Rugül Serbest: “En önemli malzemem, kendi bedenim.”

melikesonmezer@sanatkritik.com

Sanatçı Rugül Serbest ile son sergisi “Gözlerime Gülümserken Öylece Ölsen” (Resimli Kalp Anatomisi) üzerine konuştuk.

Rugül, sohbete serginin başlığıyla başlamak istiyorum. Oldukça çarpıcı bir isim. Hem aşkı hem de aşka rağmen bir vedayı çağrıştırıyor. “Gözlerime Gülümserken Öylece Ölsen” (Resimli Kalp Anatomisi) başlığının hikâyesi nedir?

Sergimin küratörü Taner Ceylan’ın fikriydi. Bir gün sergi üzerine konuşurken “seni seviyorum ve senden nefret ediyorum” serginin ismi böyle bir şey olmalı dedim Taner’e ve birkaç hafta sonra serginin şimdiki ismiyle geldi bana. Çok heyecanlanmıştım. Arkadaşlarının Echo adlı müzik grubunun bir şarkısının sözlerinden esinlenerek bulduğu “Gözlerime Gülümserken Öylece Ölsen” tam da hissettiğim duyguları karşılıyordu. Hem aşkı hem nefreti barındıran bir cümle, aşığının gözlerinin içine bakarken ölmesini isteyecek kadar da acımasız, sert bir cümle. Bazen hissettiğimiz duygular bize o kadar acı verir ki buna bir son vermek isteriz ya da karşı tarafın bir son vermesini isteriz. Ama sevdiğimiz insanın sevdiği son kişi olmayı dileriz bencilce. Alt başlık “Resimli Kalp Anatomisi”. Bu sergide aşkı, bir cerrah edasıyla ele alıp delik deşik edip parçaladığımız için koyduk. Cümlede hafif bir çocuksuluk, naiflik var, biraz da esprili bir cümle olduğu için bizim çok hoşumuza gitti.

Slogan, pastel tonlarda çiçeklerle yazılmış. İlk bakışta bir çizgi film sahnesi gibi neşeli, huzurlu bir his yaratıyor. Ancak cümle oldukça sarsıcı. Bu kontrastı yaratma fikri nasıl doğdu? Seramikte renk ve çiçeklerle bunu yansıtmak nasıl bir süreçti?

Yaklaşık 2019’dan beri seramikle işler üretiyorum ve Taner Ceylan bu serginin ismini yazıya dönüştürme fikriyle geldiğinde bunu seramikle yapmaya karar verdim. Bunu nasıl yapacağımız konusunda ise Taner’le konuşurken, bu sert cümleyi romantizme etmek istedik. O sert ve şiddet içeren cümleyi çiçeklerin arkasına gizlemek istedik. Anime çizgi filmlerinin, Şeker Kız Candy’in girişindeki o uçuşan çiçekler gibi romantik bir yazı hayal ettik ve bu etkiyi verdiğini söylemen çok hoşuma gitti. Hayal ettiğimiz şey tam da buydu. Seramikle işler üretiyordum ancak bu kadar detaylı bir iş yapmamıştım. Gerçekten çok zorlayıcı bir işti ve çok mesai harcadık. Seramikçi arkadaşım Hanife Buğurcu ve onun muhteşem ekibi ile iki ay gibi kısa bir sürede ortaya şahane bir iş çıkardık.

Serginin küratörlüğünü Taner Ceylan üstlenmiş. Bu yolculukta onunla çalışmak nasıldı? Ortaya çıkan iş birliği süreci neleri değiştirdi ya da besledi?

