapıyorduk. Hepimiz mimarız, yaptığımız iş de mimarlık dersek, dünyayı vareden yaratıcı yıkım ve yeniden yapma olgusunu görmeyiz. Oysa bunu görmek dışında bir düşünme imkânı yok. Bununla “bizden önce yapılan, söylenen, düşünülmüş her şey çöp” demeye çalışmıyorum. Tam aksine, eskileri sürekli olarak yeniden ve yeni biçimlerde okuruz ve yeniden üretiriz demeye çalışıyorum. Shakespeare’i erken 17. yüzyıl İngilteresi’nde, Platon’u MÖ 4. yüzyılda okunduğu biçimde, aynı anlamları çıkararak okumayız. Her yeni okuma o metne yazıldığı çağda söylemediklerini söyletir. Shakespeare’i, Platon’u yıkar ve yeniden kurar. Kitabım bu okuma biçimini bilinçli olarak sürekli gündemde tutmayı öneriyor. En genel anlamda eskileri hep okumayı sürdürebiliriz, ama onlara hep yeni anlamlar damıtmak için okuruz. Aristoteles’e de, Konfüçyüs’e de, Hegel’e de, 18. yüzyıl mimarlık kuramlarına da böyle yaklaşmak zorundayız. Geçmişin aşılmaz, aşınmaz ve dokunulmaz bir kutsallık taşımadığını fark etmek zorundayız. Kitabımda bunu yapmaya çabalıyorum. Bugün düşünmemizi sağlayan neredeyse tüm mimari verilerin eleştirel bir tahribata ihtiyacı var. Bazıları düpedüz yaşayan ölüler onların. Sağlam sanıyoruz, ama çoktan geçersiz oldular. Bazıları altüst edilmek zorunda. Bazıları yıkıldıkça, geçersizliği üzerine düşündükçe bize yeni ufuklar açar. Özetle yeni olan her şeyi eskilerin tanımladığı bir bağlamda inşa ederiz. Bizden önce varolan, hazır bulduğumuz bir ortam ve bağlamda yaşar ve üretiriz, ama her yeni kaçınılmaz olarak içinde üretildiği o eski ortam ve bağlamı da adım adım yıkar. “Yıkarak Yapmak” çoğu zaman bu gerçeği görmek yerine, tam aksini yaptığımızı ileri sürüyor. Her yeninin eskiyi daha da tahkim ettiğini, güçlendirdiğini düşünmek eğilimimiz çok güçlü. Bu eğilimi sorunsallaştırıyorum.
Kitabınıza totaliter sistemleri eleştiren bir Friedrich Nietzsche alıntısıyla başlıyorsunuz. Nietzsche’nin düşünceleri ve kitabın üst başlığı düşünüldüğünde ortaya çok anlamlı bir yapı çıkıyor. Ben de Nietzsche’den yola çıkarak şunu sormak istiyorum: Mimaride totaliter sistemler nasıl yıkılmalıdır?
Mimarlıkta totaliter yaklaşım ve düşünceleri yıkmanın yolunun her anlamda dayatmalara karşı çıkmak olduğu kanısındayım. O güne dek doğru bildiğimiz, başka türlüsü zaten mümkün olamaz sandığımız her bilgi rejimi, her episteme bir dayatmadır. Aksini düşünmenizi engelleyen her bilgi konstrüksiyonu, her sistematik bize dayatmalar yapar. Başka düşünme ve eyleme imkânlarını aramayı, uygulamayı engeller. Bu söylediğim tüm toplumsal pratikler için geçerli. Mimarlıkla sınırlı değil. Totalitarizme direnmek doğru bildiklerimizi eleştirel bir yıkıma uğratmaksızın başarılamaz. Bu eleştirel yıkıma çok muhtaç olduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Zombilerden geçilmeyen bir ortamda işte o “yaşayan ölüleri teşhis etmeyi” öngörüyorum. Bununla anlatmak istediğim, bazı görüşlerin zombi olduğu veya eskidiği değil. Eleştirel gözle okunmayan, değerlendirilmeyen her şey zombidir. Eleştirel ve yaratıcı-yıkıcı okunmayan hiçbir fikir ve olgu eskimez diye özetleyebilirim. Sorun da eskimemektir. Dolayısıyla, zombiler içerdikleri düşüncenin, bilginin yanlışlığından, eskimesinden ötürü zombi olmazlar. Onları eleştirel okumayan özneleri zombileştirir.
