
Abdullah Ezik
abdullah.ezik@sanatkritik.com
Ramazan Can, Anna Laudel’in Kazancı Yokuşu’nda yer alan yeni galeri mekânında “Ne Yerdeyim, Ne Gökte” isimli kişisel sergisi ile sanatseverlerle buluşuyor.
18 Kasım 2021 tarihine kadar ziyaret edilebilecek ve Anna Laudel’in yeni galeri mekânında yer alan ilk sergi olan “Ne Yerdeyim, Ne Gökte”, sanatçının son 7 yıl içerisinde farklı materyallerle ürettiği eserleri bir araya getiriyor. Ramazan Can’ın 2018’de yine Anna Laudel’de gerçekleşen “Evvel Zaman İşi” sergisinin devamı niteliğinde olan “Ne Yerdeyim, Ne Gökte”, yörüklerin yaşadığı bölgede, kendi belleğinde yer etmiş anılarının peşine düşen Ramazan Can’ın yıllar içindeki serüvenini izleyici ile buluşturuyor.
Abdullah Ezik, sanatçı Ramazan Can ile Anna Laudel’in Kazancı Yokuşu’nda yer alan yeni galeri mekânında sanatseverlerle buluşan “Ne Yerdeyim, Ne Gökte” isimli kişisel sergisi üzerine konuştu.
Geçtiğimiz günlerde Anna Laudel’de açılan “Ne Yerdeyim, Ne Gökte”, 2018 yılında yine aynı galeride gerçekleşen “Evvel Zaman İşi” sergisinin bir tür devamı olarak izleyicilerle buluşuyor. Öncelikle söz konusu bu 3 yıl içerisinde sizde ve sanatınızda neler değişti ve bu iki sergi arasında ne tür bir devamlılık söz konusu?
Dördüncü kişisel sergim olan “Evvel Zaman İşi” hem kendi belleğimdeki tarihsel katmanların hem de bu katmanlardaki anılar aracılığıyla yaptığım mitsel arayışın deneyimlenmesini önerdiği için ağırlıklı olarak 2013-2018 yılları arasında ürettiğim işlerden oluşuyordu. Bir önceki sergimin devamı niteliğinde olan ‘’Ne Yerdeyim Ne Gökte’’ isimli bu sergi, benzer bir kronolojiye sadık kalarak Yörükler ve Yörüklerin geleneklerini besleyen asıl kaynak olan Şamanizm’e ait motiflerin deneyimlemesini vadediyor. Aslında değişen pek bir şey yok sadece bir önceki sergimin en önemli parçası olan “Evvel Zaman İşi” künyeli işin bende oluşturduğu farkındalıklar sayesinde yaptığım küçük çaplı saha araştırmalarını arttırdım. Bu serginin büyük bir kısmı bu saha araştırmaları neticesinde ortaya çıktı diyebilirim.

“Ne Yerdeyim, Ne Gökte” çerçevesinde izleyicilerle buluşan işlerinizde birçok farklı türden malzeme kullanıyorsunuz ve sergide bu kadar geniş bir zenginlikle karşılaşmak bence oldukça etkileyici. Birçok farklı türde eser üreten bir sanatçı olarak malzeme ile ilişkiniz üzerine ne söylersiniz?
Ben aynı konu etrafında dolanıp duruyorum, bu esnada ifade etmek istediğim anlatıma en uygun malzeme ve dili seçmeye özen gösteriyorum. Dolayısıyla benim için malzeme bir amaçtan çok bir araç.
Malzeme, sanatsal bir üretimin ana etken maddesi midir yoksa zihninizdeki yapıya uygun malzeme seçimi mi daha önemlidir?
Malzemenin üretimin ana etken maddesi olduğunu düşünmüyorum. Az önce de söylediğim gibi malzeme sadece araç. Ancak süreç içinde malzemeden kaynaklı farklı yönelimler olabiliyor ki bu da üretim sürecinin güzel taraflarından biri.