Taner Ceylan benim için bir küratör değil, bir mentor, bir dost aynı zamanda. Klasik bir küratör sanatçı ilişkisi gerçekleştirmedik. Taner zaten 2018’den beri hayatımda, onun Olimpos sergilerinin ilkinde yer almıştım. Ne zaman bir şey danışmak istesem her zaman bana yardımcı olmuştur. O zamandan beri zaten diyaloğumuz sürüyordu ve bu serginin küratörü olunca çok mutlu oldum. Çok yoğun bir yıl geçirdik, çok fazla şey paylaştık. Taner bu sergiyi neredeyse benden daha fazla sahiplendi, zaman zaman benden daha fazla heyecanlıydı. Bazen gecenin bir yarısı beni görüntülü arayıp heyecanla aklına gelen fikirleri paylaşıyordu. Bu süreç elbette çok yoğun ve yorucu geçti. Ama Taner ile olduğu için harika bir deneyimdi benim için, ondan çok şey öğrendim, öğreniyorum. Onunla çalışmak tam anlamıyla “aşk” gibiydi.

Galerinin girişinde izleyiciyi karşılayan renk paletleri, çalışmaların birer uzantısı gibi duruyor. Bu detayın arkasındaki düşünce nedir? Her tonun temsil ettiği bir duygu ya da deneyim var mı?

Küratörüm Taner Ceylan “Serginin girişinde senin renklerinden oluşan bir renk paleti karşılasın izleyiciyi,” dedi ve bu iş ortaya çıkmış oldu. Her biri bir kartpostal boyutunda olan tüm resimlerimde kullandığım renk tonlarından oluşan kırk tane çalışma var burada ve her birinin üzerinde kara kalem oto portrelerim yer alıyor. Kara kalemle desenlerini yaptıktan sonra onları yağlı boya ile renklendirdim. Aslında ben bu portreleri birer günlük gibi düşünüyorum, çünkü her birini farklı günlerde yaptığım için aynı görselden yararlansam bile hepsinin çok farklı duygulara sahip olduğunu fark ettim. Elbette bunun üstüne sürdüğüm renkle de ilgili olduğunu düşünüyorum.

Sergi boyunca karşımıza çıkan sinek motifi dikkat çekici. İlk bakışta yabancı ama sergiyi gezerken anlam kazanan bir simgeye dönüşüyor. Sineğin temsiliyeti neyi anlatıyor?

Ben resimlerimde kendi yüzümü ve bedenimi kullanıyorum ancak onları oto portre olarak nitelendirmiyorum. Kendimi sadece bir model olarak ele alıyorum. Bazen bilinçli, bazen de bilinçsiz bir şekilde resimlerime bir canlı olarak giriyorum. Bu bazen bir hayvan, bazen bir böcek, bazen de bir bitki olabiliyor. Bu sefer bir sinek oldum ve bir sinek olarak resimlerdeki aşka tanıklık ettim.

Gotik dönemin ustası Giotto, resmin üstüne boyadığı sineğin ustası tarafından gerçek sanıldığı ve öldürülmeye çalışıldığı söylenir. Vasari’ye ait anekdotta Giotto’nun sineği gerçekçiliğe doğru yönelen Batı resminin Orta Çağ’dan kopuşunu simgeler. Sineğin sanat terminolojisindeki ismi “Musca depicto” Latince “resmedilmiş sinek” anlamına gelir ve sanatçının gerçekliği taklit etme becerisini göstermek için tuvaline sinek figürü yerleştirmesi anlamına gelir. Sanat tarihinde çokça kullanılan sinek farklı anlamlara gelebilir. Kuru kafalarla birlikte kullanıldığında fiziksel bedenin geçiciliğini anlatırken, bir kadının yanında bedensel arzuya gönderme yapar. Sineğin bendeki anlamı ise şöyle: Sinek çürümeye yüz tutmuş, ölmek üzere olan şeylerin üzerinde gezinir. Aşkla ölüm arasında da sıkı ve derin bir ilişki vardır, gerçek bir aşkı deneyimlediğimizde hayatlarımız tehlikedeymiş gibi hislere kapılabiliriz, ölecekmiş gibi hissederiz bazen aşkta da. Ben de aşktan eşsiz bir diyar, bir vaha, bir mabet gibi bir bahsetmeyi çok isterdim ama birilerinin b** ettiği şeyleri severek üstünde dolaşan bir sinek olmayı tercih ettim ve en son kendimi altın bir sineğe dönüştürdüm. Çünkü acı çekmek bizi daha değerli kılar ve acı çekmeyen bir insan da asla kendini keşfedemez.