Egemen mimari anlayışın kendi iktidar anlayışını geliştirdiğini ve mimarinin bu noktadan sonra özgün değil, belirli düşünce konstrüksiyonları üzerinden devam ettirdiğini belirtiyorsunuz. Peki bu belirli düşünce konstrüksiyonları nelerdir ve egemen mimari bu değerlere neden bu kadar önem atfeder?
İktidar deyince öncelikle siyasal iktidar akla geliyor, ama tüm düşünce alanları kendi özgül iktidarlarını kurarlar. Onlar bazen siyasal iktidarlardan daha güçlü olurlar. Bilimlerin bile kendi iktidarlarından konuşabiliriz. Bu tür iktidarlar dünyayı nasıl algılayıp değerlendireceğimizi koşullandırırlar. Mühendisin bilimsel içerikli iktidar alanı dünyadaki her şeyi matematiksel, fiziksel verilerle düşünmeye yol açar. Mimar tüm dünyayı planlama iktidarıyla dönüştürülebilir bir boş zemin olarak ele alır. Dindar için her mesele doğru ve samimi inançla tanımlıdır. Tarihçi her konuyu historiyografik bir çözümlemeye tabi tutabileceğine inanır. Asker için emir-komuta zinciri her meseleyi çözmeye yeter. İşte bu gibi düşünce konstrüksiyonlarını mimarlık da dahil her alanda eleştirel bir irdelemeye konu yapmaksızın, daha nüanslı ve sakin yorumlar yapma şansımız olmaz. Kendi iktidar alanını sorunlaştırmayanlar kaçınılmaz olarak bilinçli veya bilinçsiz dikta üretirler. Çünkü oradan bakarak her meseleyi çözdükleri vehmine kapılırlar. O özgül iktidar bölgesinden bakınca başka perspektifler görülmez olur. Üstelik, her düşünsel iktidar daima totolojiktir. Daima kendi kendisini doğrular. Böyle bir inançla donanmış birisiyle konuşmanın, diyalog kurmanın olanağı yoktur. Derdim, benim alanım olan mimarlık da dahil her alanda iktidarları sorunlaştırmak, eleştirel bir yaklaşımla tahrip etmektir.

“Anarşi”, aslında bizim mimari alanında duymaya alışkın olduğumuz bir kelime değil, ancak sizin bu değerli çalışmanızla birlikte çok daha derinlikli bir anlam dünyasının parçası hâline geliyor. Peki sizin için mimaride anarşi ne demek?
Anarşi terimiyle kastettiğim, içinde varlık kazandığımız epistemik tahakkümden uzaklaşmak için çalışmak, onu yıkmak gereğinden ibaret. O epistemik tahakküme boyun eğmek yerine, onunla didişmek gerekiyor. Siyaset kuramındaki anarşiye benzerliği, özgürleşmek ve kendi potansiyellerimizi kullanabilmek için iktidar tahakkümünden kurtulma ihtiyacını gündeme getirmekle sınırlı. Yoksa Kropotkin’le bundan başka hiçbir düşünsel yakınlığım yok.
Mimar ile siyasal otorite arasında kurduğunuz, kökü “dikta” anlayışına dayanan düşünceler kitabın bir başka önemli meselesi olarak karşımıza çıkıyor. Burada temel zemin şüphesiz her şeyin tek bir tasarımcının elinden çıkması gerektiğine dair inanç. Peki bu noktada mimarlığı söz konusu otoriteden kurtarmanın yolları nelerdir? Mimarlık anlayışı nasıl daha özgür bir hâle getirilebilir?
