
Aynur Kulak
Semih Öztürk’ün ikinci öykü kitabı Telaş Bandosu iki zaman arasında sıkışıp kalmış insanların hayallerini yeniden canlandıran yapısıyla geçmiş dönemlerde ve şimdiki zamanda yaşayan karakterlerin hikâyelerini hayatın içine yeni sesleriyle dahil ediyor. Öykülerin ana izleğindeki bu yapı bizi bir bandoda farklı enstrümanlar olsa da sonuç itibariyle tek bir sesin ortaya çıkması gibi bir bütüne ulaştırıyor ve Telaş Bandosu’nun ismine müsemma öyküleri okumamız sağlanıyor. Semih Öztürk ile Telaş Bandosu odağında gerçekleştirdiğimiz söyleşi için buyurun lütfen.
Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü mezunsunuz. Edebiyat ile olan ilişkinizi etkiledi mi bu bölümde okumak? Yoksa zaten edebiyat hayatımda hep vardı ve bu bölümde okumak biraz daha itici güç oldu benim için mi dersiniz?
Okumak ve yazmaya çalışmak hayatımda her zaman vardı. Hatta yazıdan önce resim yapma uğraşı çok daha baskındı. Hayalini kurduğum şeyleri renkli ve somut olarak görmek istiyordum sanırım. Zaman ilerledikçe yazarak anlatmaya başladım. Bu süreci net olarak hatırlamıyorum aslında. Çocukluk ve ilk gençlik yılları iç içe geçiyor. Devam eden süreçte yazının ve anlatılmak istenenin çeşitli alanlardan beslenmesi devreye giriyor. Haliyle edebiyat okuru/yazarı olma süreci devam sürekli ediyor benim için. Bu açıdan bakınca üniversitede aldığım eğitiminde katkısı olduğunu söylemek mümkün. Mutlaka beslediği, çoğalttığı ya da doğru bildiğim yanlışları azalttığı olmuştur. Ancak en temel ve asıl itici gücün merak olduğunu söyleyebilirim.

Telaş Bandosu ikinci öykü kitabınız. Kitap içerisindeki öyküleri yazma meseleniz, sebepleriniz neydi? Telaş Bandosu’ndaki öykülerin ilk öykü kitabınızdan farkının ne olmasını istediniz?
Yazma meselem merak ve hayalden öteye geçmedi şimdiye kadar. Basit ve kendi halinde öyküler yazmaya çalışıyorum.
Telaş Bandosu’ndaki öykülerimin ilk kitabımdan farklı bir dünyaya sahip olmasını istedim. Kendimi tekrar etmeden, sakince, gürültü yapmadan. Oradan uzaklaşmaya, yeni yollardan geçmeye, başka karakterlerle tanışmaya ve görece daha yeni sesleri ortaya çıkarmaya gayret ettim. Çünkü yazının sağladığı imkânlar kurgunun yaşam alanını da büyük oranda etkiliyor. Genişletmek ya da daraltmak anlatıcının elinde. Ben de elimden geldiğinde bu alanı genişletmeye çalıştım.
“Agoşan” öykünüzden şu alıntıyı yapacağım: “Üstelik içinde iki zaman arasında sıkışıp kalmış insanlar olan bir hayal.” (Sayfa 26) Kitabın ilk dört öyküsünü hakikaten tam da böyle bir anlatı-kurgu ile okuyoruz. Dönemsel bazda yazılmış fakat anlatılan hikâyelerdeki olayların olağanüstü hayallerle kaplı olmasından dolayı sıkışmışlığı da çok iyi hissettiğimiz öyküleri neden dönemsel bazda yazmak istediniz?
Beş yıldır Üsküdar’da yaşıyorum. Pandemi kapanmasıyla birlikte evden çalışma sistemine geçtiğimiz dönemde yaşadığım semtle düşündüğüm kadar yakın olmadığımı hissettim. Daha doğrusu her gün içinden geçtiğim parkı, yürüyüş yaptığım sahili ve daha pek çok detayı evden çıkmanın saatlerle kısıtlandığı bir dönemde merak ettim ve özledim. Daha doğrusu kıymetini anladım. Bu merak ve özlem hissi öykülerdeki ana mekânı ve karakterleri etkiledi aslında. Önce oraya baktım. Biraz da Üsküdar’ın diğer semtlerden ayrılan bir hissi olduğunu düşündüğüm için peşine takıldım. Sakinliği, kendi halinde oluşu, durağanlığı. Üsküdar romantizmi yapmak istemem elbette ama söz konusu yoğunluğu kendi içimde yorumlamaya çalıştım diyebilirim.
İşaret ettiğiniz zaman yapısı dünle bugün arasındaki boşluğun ve tanımsızlığın sonucunda ortaya çıktı. Anlatılan karakterler bugün artık aramızda yoklar. Haliyle kendilerini savunamaz, yeni bir söz söyleyemezler. Bu durumu takip ederek geldiğim nokta aslında onların birbirleriyle olan tanışıklığını mümkün kılan asıl mesele bana göre. Sıkışma halini bozmak, yeniden yorumlamak ve kişisel bir merakın etrafında örmek istedim.