Pi Artworks’un girişinde dev bir sinek tablosu yer alıyor. Altında yarı saydam bir yapı var. Kendimizi flu şekilde görüyoruz ama sinek oldukça net. Bu, “kendimizle karşılaşamama ama başka bir simgeyle yüzleşme” durumu bilinçli bir tercih mi?

Az önce de söylediğim gibi ben resimlerimi oto portre olarak nitelendirmiyorum. Resmime bakan kişi benimle ilgili değil daha çok kendiyle ilgili bir şeyler görsün istiyorum ama bu altın sinek benim bu sergideki tek oto portrem. Burada insanlar o bulanık aynada her ne kadar kendileriyle yüzleşmeye çalışsalar da yüzleştikleri şey benim oto portrem oluyor.

Aşk, üzerine yıllarca konuşulabilecek bir konu. Sen bunu eserlerinle anlatıyorsun. Peki, senin için aşk nedir? Tanımlanabilir mi, yoksa hep eksik kalan bir duygudan mı bahsediyoruz?

Aşk hakkında ne söylenirse ahkamdır. Öyleki çoğumuz aşktan söz ederken tam olarak neyi kastettiğimizden pek emin değilizdir. “Aşk, dış bir nedenin eşiğinde ortaya çıkan bir iç ürpertisidir.” diyor Spinoza. Benim için aşk, mantıksız sınırları, önüne gelen her engeli hiçe sayışı, iç ürpertici çekici tekinsizliği, ulaşılmaz can sıkıcı arzularıyla görkemli bir kendini yok ediş. Aşk ancak kendi dilinde konuşan tek yönlü bir ağıt, bitmesini istemediğin bir şarkı… Keşke Bedri Rahmi’nin dile getirdiği gibi aşk yalnızca “içimde ısınan bir çakıl taşı olsaydı”. Oysa aşk beni deli eder. Bu tuhaf çekicilik, aşırı ve ulaşılmaz bir romantizm olarak içime çöreklenir. Bedenimin ve ruhumun sınırlarını zorlayan bu lanetle ve asla daha azıyla yetinmek istemeyen kendimle baş etmek zorunda kalırım… Her ne kadar bazen aşkta sevdiğimiz kişiye kendimizi bütünüyle bırakmak istesek de “diz çökmüş bir aşk benim için aşk değildir!”

İşlerinde sürekli karşımıza çıkan bir kadın prototipi var. Bu karakteri birçok yerde tanımladın. Ancak bu temayı sürdürmek sende nasıl bir his yaratıyor? Bu tekrar, bir zorunluluk mu yoksa doğal bir devam mı?

Benim en önemli malzemem “kendi bedenim”. Formu yakalamanın o şeyin kendisi olmakla olabileceğini düşünüyorum. Hissettiğim duygu durumlarını kendi bedenim üzerinden “o” olarak anlatmaya çalışıyorum. Cezanne “ressam gördüklerini içine sindiren kişidir” der. Ben de tüm duyguları kendi içimden geçirerek yansıtmaya çalışıyorum. Hepimiz bir bedene sahip olarak var olduğumuz dünyaya geliyoruz ve bu beden sayesinde de var olduğumuz dünyaya erişebiliyoruz. Bir anlığına da olsa bir başkası olmamız mümkün değil. Ben de resimlerinde bir başkası olarak kendi bedenimin sınırlarını aşmaya çalışıyorum. Bunun başka türlü olabileceğini düşünmüyorum. Bu benim için bir iç zorunluluk gibi bir şey.