Öncelikle mimarlığın başka toplumsal pratiklerden daha güçlü ve önemli olduğu fikrini unutmayı öneriyorum. Mimarlık dünyayı cennet kılmanın araçlarından biri değildir. Mimarsa mimari iktidarını kullanarak dünyaya mükemmel bir düzen veren bir özne değildir. Sayısız toplumsal aktörden sadece biridir. Ona sahip olmadığı bir güç ve iktidar atfetmek olsa olsa başka alanlarda da geçerli dikta özlemlerine meşruiyet kazandırmayı sağlar. Fiziksel çevreyi kendi mimari iktidarıyla cennet kılmak mümkünse, siyasette, ekonomide, inançta da bu tür bir iktidar mümkün diye düşünmeye imkân verir. Oysa ne mimarlıkta, ne de siyasette tekil öznenin otoritesi bunu yapabilir. Ancak, bunun mümkün olduğuna inanıyorsak, kendimizi her tür diktaya teslim etmişiz demektir. Bu tür bir diktayı özlüyor ve olumluyoruz demektir. Peki, buna nasıl karşı çıkılabilir? Mimarlıkta ve her alanda tek doğru yol ve doğruyu bilen tekil özne fikrini unutarak kuşkusuz. Toplumsallığın -ki mimarlık da toplumsallıktır- kaotik olduğunu, çelişkilerle dolu olduğunu, çatışmalar ürettiğini, kimlik bütünlüğü gösterecek ülkeler, kentler ve mimarlıkların mümkün olmadığını fark etmek dışında bir karşı çıkış imkânı yok. Kitapta Simmel’in toplumu kuran dinamiklerden birinin çatışma olduğuna işaret ettiğini anlatıyorum. Çatışmasız, çelişkisiz, tek sesli bir fiziksel, toplumsal ve siyasal çevre düşlemek diktaya giden yolu döşer. Mimarlık düşüncesi bu yola yeni taşlar döşememelidir. Eski Mardin, Safranbolu, San Gimignano gibi tekil kimlikli ve mutlak uyum içinde kentler özlemek bu tür taşların başında geliyor. Onlar artık mümkün değil. Kaldı ki, onların öyle olduğunu da sadece haklarında az şey bildiğimiz için, içerdikleri çelişkileri çoktan unuttuğumuz için tahayyül ediyoruz. Tekil mimari, kentsel ve toplumsal kimlik özlemi, nostaljisi dünyayı yeniden öyle kılmak için dayatmalar üretir. O dayatmalara haklılık kazandırmaya yarar.
Metropoller etrafında şehir anlayışıyla birlikte birçok şey değişti ve sistem âdeta yeniden tasarlandı. Bu noktadan hareketle, modern dünyada mimarların ve tasarımların konumu da değişti. Tüm bu süreç boyunca metropoller/şehirler ve mimarlar birbirlerini nasıl besledi ve değiştirdi?
Yüzyıllar boyunca mimarlık işi öncelikle kentlerde yapılan bir işti. Kırsal kesim mimarlığı öncelikle halk mimarlığı kapsamında değerlendirilebilirdi. Kırsalda mimarlık hizmeti yoktu. Halk mimarlığı bir mimarsız mimarlıktı. Moderniteyle birlikte dünyanın her yerinde ve Türkiye’de halk mimarlık geleneği tasfiye edildi. Çünkü kırsallık tasfiye edildi. Türkiye bugün resmi istatistiklere göre nüfusunun neredeyse %90’ı kentsel alanda yaşayan bir ülke. Her yerde olduğu gibi burada da dünya bir yandan tümüyle kentlileşiyor, öte yandan da kentlilerin çok büyük ağırlığı artık metropoliten ortamlarda barınıyor. Bu, geçmiştekinin aksine, tüm fiziksel çevrenin örgün mimarlık hizmetinden yararlanmaya başlaması demek. Bugün eskisiyle kıyaslanmaz sayıda mimara ihtiyaç var. Dolayısıyla, geçmişte mimarlık elitist bir iş ve mimar elit bir meslek erbabıydı. Bugün mimarlık pratiği ve mesleği kitlesel bir boyut edindi. 20. yüzyıl başında bile İstanbul’da aynı anda toplam 200 kadar mimar çalışırken, bugün Türkiye’de yaklaşık 50.000, İstanbul’da 30.000 kadar mimar var. Bunun anlamı şu: Mimarlığın artık tanımı, düşünsel yaklaşımları, pratiği, toplumsal rolü, eğitimi eskisinden tümüyle farklı. O farklılaşmaya uyum göstermek için bocaladığımız rahatça söylenebilir. Kitap böylesi bocalamalardan sıyrılmayı öneriyor.

