Abdullah Ezik
abdullah.ezik@sanatkritik.com
İlk öykünüz “Bekir Bey”, 2002 yılında Türk Edebiyatı Vakfı tarafından düzenlenen Ömer Seyfeddin Hikâye Yarışması’nda mansiyon ödülüne değer görüldü ve o günden bugüne yazmayı sürdürdünüz. İlk olarak söz konusu bu 20 yıllık süreç üzerinden yazarlık serüveninize dair ne söylemek istersiniz?
Bu 20 yılda büyük bir disiplin içinde hep okumayı ve yazmayı sürdürdüm. Bu süreye farklı türlerde 12 kitap, edebiyat dergileri için onlarca öykü ve farklı türde dergilere yüzlerce makale sığdırdım.
Benim gibi ödül alan genç yazarların sonrasında bunu devam ettirip ettirmemeleri bir problem. Bazıları devam ediyor, bazıları ise aldıkları ödül ile kalıyor. Ben yazıya gönülden bağlıydım ve yazmayı sürdürenlerden oldum. Ama tabi birkaç ödül aldınız diye kapılar size sonuna kadar açılmıyor. Türkiye’de edebiyat dünyasına adım atmak kendini zorla eşikten içeri atmaksa, orada var olmak bir 10 yıl odadaki herkesin sizi görmezden gelmesine katlanmak anlamına geliyor. İnatla, sabırla, fark edilme kaygısı gütmeden sadece kendin ve okurların için yazmak benim yazarlık serüvenimin özeti diye düşünüyorum
2005 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne değer görülen Bir Safın Öyküsü, aynı yıl Varlık Yayınları tarafından okurlarla da buluştu. Bu kitabın arkasından da farklı türlerde yeni kitapların geldiğini söyleyebiliriz. Peki bu ödül ve yayınlanan ilk kitabınız sizde nasıl bir etki bıraktı? Bir Safın Öyküsü’nün sizdeki yeri nedir?
Varlık Dergisi’nden 24 yaşında bir genç olarak ödül almak, rahmetli Enver Ercan, Küçük İskender başta olmak üzere dönemin önemli isimleri ile tanışmak takdir edersiniz ki muhteşem bir şeydi ve çok motive ediciydi. Ben hep şunu söylüyorum Türkiye’de öykü kitabı yayımlatmak uzaya roket fırlatmakla eş değer zorluktadır. Ancak 24 yaşında kalem aldığım öykülerle böylesine değerli bir ödüle layık bulunmak beni fazlasıyla cesaretlendirdi. Bu açıdan dosyam, ilk öykü kitabıma vesile olması açısından da benim için çok anlamlı.
Bir Safın Öyküsü’ndeki öyküler benim edebiyat hayatımda yazdığım ilk on öyküden beş tanesini içeriyor. Bir şeyler yazıyorsunuz ama bunun okurdaki karşılığını bilmiyorsunuz. Bir Safın Öyküsü bir nevi benim için edebiyat dünyasına giriş bileti oldu. O zamana kadar yazmaya yeteneğimin farkında bile değilken, bende aydınlanmanın işareti oldu.
Roman, çocuk romanı, öykü ve çocuk öyküsü gibi aslında birçok farklı türde kalem oynatan, bununla birlikte profesyonel iş dünyası için çeşitli makaleler yazan bir isimsiniz. Bu anlamda aslında oldukça üretken ve farklı türlerle yakından ilgilenen bir yazar olduğunuzu söyleyebiliriz. Tüm bu türler sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor? Yazarken tür gözetir misiniz?
Ben bir eseri tamamladığımda bir süre nadasa çekilirim. O sürede sürekli okurum, beslenirim ve düşünürüm. Hangi türde ve kimler için yazacağıma tamamen biriktirdiklerim karar veriyor. Musluklar sonuna kadar açık bardaklar doluyor, ilk önce çocuk romanı dolup taşarsa onu yazıyorum, öykü dolup taşarsa ona başlıyorum. Aslında benim içimde biriktirdiklerim ve sonrasında içimden taşanlar edebiyat ile çok farklı bir şekil alıyor ve evrensel anlamını buluyor. Yaratım süreci insanı rahatlattığı kadar, sancı da veriyor.