Bazı eserlerin adeta birbirinin devamı gibi. Soldaki kadın, sonbahar ya da bir ayrılığı yaşıyor gibi. Sağdaki ise acıyı aşmış, yeniden yeşeriyor. Bu kurgusal süreklilik bilinçli mi?

Bazen, hatta çoğu zaman, neyi neden yaptığımı resim bittikten sonra anlıyorum. Hayatın Dansı” ve “Hayatın Dansı II” mektup yazan ve mektup okuyan olarak birbirini devam eden ikili bir iş. Mektuplaşma sanat tarihinde çok fazla işlenmiştir ve benim de çok sevdiğim bir konu ve kişisel hayatımda da mektup hala kullandığım bir iletişim aracı. Böyle bir resim yapmaya karar verdiğimde, sanat tarihindeki örneklerine baktığımda duvarda yarısı görünen bir tablo asılıydı genelde, ben de bu iki resmi birleştirdiğimde, duvarda asılı birbirini tamamlayan tek bir tablo olsun istedim ve Munch’ın “Hayatın Dansı” resmine karar verdim.  Much’un hayatın dansı resmini kullanmak istedim çünkü Munch’ ta sanat tarihinde aşk ve kıskançlık temalarını çok işleyen bir sanatçı. Bu resminde iki tuval birleşince dans eden bir çift bir araya geliyor.  İki resmi yaparken yan yana ve birleşik asılmak üzere yapmamıştım. Bu resmi yaptıktan sonra sanat tarihi araştırırken şöyle bir bilgiye rastladım Munch’ta sevgilisi ile yaptığı portresini sevgilisiyle kavga edip ayrıldıktan sonra kıskançlık krizine girip testereyle ikiye bölmüş ve şu an o resim British müzede iki resim olarak yan yana sergileniyormuş. Aslında ben de bilmeden Munch’un bir resmini ikiye bölmüş oldum ve tekrar bir araya getirdim. Bu tesadüf benim çok hoşuma gitti.

Tablolarda genellikle hüzünlü kadın yüzleri ve yaralar görüyoruz. Sineğin aşkı temsil ettiğini bildiğimizde, bu aşkın yaralayıcı doğasını mı anlatıyorsun? Aşk, yaralanarak sevmeye devam etmek mi?

Aşkla ölüm arasında derin bir ilişki vardır. Aşk aynı zamanda savaş da olabilir… Aşk şiddetli kavgalar, gerçek acılar, aşılabilen ya da aşılamayan ayrılıklar da içerir. Öznel yaşamın en acılı deneyimlerinden biridir, bunu kabul etmek gerekir… Platon’a göre aşk bir cinnet halidir. Ama ilahi bir cinnet hali. Yani cinnet gibi kontrolsüz, acımasız, ama yok ettiği şey başkaları değil, kişinin kendisidir. Ve Platon’a göre eğer aşka düştüysen kurtulmanın tek yolu, boğulmaktır.

İç içe geçmiş kadın figürlerinin yer aldığı bir tabloda, kadınlar doğayla bütünleşmiş. Senin işlerinde doğa hep önemli bir yerde. Bu sahne bir kadının iç çatışması mı yoksa doğayla barışma süreci mi?

Ben resimlerimde “Bir başkası olmak nasıldır? ” sorusunu sorarken, “Doğada olmak nasıldır? Bir bitki gibi hissetmek nasıldır?” Sorularını da sorduğum bir döneme girmiş “Kendimin Ormanında” isimli kişisel sergim ortaya çıkmıştı. Bu resim de o serinin devamı niteliğinde ama aşkta var içinde… Bitkiler dünyada olmanın en yeğin, en köklü ve en paradigmatik biçimidir. Bitkileri sorgulamak, dünyada olmanın ne demek olduğunu anlamaktır. Burada da dünyada bulunuyorum, bitkilerle çevriliyim, bu dünyayı görüyorum ve ona yabancı değilim… Kısacası ben ve öteki aynı tensel dokuya aitiz. Kimin kimi yaraladığının bir önemi yok.