“Ne Yerdeyim, Ne Gökte” sergisi kapsamında son 7 yıl içerisinde farklı materyallerle ürettiğiniz işleri bir araya getiriyorsunuz. Peki sergi kapsamında gün yüzüne çıkardığınız işleri seçerken nasıl bir bütünlük tasarladınız? Takip ettiğiniz belirli bir hikâye oldu mu?
Plastik açıdan bir bütünlüğün olmadığının farkındayım. Ancak benim için bunun pek bir önemi yok. Zira hepsi aynı ağacın meyveleri. Sadık kaldığım bir hikâye var ve bu hikâye tamamen benimle alakalı, dolayısıyla benim yapmaya çalıştığım bütünlük kendi hikayem üzerine inşa edilmiş durumda. Hatta hikâyeye çok fazla bağlı kalmamdan kaynaklı dil ayrılıkları oluyor. Spesifik bir konuyu en iyi heykelle anlatabileceksem heykel yapıyorum, resimle anlatabileceksem resim, fotoğraf, yerleştirme, video… Derken birçok farklı disiplinde işler üretiyorum. Hatta benim için kutsal olan bu bir hikâyeye bağlı kalma kaygısı aynı disiplin üzerinde farklı üsluplara başvurmama bile neden oluyor.
Serginin bünyesinde barındırdığı yörük ve yörük kültürü ile ilgili öğelerle kendisine oldukça özel bir alan açtığını söyleyebiliriz. Yörük kültürü sizi nasıl besledi ve bu kültür sanatınızda kendisine nasıl bir yer buldu? Belleğinizde yer eden anılar ve kişisel geçmişinizin izleri sergideki birçok işe farklı şekilde yansımış durumda. Bir sanatçı olarak kişisel yaşantınız ve geçmişiniz işlerinize nasıl yansır? Eserlerinizdeki otobiyografik unsurlar ve hikâyeler üzerine ne söylersiniz?
Ben Osmanlı’nın son dönemlerine kadar göçebe-yörük olarak yaşamış bir aileye mensubum. Dolayısıyla bu kültüre ait yaşadığım bazı geleneklerden ve bu geleneklerin var olmasını sağlayan kaynaklardan besleniyorum. İşlerimin her biri bana ait anekdotlar barındırdığı için işlere ait temaların beni temsil ettiklerini söyleyebilirim.

“Kuşlar”, “konma eylemi” ve “göç” gibi konu başlıkları üzerinden gündeme getirdiğiniz yörüklerin yaşama biçimi, özellikle “özgürlük” arzusu ile de iç içe geçen son derece kıymetli bir mesele. Aynı zamanda bir yörük olarak gerek Osmanlı gerekse cumhuriyet dönemi politikaları yörüklerin yaşam biçimlerini nasıl etkiledi? Serginin başlığının da kökenini buradan aldığını söyleyebilir miyiz?
Evet söyleyebiliriz. “Ne Yerdeyim Ne Gökte” ismi Yörükleri tanımlamak için kullanılan (konar-göçer) konmak ve göçmek fiilleriyle alakalı. Aslına bakarsan konmak fiilini gerçekleştirenin bir kuş olduğu varsayımı üzerinden ilerleyip yer ve gök kavramlarını bir araya getirdim. Ayrıca uçmak hep özgürlükle eşleştirilir. Yörükler göç etmeye devam edebildikleri sürece özgürlerdi. Ancak yapılan iskân politikaları neticesinde yerleşik hayata geçen yörüklerin bu özgürlükleri ellerinden alındı diye düşünüyorum.
“Göçebelik”, “şamanizm”, “kimlik ve temellük” temaları etrafında üç bölümden oluşan sergi, içerisinde dünden bugüne kültürel bir birikim de barındırıyor. Tüm bu kavramlar etrafında gelişen yapının bir sanatçı olarak sizin kimliğinizi belirleyen önemli faktörlerden biri olduğundan söz edebilir miyiz?
Aslına bakılacak olursa benim kimliğim tüm bu saydıklarınızı belirliyor olabilir.

Serginin ilk bölümünde Derrida’nın “sözmerkezcilik” kavramına getirdiğiniz ciddi eleştiriler söz konusu. Derrida ve “sözmerkezcilik” bağlamında sizi daha farklı düşünmeye iten nedir?
Aslında Derida’nın logo merkezciliğe getirdiği eleştiriler bana yol gösterici oldu desek daha doğru olur. Kısaca şöyle anlatabilirim. Yörük dokumalarıyla fazlasıyla haşır neşir olduğum dönemde renkler ve desenler beni fazlasıyla etkilemiş olacak ki her birinin sıradan bir kullanım nesnesinin çok daha ötesinde değerlere sahip olduğunu düşünür oldum. İslamiyet’in yanlış yorumlamalarından kaynaklanan tasvir yasağıyla, Türklerin sanki bu duruma bir başkaldırı gibi bütün yaratma arzularını dokumalara aktardıklarını düşünüyorum. Bu ve bunun gibi düşünceler halılar üzerine neonla yazdığım mottoların besleyici kaynağı oldular. Ayrıca bu dokumalar, kolay taşınabilmelerinden kaynaklı olarak Yörüklerin tüm varlıklarını oluşturmaktadır. Bu düşünce üzerinde yoğunlaşmam, “Evvel Zaman İşi” künyeli yarım halı fikrinde yer alan bir kültürün yok olma sürecini o kültüre ait en önemli varlık üzerinden sunma biçimini geliştirmemi sağladı. Dolayısıyla yok olma eyleminin zamansal akışını (geçmiş-bugün) tam tersinden (bugün-geçmiş) ele almaya başladım. Böylece yarı neon, yarı halı işler, bu sürecin bir parçası olarak ortaya çıktı. Yarı neon, yarı halı işlerle birlikte bu iki ifade aracı arasındaki ilişkiyi ve bunlar arasındaki (iyi-kötü, doğru-yanlış, eski-yeni, yukarı-aşağı, yerde-gökte, sanat nesnesi-sıradan nesne) hiyerarşiyi sorgulamaya başladım. Bahsettiğim bu imge hiyerarşisini sorgularken bana yol gösteren, Derrida’nın logo merkezciliğe getirdiği eleştiriler oldu. Logo merkezcilik, esas olarak düşünce dünyamızı kapsayan kalıplaşmış bir düşünce biçimi olup, daha ziyade içeri/dışarı, erkek/kadın, hatırlamak/unutmak, mevcut/yok gibi dikotomiler üzerinden yürütülmektedir. Derrida’ya göre bizler dünyayı bu tür dikotomilerin penceresinden okumaktayız. Bu dikotomiler üzerindeki her bir ayrım, kendi içinde birincinin ikinciye üstün görüldüğü bir hiyerarşiyi simgelemektedir. Örneğin; Dost-Düşman, Varlık-Yokluk, İyi–Kötü, Hayır-Şer, Konuşmak-Yazmak gibi… Derrida’ya göre birinci sıradaki (iyi) ve öncelikli olan kavram, diğeri olmadan ele alınamaz. Çünkü birinci kavram ikinciyle birlikte anlam kazanmaktadır. Daha doğrusu, ikinci kavram birinciye varlık kazandırmaktadır. Örneğin, hatırlamak kavramı, ancak unutmak varsa bir anlam ifade eder. Ya da dünyada zenginlik, ancak fakirlik varsa mümkün olabilir. Yani, Derrida’ya göre her bir dikotomideki kavramın biri diğerinden bağımsız değildir. Bu bağlamda, zamansal açıdan birbirine zıt iki yapının bir araya getirilmesiyle oluşturduğum işlerde, bir tarafta geleneksel motiflerle oluşturulmuş bir kullanım nesnesi, diğer tarafta ise halıyı tamamlayıcı bir şekilde uzanan güncel bir pratik yer almaktadır. Derrida’nın penceresinden bu iki yapı birbirini destekler niteliktedir. Dolayısıyla eski bir ifade aracı olan halı, yeni bir ifade aracı olan neonu beslemektedir. Dolayısıyla ona varlık kazandırmaktadır.

