Aynur Kulak
Feride Çiçekoğlu’nun 30 yıl aradan sonra yazdığı Milföy ve Arkadaşları, tertemiz kalpli Milföy’ün hikâyesi olarak buluşuyor bizimle. Milföy’ün ağzından dinliyoruz kendi ve arkadaşları ile ilgili tüm hikâyeyi. İnsanların dünyasında çeşitli serüvenler yaşayan bu hayvanlar nasıl masum kalabildiklerini de gösteriyor bizlere. Milföy zaten Uçurtmayı Vurmasınlar’daki Barış’ın ruh ikizi olabilir mi? Kuvvetle muhtemel. Uçurtmayı Vurmasınlar, Umuda Yolculuk ve Suyun Öte Yanı filmlerinin senaryo yazarı Feride Çiçekoğlu ile Milföy ve Arkadaşları odağında konuştuk.
Biyografinize baktığımızda konuşulacak çok fazla önemli ayrıntı var fakat edebiyatın ve sinemanın sizin hayatınıza askeri cunta dönemi şartları ile girdiği bilgisi var. Ben bu bilgiyi olumsuz şartları olumluya çeviren bir işlevsellik faktörü olarak okudum. Aksi halde Uçurtmayı Vurmasınlar, Suyun Öte Yanı, Umuda Yolculuk gibi klasikler nasıl yazılabilirdi? Sohbetimize bu noktadan başlayacak olursak, sizin için tezahürleri nasıldı?
Mimarlık okurken seçmeli derslerim hep edebiyat, tiyatro gibi dallardandı. Liseden matematik birincisi olarak mezun olup puanı en yüksek olduğu için ODTÜ Mimarlık yazmış, bölüme girince de bir mimarın ne yaptığı konusunda aslında hiç fikrim olmadığını görmüştüm. O yıllarda, belki şimdi hala, sözelden ziyade sayısal, beşerî bilimlerden çok fen bilimleri makbuldü. Kendi sesimi değil makbul görüleni tercih ettiğimin farkında mıydım, bilmiyorum. Seçmeli derslerde mutluydum, projeler görev gibiydi. Yüksek lisans ve doktorada mimarlığın pratiğine değil, çevre psikolojisi ve kentsel tasarımda sosyal sorumluluk gibi alanlara yöneldim. Beni asıl tutkum olan hikâye anlatımıyla buluşturan 12 Eylül askeri cuntası oldu. Sizin dediğiniz gibi olumsuzu olumluya çevirmeyi de öğretti bana. Önceden endişeli ve karamsar biriydim. Mükemmel olma ve onaylanma takıntısı vardı. Ölüme çok yaklaşınca hayatın farkına vardım. 12 Eylül işkencehanelerinin ve Ankara’daki Mamak Askeri Cezaevinin böyle tuhaf bir etkisi oldu.
Yeni romanınız Milföy ve Arkadaşları öncesi otuz yıllık bir ara var. Yazmak mı istemediniz bu süre zarfı boyunca yoksa yazdınız ama gün yüzüne çıkartmak mı istemediniz? Yazmakla ilgili öncesi ve sonrası -80’li, 90’lı yıllar ve 2000’ler- karşılaştırması yapmak isterseniz eğer, hangisi yazmak adına daha zorlayıcıydı?
90’lı yıllarda yazdığım ve tümü Can Yayınları’ndan çıkan roman ve yayınların ardından yeniden akademik hayata dönme şansım oldu. İkinci bahar diyorum ona. Bu kez sinema alanında ikinci bir akademik kariyer yaptım. Yani akademik yazılar yazmam gerekti. Ve senaryolar yazmaya devam ettim. Geçtiğimiz Haziran ayında hem kendi hayatımdaki sıkıntıların hem de seçim sonuçlarının öğrencilerimde yarattığı hayal kırıklığının etkisiyle masumiyet arayışına girdim. Milföy ve arkadaşlarıyla öylece tanıştım.
Milföy ve Arkadaşları’nı size yazdıran sebepler nelerdi? Tematik olarak birkaç sebep mutlaka vardır fakat, çağımıza dair, insanlardaki hızlı değişimlere karşılık hayat şartlarının, yaşama bakış açılarının, algıların sizi rahatsız ettiğini ve tüm bunlar üzerine hayvanların dünyası ile insan dünyası üzerine düşündüğünüz meselelerin bu romanı size yazdırdığını düşündüm romanı okurken.
Çok doğru düşünmüşsünüz, tam da öyle. Sevgili editörüm Mustafa Çevikdoğan fark etti ve kitabın arka kapak yazısında vurguladı: Uçurtmayı Vurmasınlar’ın Barış’ı ile Milföy aslında ruh ikizi. Dünyanın kirlenmesinden saklanacak korunaklı bir yer aradığımda onlara sığınmışım. Yazarken iyileşmişim. Umarım okuyanlara da iyi gelir Milföy.
Milföy ile tanışıyoruz, sahiplenilmek isteyen tertemiz kalpli bir köpek ve hikâyesini bize kendisi anlatıyor. Hayvanların kendi seslerinden, cümlelerinden oluşan hikâyeler yazmak zordur. Buna nasıl karar verdiniz? Neden Milföy’ün kendi hikâyesini anlatmasını istediniz?