Roman ve öykülerinize paralel olarak aslında çocuklar için kaleme aldığınız eserler de oldukça dikkat çekici. Sizin için yetişkinler için yazmakla çocuklar için yazmak arasında ne tür farklılık veya benzerlikler var?
Çocuklar için yazmak bana daha eğlenceli gelirken, yetişkinler için yazmak daha zorlayıcı oluyor. Çocuklar için macera, heyecan, mizah ön plana çıkarken, yetişkinler için acı, hayatın sıradanlığı, ölüm gibi temalar ağır basıyor. Bu neden böyle? Açıkçası bende de bütün soruların cevabı yok. Elbet bunun cevabını da bir gün bulacağıma inanıyorum ama daha değil, her yaşımda yeni şeyler keşfediyorum kendimle ilgili.
Çocuk edebiyatında hayal gücü anlamında daha sınırsızken, etik kurallara daha bağlısınız. Yetişkinler için yazarken tam tersini hissediyorum. Çocuk edebiyatında daha samimi geri bildirimler olurken, yetişkinler de çocuk samimiyetini hissedemiyorsunuz tabi.
Bir kısmı daha önce çeşitli dergilerde yayınlanan, farklı tarihlerde kaleme aldığınız öykülerinizi bir araya getiren Ölümsezen, geçtiğimiz Ekim ayında Yediveren Yayınları tarafından yayınlandı. Ölümsezen ile uzun yıllar sonra yeniden bir öykü kitabı yayınlamış oldunuz. Peki bu kararı nasıl verdiniz? Ölümsezen’in hikâyesi nedir?
Uzun yıllar sonra öykü kitabı yayımlamak bir seçim değil bir zorunluluk açıkçası. İnsanın yaşı 40 olunca ve toplumcu gerçekçi bir çizgiden gelince daha açık sözlü olabiliyor. Yayınevleri ünlü birisi değilseniz öykülerinizi basmıyor, bu kadar net.
Ölümsezen’e gelirsek, kitap benim 20 yılda Varlık, Hece Öykü gibi edebiyat dergilerinde yayımlanan öykülerimden 10 öykülük bir seçki. Kitaba ismini Ölümsezen verdi, çünkü orijinal bir isim olduğunu ve okuyucuya daha çok dokunduğunu hissettim.
Yıllar önce şöyle bir şey söylemiştim; kitaplar bize bilmediklerimizi söyledikleri için değil, söyleyemediklerimizi dile getirdikleri için değerlidir. Ben Ölümsezen’deki öykülerde sizlere bilmediğiniz bir şey söylemiyorum, ama içinizde var olup da fark edemediğiniz, kabuk bağlamış şeyleri biraz kanatabiliyorum sanırım… Edebiyat kanatır ama iyileştirir de, Ölümsezen’de okurun içini burkup hatta ağlatırken birden kahkahalar atacağınız geçişler var diyebilirim.
“Yaşama Yer Açmamak” başlıklı öykünüzde yer alan “Yazı yazmak bir seçim değil çünkü benim için, bir zorunluluk,” ifadesi oldukça dikkat çekici. (s. 40) Yazı ile oldukça sıkı bağlar kurduğunuzu düşünürsek, bu cümleyi Erkan edebiyatı için bir manifesto olarak kabul edebilir miyiz? Yazmak sizin için nasıl bir edimdir?
Ben 24 yaşımda hep inkâr ettiğim yazmak yeteneğimi aldığım ödül ile önce fark ettim, sonra kabul ettim. Otuzlu yaşlarımda da şunu anladım; yazı yazmak gerçekten bir tercih değil, bir zorunluluk. Bu şu demek: Mehmet Erkan istese de yazmayı bırakamaz, çok kez istedi de… Yazdıklarınıza karşı edebiyat dünyasının sessizliğinde, genç bir yazarken yayınevlerinden cevap alamadığınızda, hadi uzağa gitmeyelim en yakınlarınız bile sizi okumadığında kırılıp üzülüyorsunuz.
Fakat gördüm ki yazmak var olmanın anlamı, ben kendimi yazarak tamamlıyorum. Çok güzel yakalamışsınız bu cümleyi, çok mutlu oldum bunu fark etmenize. Manifesto olarak siz söyleyince düşündüm de, evet, kesinlikle bu cümle olurdu benim gerçeğim.