Mimari alanda “taklit”, özellikle son yıllarda Türkiye’de de sık sık gündeme gelen konulardan birisi. Birçok mimar bunu kökü geçmişte yatan ve tasarımlarını güçlendiren bir unsur olarak lanse etmekten hoşlanıyor. Oysa içerik anlamında öne sürdükleri yenilikler tartışmaya açık. Sizin için mimaride taklidin karşılığı nedir? Taklit olmadan geçmişe bağlanılamaz mı veya geçmişe bir atıfta bulunmak şart mıdır?
Mimarlıkta geçmişe atıfta bulunmak bir zorunluluk değil. Ancak, geçmişle ilişkimiz koparılabilir bir ilişki değil. Her yeniyi eskiden düşünülmüş, yaşanmış ve yapılmış olanlar sayesinde üretiriz. Zihnimizi önceden edindiğimiz bilgilerden ve deneyimlerden boşaltarak düşünmek mümkün değil. Sıfır kilometreye getirilmiş zihin boş zihindir ve mümkün de değildir. Çok kullandığım ukala bir ifadeyle, epistemik bir vakumda düşünemeyiz. Bildiklerimiz sayesinde düşünüyoruz. Fakat sandığımızın aksine, bildiklerimizi sadece yinelemek suretiyle düşünmüyoruz. Bildiklerimizi sorunsallaştırırsak düşünebiliriz. Geçmişe ait bilgiler onları çarpıtarak, bilinçli olarak eleştirerek, bilinenlerle “itişerek” davranmamız sayesinde yeni bilgiler üretmemize imkân verir. Bunu söyledikten sonra Türkiye’de yaygın olan eski mimarlıklara benzer yapılar tasarlama anlayışını olumlu bulduğum anlamı çıkmasın. Bir toplumun kendi tarihsel mimarlığına benzer yeni yapılar inşa etmesi kendi güncel özdeğerliliğinden kuşku duyması demektir. Eskiyi özlemek, bugünkü ortamda başarısız olunduğu endişesiyle hırpalanmak demektir. Güncel ortamın reel koşullarıyla başetmeyi becerememek demektir. Bugünden korkmak ve tarihe kaçmak demektir. Türkiye’de çok yaygın bir toplumsal ruh hali bu.
Ancak taklit sadece geçmişe öykünmekle eşanlamlı değil. Bugün de sürekli taklit ediyoruz. Yanlış anlaşılmasın yalnız Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde taklit ediyoruz. Taklit bir öğrenme pratiğidir. Dilimizi bile öyle öğreniriz. Gabriel Tarde adlı bir Fransız toplumbilimci taklidin toplumsal anlamını ve olağanlığını neredeyse 150 yıl önce anlatmıştı. Öğrenmenin bu güncel taklit dinamiğini biz Türkiye’de hep aşağıladık. Batı’dan aktarmacılık yapmak diye yorumlamanın ideolojisini geliştirdik. Sanki yeni düşünceler, pratikler, teknikler, nesneler başkalarından öğrenilmeksizin yoktan varedilebilirmiş gibi çocuksu bir inanç yarattık. Herkesin herkesten sürekli öğrendiği gerçeğine ikna olmamız ve bu “öteki”nden taklit etme korkusunu artık unutmamız gerekiyor.
“Biçimi Değil Süreci Tasarlamak”, kitabın en özel bölümlerinden birisi. Zira belirttiğiniz gibi her şeyden önce ortaya tasarlanmış bir süreç koymak, söz konusu çalışmaya dair bambaşka perspektifler geliştirilmesini de beraberinde getiriyor. Bir mimar için süreç nasıl tasarlanır ve bu yönetim, en iyi şekilde nasıl sağlanır?