Serginin bir kokusu var. Ziyaretçide farklı duyusal katmanlar oluşturan bu kokuyu tarif edebilir misin? Neyi çağrıştırmasını istedin?

Aslında serginin kokusu Taner Ceylan’ın bana sürpriziydi. Haberim yoktu böyle bir şeyden ve kokuyu ilk duyduğumdaki hissettiğim duyguyu sana tarif edemem. Taner, koku tasarımcısı Duygu Beşbıçak’a sergiden ve sergideki işlerden bahsetmiş ve ortaya bu koku çıkmış. Gerçekten sergiyle çok bütünleşti ve anlam kazandı.

Bir seramik çalışmanda ise sineğin yanı sıra kırık ayna, üzüm, ekmek, tarak gibi birçok nesne yer alıyor. İlk bakışta bağımsız gibi duran bu öğeler nasıl bir bütünlük kuruyor? Bu masa bize ne anlatıyor?

Marina Abromoviç’in “Rhythm 0” performansına atıfta bulunduğum bir iş bu. Marina’nın bu performansı çok cesur bir performans ve beni hep çok derinden etkilemiştir. Ritm 0’ı aşka çok benzetiyorum ve sergimde o performansa atıfta bulunan bir iş yapmak istedik Taner’le.

Yaptığım Marina Abromoviç masası değil aslında, bu benim masam. Amacım sadece oradaki nesneleri alıp bire birebir yapmak değildi, amacım o nesnelerin çağrıştırdığı duyguya değinmekti. Nesneleri olduğundan işlevsiz hale getirdim ama burada amacım şiddetin önüne geçmek ya da şiddetin nötrlemek de değil, Marina bir noktaya kadar hiç tepki vermiyor, orada insanların kendi vahşetiyle yüzleşmesine izin veriyor. Çünkü bir insan size tamamen teslim olduğunda en kötü ne yapabilirsiniz o insana? Teslimiyet! En savunmasız ve en çıplak halinle kalıyorsun aşkta da. Çünkü aşk birine seni mahvetme yetkisini verip ve bunu kullanmayacağına güvenmektir. Yani amacım oradaki şiddeti ortadan kaldırmak değil, o şiddeti izlerken ben de uyandırdığı duyguları yansıtmaktı. Çünkü her türlü duygu gerekli. Şiddet, korku, kaygı… bunların hepsi doğru kullanıldığında gerekli şeyler. Şiddeti de yadsıyamayız, şiddet de gerekli bazen. Mesela çamuru şekillendirirken de şiddet uyguluyoruz, vura vura şekillendiriyoruz ve 1050 derecelik bir ısıya maruz bırakıyoruz. Bir çamurun seramik haline gelebilmesi için korkunç bir şiddet yaşaması gerekiyor. “ilişki en yoğun çelişkidir” der Oruç Oruoba, aşk kendi içinde çok fazla tezat barındırıyor, seramik de öyle kendi içinde çok tezat barındırıyor. Bu yüzden seramiği seçtim. Çamur ne yaparsan yap yine çamur, şiddet de uygulasan, kurutsan da kırsan da yapıp bozsan da çamur yine çamur. İkinci olarak da kendi içinde yarattığı tezat durumu, plastik haldeyken yani yumuşakken istediğin forma dönüşüp, değişip onun kimliğine bürünebiliyorken, birazcık kurumaya başladığında asileşiyor, piştikten sonra ise müdahale kaldırmıyor ve değiştirmek istesen de daha büyük bir şiddet uygulaman gerekiyor. Tekrar ıslatıp çamur haline getirebiliyorsun asla yok olmuyor. Tıpkı hissettiğimiz duygular gibi… Hayatımıza girip çıkan insanlara karşı hissettiğimiz duygular da öyle hep bir yerlerde kırıntıları kalıyor.