Gerçeklik, sizin öykülerinizin en etkili ve bana kalırsa en çarpıcı yanı. “Bekir Bey”de de bunu aslında şu cümlelerle ifade ediyorsunuz: “Gerçeği saklamak çok anlamsızdı. Çünkü gerçeğin hayat oyununda çok önemli bir rolü vardı ve gerçek sırası gelince mutlaka o rolü oynardı.” (s.64) Bir yazar olarak, gerçeklik sizin için nedir ve öykülerinizdeki gerçekliği nasıl tanımlarsınız?
Toplumcu gerçekçi olduğum da benim için yine bir kendimi keşfediş. Yani ben gerçekçi yazayım diye bir gayem yok, öyle birisi olduğum için gerçekçi yazıyorum, istesem de başka türlü yazamam. Doğamda da bu var, bunun bir yansıması olarak eserlerimde önce veya sonra gerçek bir şekilde ortaya çıkıyor ve rolünü oynuyor. Çehov’da duvarda asılı duran ve oyunun sonunda patlayan tüfek bende gerçekliğin ta kendisi.
Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sabahattin Ali ve Peyami Safa gibi isimlerden çok etkilendim. Ancak gerçekçiliğimi Orhan Kemal kadar keskin görmüyor, Sabahattin Ali’nin duygu ve hüzünle harmanlanmış gerçekliğinde kendimi daha çok buluyorum. Fakat sonuçta bu saydığım isimlerin tamamı toplumcu gerçekçi. Ben sadece kendimi bu isimler kadar toplumcu göremiyorum, bu biraz da çocukluğumun 90’lara gelmesi ile alakalı galiba.
Gerçekçi olduğunuzda bu netlik okura da geçiyor. Karakterler, mekânlar, betimlemeler bulanık resimlerken yavaş yavaş netleşmeye başlıyor, çizgiler daha net beliriyor, renkler ortaya çıkıyor. Ve gerçeğin ışığı okurun içine alıyor.
Öykülerinizdeki bir diğer ortak nokta olarak aslında günlük hayatımızın herhangi bir yerinde karşımıza çıkacak kahramanlardan ve çevremizde rahatlıkla duyabileceğimiz hikâyelerden beslendiğinizi söyleyebiliriz. Bu noktada sizin beslendiğiniz ana kaynağın hayatın bizatihi kendisi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Yıllar önce Milliyet gazetesine bir röportaj vermiştim ve şöyle demiştim: “Sadece yazar olduğunuzda hayatın dışında kalıyorsunuz.” Aslında burada “sadece yazar olmak”tan kastım kendini soyutlamak, toplumun dışına çıkmak, kendini ondan farklı görmek. Ben 17 yıldır bilfiil çalışma hayatının içindeyim, iş yaşam dengesi derler ya, ben iş yazı dengesi diyorum, o açıdan beni zorlasa da hiç şikâyetçi değilim.
Beslendiğim iki kaynak var, biri okuduklarımın bana sundukları, diğeri de yaşadıklarımın bana hediye ettikleri. Otobüs, metro, semt pazarı, market, çarşılar, insan nerede ise ben orada gözlemdeyimdir. Bazen hiçbir işim olmasa bile çarşıya çıkar yürürüm; ben öyküye bir adım atarım, o bana koşarak gelir kalabalıklar arasından.
Öykülerinizin büyük çoğunluğu küçük şehirlerde veya kasabalarda geçiyor, taşrayla yakından ilgileniyor. Edebiyatımızda taşra son yıllarda Mutafa Çiftci gibi isimlerle yeniden gündeme geldi ve siz de bu noktada önemli bir iş gerçekleştiriyorsunuz. Öykülerinizdeki bu seçimlerde özel bir neden var mı acaba? Taşra, sizin için neresidir?
Taşra benim için bir yerden çok bir kültürü ifade eder. Ümraniye Mustafa Kemal de taşradır, Bağcılar Ateştuğla da, hatta Almanya Kreuzberg de. 10 yaşıma kadar köyde geçti çocukluğum, sonra Samsun’da yine taşrada büyüdüm. Tabi ki bunun etkileri vardır. Ama bence özellikle kişiler arasındaki ilişkilerin derinliği ve hayatın oralarda daha çok anlam bulması beni yazılarımda taşraya itiyor.