Biçimi değil süreci tasarlamak meselesi dijital mecraların mimarlık alanında egemenlik kuruşuyla birlikte gündeme geldi. Teknik uzanımı hakkında hiç konuşmayacağım. Hem iyi bildiğim, hem de doğrudan içinde olduğum bir konu değil. Ama, öncelikle mimarlık öğretimi alanındaki dijital devrime değinmek isterim. Alışılagelmiş ya da geleneksel çizim-tasarlama tekniklerinin en yumuşatılmış anlatımla rakipsiz olmaktan çıktığı aşikâr. Ne var ki, mimarlık öğretimi yapanlar arasında analog dünyanın ölmediği inancı yaygın. Önce gelenekseli öğretelim, dijitali de zaten öğretiriz biçiminde bir yaklaşımın varlığını biliyorum ve ona kuşkuyla yaklaşıyorum. Tekniklerin mimari tasarıma yardımcı araçlar olduğu şeklindeki inanışın hiçbir çağda ve yerde geçerli olmadığı kesin. Teknik ve teknolojiler doğrudan doğruya düşünme ve yapma biçimlerini geri dönüşsüz olarak değiştirirler. Tabii ki ölmezler. Ancak, artık ortamda başat olmaktan çıkar ve kendi özgül ceplerine sığınırlar. Matbaa elyazması kitabın düşünce dünyasını yıktı. Marshal McLuhan basım teknolojisinin düşünce süreçlerimizi nasıl radikal biçimde dönüştürdüğünü anlatalı 70 yıl oldu. Ama hala tabii ki el yazısını kullanıyoruz. Ne var ki mektup yazmıyoruz. Uzun özenli mektuplar yazarak kimse artık ilan-ı aşk etmiyor. Bir dizi kopuk ardışık ifadenin sosyal medyada sıralanmasına dayanan farklı bir duygusal ilişki evreni yaratıldı. Öte yandan, örneğin, perspektif onu kullanmaksızın tasarlama imkanını yok etti. Bambaşka bir mimarlık yapmaya giden yolu açtı. Tasarı geometri tasarım ve çizimi eskisi gibi yapılamaz hale getirdi. Eskiden gündelik pratikler içinde el yordamıyla çözülen geometrik sorunları önce ayrıntılı olarak çizip tasarlamayı sağladı. Bunların hiçbiri işleri kolaylaştırmadı. Emek miktarını azaltmadı. Aksine önceden bilmediğimiz külfetler de üretti. Dijital devrim de bunu yapıyor. Geleneksel yaklaşımın önce zihnen kurarız, sonra planlar, tasarlarız, sonra mühendislik pratikleriyle hesaplarız ve nihayet inşa ederiz şeklindeki hiyerarşik, sıradizimli çalışma mantığı dijital devrimle birlikte açıkça yıkıldı. Dolayısıyla, mimarlık artık çok daha karmaşık ve eşzamanlı yürütülen farklı pratiklerin bir tür koreografisi haline geldi. Mimarın güncel görevi bu farklı pratiklerin içiçe geçmiş olduğu süreçleri tasarlama işine doğru evrildi. Dijital öncesi dünyada bu iş yürütme süreçleri zaten besbelliydi. Her özel durumda yeniden tasarlanmaları gerekmezdi. Bugün gerekiyor. Kabaca bu değişimin tanımladığı bir mimarlık dünyasında yaşıyor ve çalışıyoruz.

Mimarlığı pratik, kuram, tarih ve eleştiri üzerinden bambaşka bir şekilde ele alıyor ve bu anlamda farklı disiplinlerden alabildiğine yararlanıyorsunuz. Peki tüm bu ilişkiler ağı kurulurken temel çıkış noktanız ne oldu? Farklı disiplinler, mimarlık için ne söyler?
Mimarlık her şeyden önce toplumsallıktır. Toplumsallık ve de mimarlık sanatsal pratiklerle de kurulur, taşla betonla da kurulur, siyasetle de, endüstriyle de, mühendislikle de, gündelik beslenme rejimimizle de, geleneklerle de… Her pratik ve düşünce başka pratik ve düşüncelerin de paylaştığı bir ortak zeminde varlık kazanır. O yüzden, mimarlığı sadece ve katıksız bir mimari zeminde üretmenin ve tartışmanın yolu yok. Hiçbir toplumsal pratik için bu imkân yok. Dolayısıyla disiplinlerarasılık bir tercih değil. Bir zorunluluk.