Milföy sahiden kendi hikayesini anlattı. Onun hayatına kısmen tanık olan sevgili Ayşegül Uğurlu benle bütün ayrıntıları paylaştı. Milföy’ün Ayşegül’den önceki bilemediğimiz hayatını da onun bakışlarından ve mimiklerinden çıkarmaya çalıştık. Ayşegül ikimizi de ağlatan şöyle bir şey anlatı: Milföy’ü sahiplendikten bir süre sonra deniz kenarına indiklerinde rahat oynasın diye tasmasını çözüyor. Milföy denize koşmak yerine Ayşegül’e sokulup acıyla yüzüne bakıyor. Onu terk eden önceki sahip her kim ise tasmasını çözüp çekip gitmiş olmalı. Yine terk edileceğini sanıyor. Hayvanları önce evcilleştirip sonra keyfine göre kullanmak çok acımasız. Bu hakkı kendimizde nereden buluyoruz? Nasıl bir bencillik? Neden kendimizi daha üstün görüyoruz? Doğaya hükmetme küstahlığı elbette insanları da içeriyor; hükümdarlık, hükümranlık, diktatörlük… böylece sürüp gidiyor.
Hayvanların “sahiplendirilme” meselesi romanda en dikkat çekilen unsur. Milföy’ün hikâyesi bu konuya dikkatimizi çekiyor ve Milföy’den tanıştığı diğer kedi, köpek arkadaşlarının da sahiplendirilme hikâyelerini dinliyoruz. Modern şehir hayatı ve böyle bir hayatta hayvanların da varlığının önemi, yaşadığımız şehirlerin yalnızca bizim değil, onların da yaşam alanı olduğu gerçeği önemli bir unsur, öyle değil mi?
Elbette. Bu konu şimdilerde hele İstanbul için çok gündemde. 1910’da o zamanki belediye başkanının şehrin bütün köpeklerini toplatıp Sivri Ada’ya sürdürdüğü ve hayvanların açlıktan birbirlerini yiyerek öldükleri, havlamalarının şehirden bile duyulduğu o lanetli günlerin söylemini hatırlatıyor. Benim kitabı yazdığım dönemde ise bir partinin seçim programında bekar kadınları “sahiplendirme” niyeti vardı. Bekar kadınların aciz olduğu, yalnız yaşayan kadınların kendine bakamayacağı gibi bir varsayımın altında yatan tabii ki kadınların özgürlük alanını sınırlamak, onları bir tür tutsaklığa mahkûm etmek. Daha derin düşünürsek doğayı da tutsak ettiğimizi söylemek yanlış olmaz.
Milföy’ün diğer kedileri (Enzo’yu mesela) kıskanması, Ayşegül’ün ilgisini çekmeye çalışması çok sevimliydi. Hikâyenin bu anlamda duygularından da bahsetmek istiyorum. Aslında insanlara dair duygular hayvanlarda da var ve bu konu ile ilgili sizinle en çok konuşmak istediğim duygu; güven duygusu. Sanırım modern hayatta en çok buralardan darbe aldığımız için hayvanlara insanlardan daha yakınız. Ne dersiniz?
Siz o kadar güzel ifade ettiniz ki buna ne eklerim, bilemedim. Bir süre bir hayvanla birlikte yaşadığınızda, ki benim de çok sevdiğim bir kedim var, bakışından, sesinin tonundan, vücut dilinden duygularını anlıyorsunuz. O da sizi anlıyor. Gerginseniz farklı, rahatsanız farklı davranıyor. Sözle ifadeye ihtiyaç duymayan bir iletişim doğuyor aranızda. Beden dilinizi hatırlıyorsunuz. Kendinizi daha iyi tanıyorsunuz. Sağaltıcı bir süreç.
Milföy ve Arkadaşları’ndaki Senta Urgan çizimlerinden de bahsedebilir miyiz? Hep aklınızda mıydı hikâyeye çizimlerin eşlik etmesi yoksa sonradan mı dahil olan bir süreçle bu çok güzel çizimler yapıldı?
Senta ve annesi Rita Urgan ile uzun süre komşuluk yaptık. Taşındıktan sonra da bağımız hiç kopmadı. Senta’nın hassasiyetini, yeteneğini, çizimlerini hep yakından izledim, hayranlıkla takip ettim. Milföy’ün arkadaşlarıyla tanışmaya başlayınca Ayşegül’le Senta’yı hemen buluşturmak istedim. O aşamada tam nasıl bir şey çıkacağını üçümüz de bilmiyorduk. Bu tür buluşmalarda hep olduğu gibi önce birbirini sevmek, beraber vakit geçirmekten zevk almak gerekli. Böyle bir bağ kurulunca iş süzülür gibi kendiliğinden ortaya çıkıveriyor. Bu sefer de öyle oldu. Senta’nın her karakter için yaptığı çizimlerle hevesimiz arttı. Ayşegül anlatmalara, ben yazmalara doyamadım. Bir iki ay gibi bir sürede kitabın çatısı ortaya çıktı. Sonra yine beraberce ince ayar yaptık.
Pandemi, sıcak savaşlar, derin ekonomik krizler, artık önlenemeyen iklim krizleri, depremler… Dünya yenileniyor deniyor ama krizler bitmek bilmiyor. Dünyamıza ve ülkemize dair tecrübelerinize binaen umudunuz var mı, diye sormak istiyorum. Bundan sonraki süreçlerde dünyayı neler bekliyor?
Öğrencilerimle buluştuğum sürece benim umudum hiç bitmiyor. Her yeni gelen kuşak daha farkında, daha hevesli… hele ki kadınlar… çoğu kendi bedenleriyle barışık… tavizsiz… Onlara güveniyorum.