Çalışma ritüelin nedir? Üretim sürecin planlı mıdır yoksa sezgisel mi ilerler?

Boş tuvali izlemek en sevdiğim şeylerden biri. Her resim ilk resmimmiş gibi heyecanlanıyorum ve tüm bildiklerimi unutuyorum. Ne kadar planlı başlasam da sezgisel ilerliyorum. Çoğu zaman resim beni yönlendiriyor ve bu yönlendirmeyi seviyorum ve resmin beni yönlendirmesine izin veriyorum. İlk başta düşündüğüm, hayal ettiğim şeyle çıkan sonuç çoğu zaman bambaşka oluyor.

Resimlerini belirli bir akıma dahil ediyor musun? Yoksa akımlardan bağımsız bir çizgide mi ilerliyorsun?

Bir sanat üreticisinin sanat tarihini ve ondan önce neler yapıldığını bilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Her sanatçı bir önceki dönemin bıraktığı mirasın üzerine bir şey ekler. Her sanatçı kendisinden önceki kuşağı aştığını ve kendisinden önce yapılmış her şeyi geçtiğini hisseder ya da düşünür. Sanattaki sürekli değişimi gelişme zannetmek her zaman doğru olmayabilir. Her ileri gidiş ve gelişme bazı kayıpları da içerir bazen…

Ben tuval resmini çok önemsiyorum. Kimilerine göre eskimiş ya da modası geçmiş olarak nitelendirilen tuval üzerine yağlıboya ile çalışıyorum. Resimlerime “gerçekçi”, “sürrealist” ya da “sembolist” vs. diyemem ve açıkçası bu tanımları da pek sevmiyorum ve bu akımların içerisinde de kendimi görmüyorum. Benim amacım kendi gerçekliğimi gerçekleştirmek, “gerçekliğe yeni bir gerçeklik eklemek” tam olarak yapmaya çalıştığım bu. İçeriden dışarıya doğru saf bir bakış sadece…

“Gözlerime Gülümserken Öylece Ölsen” derin duygular barındırıyor. Sergiden ayrıldıktan sonra bile insan düşünmeye devam ediyor. Bu temayla konuştuğunu düşündüğün bir şarkı ve kitap önerir misin?

Kararsız bir insan olduğum için, iki şarkı ve iki kitap önereceğim 🙂

Şarkı: Ghostly Kisses, Empty Note ve Ezgi’nin Günlüğü, Aşk Bitti. Kitap: Alain Badiou, Aşka Övgü ve Platon, Şölen.

Son olarak; bir sanatçı olarak üretimle birlikte dönüşen, değişen yönlerini nasıl gözlemliyorsun? Her yeni sergi bir öncekinin devamı mı, yoksa kendi içinde yeni bir başlangıç mı?

Bana öyle geliyor ki bir sergi bittikten sonra benim için de sanki bir dönem kapanmış gibi hissediyorum. Çoğu o döneme ait soruların cevaplarını, resimleri yaptıktan sonra fark ediyorum ve bu çok garip bir duygu benim için. Aslında o yaşadığım sürece hem kendime hem de resimlerime uzaktan bir gözle bakmış oluyorum. Orada anlattığım şeyleri bazen çok sonra fark ediyorum ya da neden yaptığımı sonradan anlayabiliyorum. Elbette her sergi yeni bir başlangıç ama bu keskin bir geçiş olmuyor çoğu zaman.

Sana ve tüm Sanat Kritik okurlarına bu özel sohbet için teşekkür ediyorum. Zaman ayırdığın ve içtenlikle yanıtladığın her şey için teşekkürler. Boyaların hep tuvalle buluşsun, istediğin tonlar hep seni bulsun!

Sergi fotoğrafları: Zeynep Fırat

Rugül Serbest ve Melike Sönmezer