Bir önceki soruya paralel olarak; Foucault’nun iktidar eleştirilerinden Simmel’in toplumbilimsel öngörülerine, Nedim’in şiirlerindeki gözlemlerden Nietzsche’nin felsefi argümanları ve Dostoyevski’nin edebi tespitlerine kadar birçok farklı isimden/çalışmadan yararlanıyorsunuz. Bu noktada mimarlığın diğer disiplinlerle ilişkisini ve bu ilişkinin söz konusu disiplinleri nasıl beslediğinden bahsedebilir misiniz?
Mimarlığın farklı disiplinlerden beslendiği şeklinde bir açıklama yapmaktan kaçınırım. Mimarlık-dışı disiplinler mimarlığın yardımcıları değil. Dolayısıyla, mimarlık kavrayışımızın yapılara ve kentlere, en genelde mimarlık ürünlerine bakarak, gözlem yaparak biçimlenmediğini, ama söylemlerle inşa edildiğini fark etmek zorundayız. Tüm söylemler mimarlık diye bildiğimiz olguları kavramamızın asli araçlarıdır. Mimarlık taşla, betonla olmaktan çok söylemlerle kuruluyor. Dünyayı ve fiziksel çevremizi edebi metinler, romanlar, şiirler, sosyolojik analizler, hukuki, dinsel, psişik anlatılar, siyasal etkinlikler, ideolojiler vs. aracılığıyla “görürüz”. Çıplak göz dünyayı anlamamız için yeterli bir araç değil. Örneğin, Simmel okuyarak metropol yaşamının nasıl biçimlendiğini anlamak tabii ki metropolde sadece yaşamak suretiyle anlamamıza kıyasla çok daha verimlidir. Başka bir örnek vereyim: Bulvar, tanımı gereği iki tarafı ağaçlı geniş bir caddedir. Ama Baudelaire ve Benjamin okuyunca onların ürettiği “flaneur” kavramı sayesinde bambaşka ve çok daha zengin bir bulvar mekanı kavrayışına ulaşırız. Bu kavrayış bir kent planını incelemekle de başka bir içerik kazanır. Veya August Endell’in sözünü ettiği metropoliten gürültü ve kaos da o içeriğe başka katkılar yapar. O zaman metropol kargaşası artık yalnız rahatsız edici olmaktan çıkar, modern dünyayı kuran kaotik estetiğin bir bileşeni olur. Ya da bulvar yaşamını resmeden bir empresyonist resim de bu içerik girdilerine başka bir katkı yapar. Veya Lale Devri mimarlığını anlamak için bence dönemin yapılarından fazla Nedim’in şiirleri fikir verir. Ancak o zaman o yapıların hangi estetik kaygılarla ilişkili olduğunu anlama şansı doğar. Kısacası, mimarlık konuşmaz. Onu söylemler, anlatılar, resim ve fotoğraf gibi temsiller, metinler konuşturur.
“Tüm çağların mimarlıkları kent ölçeğinde ve her bir yapı özelinde karmakarışık bir zamanötesi bütün oluştururlar,” diyorsunuz. Günümüz mimarlık anlayışında bu “zamanötesi yapı”nın karşılığı nedir?