Zamansal açıdan birbirine taban tabana zıt malzemeleri bir araya getirerek ördüğünüz işler ortaya geleneksel motiflerle çağdaş kültürü birleştiren kıymetli işler çıkarıyor. Peki bütün bir katı kaplayan bu işlerin kesişim kümesine neler yatıyor? Üretimlerinizde gelenekle çağdaş kültürü iç içe geçiren en önemli faktör nedir?
Geçmediğini düşündüğüm bir geçmişim var ya da ben öyle görüyorum. Ya da öyle olması için çaba sarf ediyorum. Bilmiyorum. Geçmişimle birlikte yaşıyorum ve bundan büyük bir haz alıyorum. Bu sadece işlerime değil tüm hayatıma tesir ediyor. Dolayısıyla benim hayatımda var olan ve sizin için zamansal açıdan taban tabana zıt görünen malzemeleri birleştirmek benim için o kadar da zor olmuyor. Çünkü ikisi de bu anda benimle birlikte yaşıyor.
Modern olanla ilkel olan arasındaki ilişki, işlerinizin bir diğer ortak noktası olarak ön plana çıkarılabilir. Bu meselenin izleri Da Vinci, Raphael, Dürer veya Manet gibi dev ustaların yarattığı ikonik tablolara ilave ettiğiniz yüzler/figürler/katmanlar üzerinden de okunabilir. Modern insanla ilkel insan arasında ne tür bir ilişki görüyorsunuz? Söz konusu tablo serisi çerçevesinde kurguladığınız “katmanlar”a dair ne söylersiniz?
Bahsettiğimiz bu karşılaştırma basit bir psikolojik tavır olabilir, belki bir duygu arayışı. O resimlerdeki karşılaştırma da buna benzer. Ancak bu bahsettiğim yapı çok büyük bir derinliğe sahip değil, çok basit bir şey. Hatta o resimlerin ortaya çıkışı da çok basit ve çoğu insanda var olan basit bir davranış biçimi. Bu soruyu daha önce de birçok insana sordum. Siz hiç gazete ya da dergilerdeki fotoğraflara kaş, göz, bıyık gibi eklemeler yapmadınız mı?

Son bir soru olarak “Ne Yerdeyim, Ne Gökte”, Ramazan Can’ın sanat anlayışında ve bugün içerisinde bulunduğu düşünce yapısında nasıl bir yerde duruyor ve geleceğe dair ne tür ipuçları taşıyor?
Yaşadığım hayatla yaptığım işler arasında büyük bir yakınlık olduğu için Ramazan Can nerede duruyorsa orada duruyor diyebilirim. Bu işin latifesi tabi… Her sergimde bir sonraki sergimde neler yapacağımla ilgili küçük fragmanlar sunuyorum. Bu sergide “Ölüler de Görür” künyeli seri bundan sonra yapacağım kişisel sergimin ana parçasını oluşturacak işlerin ön gösterimi sayılabilir.
Görseller: Anna Laudel
Fotoğraflar: Kayhan Kaygusuz