Birçok öykünüzde “ölüm” oldukça başat ve belirleyici bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Kimi öykülerde bir yakının ölümü, kiminde bir intihar girişimi veya cinayet. Ölüm, neden öykülerinizde bu kadar belirleyici ve güçlü bir konuma sahip?
Ben öykülerimde acıdan besleniyorum, buna bağlı olarak da ölüm heyula gibi bir köşede hep duruyor. Ancak ben ölümü hiçbir zaman yüceltmiyorum, örneğin Bekir Bey intihar eder ama intihara teşebbüs edeceğine bin pişman olur öykünün sonunda. Ölümsezen’de ölenler olur ama o sıradan hayatın içinde hep umut yüceltilir, hani diyorum ya “bir mucize olsa” diye. Benim karakterlerim hüzünlü ama umutlu, acı çeken ama bir mucize olacağına inanan tiplerdir. Ölüm üst perdede gözükse de kimse ölmek istemez, ille de yaşamak der.
“Yazarın Ölümü”nde ve diğer öykülerinizde yer yer yazarlık müessesini de tartışmaya açıyor, bu konuya ayrıca değiniyorsunuz. Bir yazar olarak sizin metinle(rle) ilişkiniz nasıldır? Yazarlığı nasıl tanımlar/yorumlarsınız?
“Yazarın Ölümü”nde aslında şu usta çırak zorlamasına bir tepki var. Bir yazarın bir yazardan öğreneceği şey kitaplarıdır, gerisi lafı güzaftır. Yazarlık önce yetenek sonra sürekli okuma ve yazmaktır. Ben aradan geçen 20 yılda okumayı ve yazmayı hiç bırakmadım.
Yazarlık insanın kendi kendini bir ağaca zincirlemesi ve oradan kurtulamaması (içten içe kurtulmak da istememesi) gibi. Her çabada ağaç, dallar sallanır ve bir elma düşer. Sen de yersin meyveleri başkaları da yer. İnsanlığın hikâyesi bir elma ağacı ile başladı, başka elma ağaçları ile devam ediyor işte.
“Hep bir mucize bekleyen, acıdan ve kederden haz alan, fakat umudunu kaybetmeyenlerin öyküleri”ni dile getiriyorsunuz. Erkan kahramanlarının keder atlasının daimî bir yolculuğa çıktığını söyleyebilir miyiz?
Öykü benim kara gün dostum çünkü. Ne zaman hüzünlensem bir öykü yazarım. O yüzden karakterlerin özellikleri de bundan etkileniyor. Ama her seferinde bu hüznün kaynağı ben olmuyorum, “Gassal” arkamı döndüğümde ağlamaklı gözlerle bakıyor bana, “Bekir Bey” bir Dostoyevski romanından gülümsüyor, “Cennetten Gelen” yıllar önce tanıştığım bir dost oluyor. Yani okuduklarım, yazdıklarım ve yaşadıklarımın toplamı kadarım, karakterlerim de benim gölgelerim.
Son bir soru olarak, yakın zamanda yayınlamayı planladığınız veya üzerinde çalıştığınız yeni bir eser var mı?
İşte şimdi bu kadar karamsarlığın ardından son soruda okuyucuyu şaşırtma vakti. Şu an bir çocuk kitabı üzerinde çalışıyorum. Tamamen mizah türünde bir eser olacak, karakteri sizin benim hepimizin çocukluğu. İdealize edilen çocuk edebiyatına inanmıyorum. Örneğin son yayımlanan kitabım Kaju Adası Kardeşliği’nde çocuk haklarına, baskıcı rejimlere karşı dik durmaya, özgürlüğe ve barışa vurgu yaptım. Çünkü öyle bir dünyada yaşıyoruz, çocukların bilinçlenmesi de değişim için çok önemli.
Şu an üzerinde çalıştığım kitapta da parasız, dar gelirli bir mahalle çocuğunun ve arkadaşlarının başından geçenleri anlatıyorum; yani içinde düğün arabasının önünü kesmek de var, sinek ilacı sıkan kamyonetin peşinden koşmak da.
Gerçekler acıdır demiyorum, gerçekler güzel işlenirse çok komik ve eğlendirici olabilir. Mizahın öğreticiliğine de çok inanıyorum.