Kentin zamanötesi karmaşık bir bütün oluşturması hiçbir kentin tek bir çağa, kimliğe, geleneğe, ulusa veya inanca ait olmadığı anlamına geliyor. İstesek de istemesek de, içinde yaşanmak durumunda olunan yüzlerce yıllık bir mirastır kenti vareden. Bununla sadece kentin içerdiği mimarlık stoğunun önceki çağların yapılarıyla tanımlı olduğunu söylemiyorum. Tarihselliğin, çoğul-zamansallığın yapılardan fazlasını içerdiğini anlatmak amacındayım. Kentleri sürekli yenilediğimizi, tarihselliğini sildiğimizi sanabiliriz. Ne var ki, biz bu gerçeği bilmesek bile, bir kenti o kent kılan herşey geçmişten kökenlenir. Ankara’ya Ankyra, Antalya’ya Attaleia denmesinden nefret etsek de, birincinin kökeni Hititlere kadar, ikincininki Antik Yunan dünyasına kadar uzanır. Bugünkü adları o kökenler varetti. Artık tanınabilirliğini yitirmiş böyle çok ad var. İstanbul adının da böyle olduğu bilinen bir gerçek. Sadece adlar da değil, kent mekânı o eski çağlardan tek bir mimari iz kalmasa da, tarihsel geçmişini yapısında barındırır. Örneğin, İstanbul’da Aksaray’dan Cerrahpaşa ve Yedikule’ye uzanan cadde Bizans döneminden kalan böyle bir miras. Üzerinde bugün tek bir Bizans yapısının varlığını fark etmesek de o cadde bizi Bizans’ın tarihselliğine de bağlıyor. Kentin bu çoğul-zamansallığının farkına varmak gerekiyor. Yani, tarihe bakıp orada kendimizin öz malımız bildiğimiz bazı parçaları alıp ötekileri es geçmemiz mümkün değil. Bilmesek ve sevmesek de tarihsellik ve çoğul-zamansallık kaçınılmazdır. Zamanötesi bir mekânda yaşayan, ancak kendi güncel zamansallığını ebedi sanan insanlarız. Özellikle Türkiye böyle.
Yeryüzünde tek seferde yoktan var edilen ve öyle de kalan, yani tek bir zaman aralığına “yapışık” bir kent ve mimarlık ve toplum yok. Kenti, hatta toplumu sıfırdan başlayarak planlayıp kursak da onu içinde konumlandığımız tarihsel miras sayesinde inşa ederiz. Planlama irademiz ve tekniklerimiz de tarihseldir. Kent dün inşa edilmiş olsa da onu var eden bilgi birikimi yüzlerce yıllıktır ve melezdir. Kaldı ki, daha kurmaya başladığımızda o planlama irademiz toplumsal aktörlerin eylemleriyle sürekli değişir, melezlenir. Günümüzde bunun bilincine varmak mimarlıkta ve kentte tekil bir kimlik ve tek doğru yol arama çabalarını bırakmayı sağlar. Bitimsizce melezlenen bir fiziksel ortamda, bitimsiz melezlenmelerin ürünü olan melez varlıklarız. Mimarlık bu melezliği dikkate alarak yapılırsa üretken olur. Melezliği tasfiye etmeye yönelik her mimari, siyasal, düşünsel çaba düpedüz intihar etmektir. Çok genelleyerek şöyle bir nihai yargı vereyim: Ne sadece Türküz, ne sadece Müslümanız, ne sadece Ortadoğuluyuz, ne sadece Avrupalıyız, ne sadece moderniz. Yalnızca biz değil, herkes, her toplum, her özne böyle. Mimarlığımız, kentlerimiz, kimliğimiz de her şeyiyle aynen böyle. Bu bilinçle tasarlamak, planlamak, kültürel etkinlikte bulunmak zorundayız. Ne yazık ki, sürekli bunu inkâr etmek için uğraşıp duruyoruz.
Dünden bugüne değişen estetik anlayışına paralel olarak öngörülen şehir düzeni ve yerel planlamalar da büyük farklılar göstermeye başladı. Onca değişimle birlikte şüphesiz mimarlığın tanımında ve bir mimardan beklentilerde de değişiklikler meydana geldi. Peki sizin için geleceğin mimarı kimdir? Bu konuda nasıl bir tanımlama ve gelişim çizgisinden söz edebiliriz?
Geleceğin mimarı ve mimarlığı nasıl olacak hakkında konuşmaktan kaçınırım. Gelecekten konuşmak söz konusu olduğunda çok sevdiğim bir Keynes alıntısını kullanırım: “Geleceğe ilişkin kesinlikle bildiğim tek şey” demiş, “o sırada hepimizin ölmüş olacağı”.
Abdullah Ezik ve Fikriye Yücesoy’un Sanat Kritik söyleşileri kapsamında Uğur Tanyeli ile yaptığı söyleşinin kaydını buradan izleyebilirsiniz: