Abdullah Ezik
Küratörlüğünü sanat gazetecisi M. Gülben Çapan’ın üstlendiği “Seni Sevmeyen Ölsün” başlıklı grup sergisi, Anna Laudel İstanbul’da izleyicilerle buluşuyor. Son yıllarda değişen, dönüşen ve günden güne özgürleştirilerek daha geniş kitlelere hitap eden bir müzik türü haline gelen arabesk müziğin yolculuğuna ışık tutan sergi, 10 Eylül 2023 tarihine kadar görülebilir.
Adını Tüdanya’nın 1986 yılında büyük çıkış yapan aynı isimli şarkısından alan sergide Anıl Can, Ardan Özmenoğlu, CANAN, Cansu Yıldıran, Haluk Çobanoğlu, Rasim Aksan, Tuğberk Selçuk ve Yasemin Özcan’ın farklı materyal ve tekniklerde ürettikleri işler yer alıyor.
Abdullah Ezik, Anna Laudel İstanbul’da gerçekleşen “Seni Sevmeyen Ölsün” başlıklı grup sergisi üzerine küratör M. Gülben Çapan ile konuştu.
Geçtiğimiz aylarda Anna Laudel İstanbul’da açılan “Seni Sevmeyen Ölsün” başlıklı grup sergisi, son yıllarda kendisine giderek farklı bir alan açan arabesk müziğin serüvenine ışık tutan bir sergi. “Arabesk”, gerek Türkiye’de gerekse Orta Doğu’da kendisine geniş bir karşılık bulan özel bir başlık. Öncelikle “arabesk” denilince temelde ne anlaşılması gerek ve sizi bu mesele üzerine düşünmeye/çalışmaya yönlendiren ne oldu?
Arabesk denince temelde anlaşılması gereken Türkiye’nin kendisidir. Türkiye modernizasyon sürecinde yüzü ne kadar Batı’ya dönük olsa da tam anlamıyla inşa edilememiş bir modernizasyon projesidir. Arabesk bu sürecin meyvesidir. İlk başlarda yasaklı olan bu meyvenin olgunlaştıkça yasağı kaldırılır ve nesneleştirilir ve herkes tarafından hart hurt tüketilir. Geldiğimiz noktada ise arabeski incelerken Türkiye tarihini de incelemiş oluyorsunuz ve bir kültürün nasıl doğduğunu, yayıldığını ve kullanıldığını görmekle kalmıyor, bu kültürün dilini ve kahramanlarını düşünürken aslında yaşadığımız coğrafyanın bu korkunç kaderciliğe mahkumiyetini daha iyi anlıyorsunuz. Zaten Türkiye’nin güncel durumu da buna çok iyi bir kanıt olsa gerek. Beni bu konu üzerinde düşündürmeye iten ise kendi hayatım oldu.
Arabesk elbette zaman içerisinde anlamı, içeriği, formu, dönemselliği de değişen oldukça geniş bir başlık. İzlerini sinemadan müziğe kadar birçok disiplinde görmek mümkün. Peki arabeskin kendisine bu kadar geniş bir alan açmasını nasıl açıklamak gerekir?
Çünkü arabesk ilahilerden esinlenerek müziğe girmiş bir tını olmakla kalmıyor, topluma çok derin nüfuz etmiş aşağıdan yukarıya inşa edilmiş ve yayılmış bir dile dönüşüyor.
Sergi, “geçmişte arabeskin ‘babaları’ olarak anılan figürler ile günümüzde arabeski yaşamaya devam edenler arasındaki sınıfsal uçurum” üzerine kurulu. Bu uçurum şüphesiz geçmişte olduğu gibi bugün de oldukça derin. Bu noktada şu meseleye de değinmek istiyorum: Arabeski sınıf mücadelesi ile bu derece iç içe geçiren nedir? Arabesk ve sınıf meselesine nasıl yaklaşmak gerekir?
Türkiye’nin siyasal ve ekonomik açıdan en önemli kırılma noktalarından biri olarak 1950’li yıllarda baş gösteren göçle ilişkisinden ötürüdür. Bu göç meselesi arabeskin varoluşuyla paraleldir çünkü arabesk kentin kırsal kökenli yeni sakinlerinin yaşam koşullarına, görülmemeye, kabul edilmemeye karşı ürettiği isyankâr bir dilidir. Birçok müzik türü gibi arabesk de oldukça politiktir, sınıf meselesiyle de direkt ilişkisi bundandır.
Gerek sergide yer alan sanatçılar gerekse ilgili işler, arabesk meselesinin ne derece farklı şekillerde ele alınabileceğini açıkça ortaya koyuyor. Serginin hazırlık sürecinde nasıl bir çalışma yürüttünüz?
Çok fazla Müslüm, Orhan, İbo ve Ferdi dinledim; sonra Bergen, Kamuran Akkor, Ayşe Mine, Esengül ve Tüdanya ile devam ettim. Depresyona girdim, benimle birlikte serginin olgunlaşma sürecini takip eden arkadaşlarımla Cavit’e gittim rakı içtim. İnsanın varoluşuna ve bugün vardığı noktaya küfrettim. Her şeyin silinmesi, yakılması ve yeniden inşa edilmesi gerekiyor, neyse ki doğa bunu bizim için yapıyor. Onun için “Batsın bu dünya!”
Anıl Can, Ardan Özmenoğlu, CANAN, Cansu Yıldıran, Haluk Çobanoğlu, Rasim Aksan, Tuğberk Selçuk ve Yasemin Özcan farklı materyal ve tekniklerde üretim yapan sanatçılar. Her birinin işleri aracılığıyla sergiye farklı bir katman dâhil edildiği söylenebilir. Peki sergide yer alan sanatçı ve işler nasıl bir araya geldi? Bu isimler sizin için hangi noktalarda ön plana çıktı?
Sergide yer alan sanatçılarımızın üretimlerimdeki dile odaklandım. Çok geniş bir zaman dilimine yayılmış olan bu kültürün ilk günkü halini ve bugün evrildiği hali de sanatçıların üretimlerimde kullandıkları teknikle anlatmaya çalıştım. Örneğin Haluk Çobanoğlu’nun arşiv niteliğindeki analog fotoğraflarında heyecan, sevgi, şiddet, öfke, acı adeta dürtüselliğin kaydı tutularak dönemin siyasi iklimini de içine alarak izleyiciye aktarılıyor. Bu seçkiyle başlayan anlatım, Anıl Can’ın yapay zekâ üretimi foto realist toplumsal cinsiyet rollerine atıfta bulunan portreleriyle son buluyor. CANAN’ın “Karşı Pencerenin İçi” adlı videosu hüzünlü̈ bir meyhane şarkısı eşliğinde bir kadının aşk acısı, hüznü̈ ve umutsuz bekleyişi üzerine kurgulanmış̧ ve ilk defa sergileniyor. RASİM AKSAN’ın hipergerçekçi işleri askerlik sürecinin bir kaydı olarak kabul edilebilecek “Şafak Kartları” serisiyle başlıyor. Bu seride sanatçı askerdeyken kantinde satılan şafak kartlarının üzerindeki figürlerin birbiriyle çelişkili kurgusuna vurgu yapıyor; anavatanı uğruna mücadele eden asker figürü̈ sanatçının oto portresinden oluşurken şafak kartının diğer bölümlerinde erotize edilen imgeler ve sevgiliye duyulan özlem yer alıyor. Askerin (uzakta olanın) yuvaya karşı duyduğu hüzünlü̈ bekleyişi anlatan gül imgesi; aşkı, saflığı ve sessizliği sembolize ediyor. TUĞBERK Selçuk’un “Faili Meçhul I / II” adlı işlerinde sanatçı kurşungeçirmez cama silahla ateş etmiştir ancak koruyucu bir yüzey olarak üretilen kurşungeçirmez cam tamamen parçalanmamıştır. Camın yansıtma özelliği sayesinde sanatçı kendini camda görür ve ateş̧ ederken kendi benliğine ateş ettiğinin farkındadır. Ruhun, hazzın doruk noktasında vardığı acıya ve acının doruk noktasında vardığı hazza vurgu yapan ve bu ikiz anlam üzerine kurgulanan işler aynı zamanda insan bedeninde açılan yaraların iz düşümünü anlatıyor. YASEMİN ÖZCAN’ın “Kısmet” ve “Affet” (2023) adlı iki fotoğrafı, izleyiciyi aşkın, ‘kısmet’ ile ‘affet’ sözcükleri arasında sıkıştığı yeri düşündürüyor. Gündelik hayattan ödünç alınmış fotoğraflar Özcan’ın edebiyatla ve dil ile kurduğu ilişkiye atıfta bulunuyor. Kısmet diye başlayıp Affet ile sonlanan tüm ilişkilerin gelemediği o dengeyi vurguluyor. Ardan Özmenoğlu’nun “Minibüs”ü arabeskin “minibüs müziği” olarak bilindiği dönemi anlatıyor. Kamu ulaşım politikalarının bir sonucu olan minibüsler, ekonomik zorluklar ve yaşam kaygısı ile mücadele eden halkın günlük hayatını kolaylaştırmakla kalmadı, dönemin arabeskçilerinin kasetlerinin çalındığı ‘mekân’ olma özelliğini taşıyordu. CANSU YILDIRAN’ın “Lubunlarca (Son Akşam Yemeği)” öteki olarak kabul edilen, cinsel kimlikleri ya da yaşam tarzları nedeniyle marjinalleştirilen insanların var olma hikayelerini görsel bir anlatıyla izleyiciye aktarıyor. Kuir bir dansçı yalnızlığını ve dışlanmışlığını kendi gibi ötekileştirilmiş olanlarla kutluyor.
Her dönemin/devrin bir “öteki”si vardı(r). Öteki ile ilişki her dönem farklı bir şekilde ele alınmış ve değerlendirilmiştir. Bunun izlerini sanatın birçok farklı disiplininde görmek mümkün. Arabesk de ortaya çıktığı ândan itibaren hep öteki ile temas kurmuştur. Arabesk ile öteki arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirmek gerek? Sergide yer alan sanatçıların öteki ile ilişkisi sizi nasıl yönlendirdi, neler düşündürdü?
İktidarlar değiştikçe ötekiler de değişir. Gün içinde güneşin aydınlattığı yerlerin ve gölgede bıraktığı karanlıkların, akşama doğru yer değiştirmesi gibi. Hepsi, hepimiz bir saat aydınlanırken bir başka saat karanlığa mahkûm bırakılacağız. Bu güneşimizin nereden doğduğu ile ilgilidir. Arabesk çok kapsamlı bir konu, birçok açıdan incelemek ve düşünmek mümkün. Çok keyif alarak gerçekleştirdiğim bu sergide önce CANAN, RASİM AKSAN, ANIL CAN, HALUK ÇOBANOĞLU, TUĞBERK SELÇUK, ARDAN ÖZMENOĞLU, YASEMİN ÖZCAN ve CANSU YILDIRAN’a, sonra ANNA LAUDEL ve ekibine ve sergiyi görmeye gelen tüm sanatseverlere teşekkür ederim. Serginin ikinci edisyonunu Almanya’da göstermek ve anlatıya dönemin kadın arabeskçileri üzerinden devam etmek istiyorum. Sahip çıkılmayan her şeye ve herkese bir gün güneş doğacaktır, unutmayalım.