İlk dört öykünün genel yapısından sonra karakterlerini de konuşmak isterim. Çünkü birbirlerine el veren, yer yer çok belli ama yer yer de belirsiz bir şekilde birbirinin hayatlarına dokunan karakterler var. Belki de çok bilinçli yapmadınız fakat ilk dört öyküdeki bütünlük duygusu bundan kaynaklı olabilir mi, ne dersiniz?
Evet, söz konusu öyküler mekân ve zaman olarak birbirine çok yakın duruyorlar. Mahalleden tanışıklık ya da komşuluk olarak da ifade edebiliriz. Haliyle iç içe geçmiş olmaları baskın olarak hissedilebiliyor. Yukarıda bahsettiğim durumdan bağımsız değil aslında bu yapı. Üsküdar ile ve çevresiyle iç içe geçen karakterlerin aynı zaman diliminde farklı hayatlar yaşaması da kişisel merakımın ve kurgunun açtığı alanın bir parçası.
“Gazella Gazella” ile birlikte yapıları ilk dördünden önemli farklarla ayrılan son dört öyküye geçiyoruz. İlk dört öykünün aksine burada birbirlerine el verir bir yapıları da yok üstelik. Bu son öyküler farklı bir zaman diliminde mi yazıldı? Ya da farklı bir ruh hali mi mevzu bahisti?
Öykülerin hepsi aynı zaman diliminde yazıldı. Ruh halimin durumunu ise pek hatırlamıyorum aslında. Heyecanlı olabilirim. Ancak sorunuzu bando imgesi üzerinden düşünecek olursak, icra edilen parçanın duygusal olarak değiştiği, araya farklı enstrümanların girdiği, belki dinleyicilerin de vokale eşlik etmeye çalıştığı bir süreç ile bu durumu açıklayabiliriz. Çünkü öykülerin hepsini müzik gibi kurmaya çalıştım. İnişler, çıkışlar, düşüşler ve yükselişlerle bir bütünü dönüştürme çabasıyla ortaya çıktı her biri.

Kitaba da ismini veren Telaş Bandosu telaşlı ama hüzünlü de bir öykü. Daha naif bir yerden yaklaşıp, anlatmak istemişsiniz. Ve belki de bu naif anlatım seçiminizden dolayı yaşanan telaşları, hayalleri, istekleri, arzuları çocuksu bir taraftan hissediyor gibiyiz, ne dersiniz?
Telaş Bandosu öyküsündeki karakterlerin pek çok şeyi kabullenmiş olduğunu düşünüyorum. Hatta bana komik gelen tarafları da var aynı zamanda. Ne olduklarını, mevcut durumlarını biliyoruz. Ancak onların kendi gerçekliği bizim bildiklerimizin çok dışında. Orada kurulan dünyadan ses çıkarmaya çalışıyorlar. İnandıkları, güvendikleri ve düşündükleri her şey buna hizmet ediyor. Çocuksu tarafları da buradan geliyor diyebiliriz. Çünkü yitirdikleri akıl ve “normal yaşam” onlar için farklı bir mücadele alanı demek. Sorumlulukları yok, bizden daha özgürler.
“İstasyon”dan bahsetmeden geçmek istemem zira hem eğitimini aldığınız sahne sanatlarının etkisi var burada, hem de öykü içinde öykü okuyormuşuz hissiyatı…
Üniversite hayatım boyunca pek çok kısa oyun yazdım. Ancak hocalarım ısrarla “Bunlar oyun değil, öykü” dediler. Onların istediği gibi bir oyun yazamadım şimdiye kadar. Ne zaman sahne için bir karakter düşünsem ve kurgulasam öyküye dönüştü. Telaş Bandosu’nu yazdığım dönemde nedense içimden oyun yazmak da geliyordu. Böylece hem sahnede geçen hem de oyun içinde oyuna davet eden “İstasyon” ortaya çıktı. Umarım sevgili hocalarım bu öykümü okurlar.
Öykülere el veren, onların içinden gelip geçen hayvanlar var. Onlar öykülerin içinde belirince insanlar olarak hayvanların hayatında yer almamızı düşünmeden edemiyoruz…
Yeryüzünün sahibi değiliz ama öyleymiş gibi davranıyoruz. İnsanlık olarak doğadaki ve dünyadaki yağma konusunda rakipsiz olduğumuzu düşünüyorum. Ancak burası bize ait değil. Başka hayatları ve geleceği hiçe sayıp yıkım üstüne yıkım yapıyoruz. Hayvanların öyküler içinde gezinmesinin temel sebebi bu. Hayatımızın ortasındalar ve onların da söyleyecek sözü var. Öykülerde karşımıza çıkan hayvanlar aslında Telaş Bandosu’nun en kadim üyeleri.
Yenilenen dünya düzeninde edebiyat da yenilenecek mi? Önümüzdeki dönemlerde nasıl hikâyeler okuruz sizce?
Mutlaka yenilenecektir. Yakın tarihimizde bunun pek çok örneği var. Ancak önümüzdeki dönem için bir şeyler söylemek benim için zor. Dönüşümün olduğu yerde öngörüde bulunmak pek sağlıklı olmaz sanırım. Tek dileğim kalıcı metinlerin yazılması.