
LUKA’nın yeni kişisel sergisi “Troy” geçtiğimiz günlerde London Art Space’te açıldı. Anadolu’dan ilham aldığı gravürlerinden retrospektif bir seçki sunan sergisinde LUKA, Anadolu’nun kültürel dokusunu taşıyan eserleriyle Kanadalı sanatseverleri, Homeros döneminden kalan bu muhteşem Anadolu antik kentinin aşk ve savaşla iç içe geçmiş ruhunu yeniden keşfedecekleri kültürel ve tarihi bir yolculuğa çıkarıyor.
Abdullah Ezik, LUKA ile yeni kişisel sergisi “Troy”, Homeros’un kendisine verdiği ilham ve Anadolu kültürünün kendisine ve sanatına etkisi üzerine konuştu.
Yeni kişisel serginiz “Troy”da Homeros döneminden kalan antik Anadolu kenti Truva’ya odaklanıyorsunuz. Öncelikle bir sanatçı olarak sizi Troy üzerine düşünmeye yönlendiren ne oldu? Antik bir kent olarak Troy, sizi nasıl etkiledi?
Troya bütün kültürlerin merak ettiği önemli aşk efsanelerinden biridir. Sergi temasının “Troy: Aşk ve Savaş” olarak seçilmesi en kutsal değer olan sevginin aşk boyutundaki aşamalarını anlamaya dönük bir vurgu olarak ele alındı. Yani hem Troya efsanesinde hem de eserlerimde gösterilen, görünen anlamın alt yapısında var olan derin anlamları sorguladım. Bu sorgulama troya efsanesinin Anadolu’nun her zerresinde farklı biçimlerle yani sözde, davranışta, düşüncede ve eylemlerdeki doğurganlığını görmemi sağladı. Troya, keşfedilmiş haliyle dokuz kat üst üste bir şehir yerleşimini, binlerce insanı, zengin bir hafıza ve duyguyu ifade ediyor. Ya keşfedilmemiş ve kaydedilmemiş olanlar? İnsanlığın başlangıcından günümüze ses ve görüntü frekansları elde edilebilse nasıl bir tecrübeyle karşılaşırız acaba? İşte bu merak duygusu ve sorgulamalar sonucunda hissedebildiklerimi bir sanatçı olarak aşkın kara kutusunu irdelemiş oldum. Bu irdeleme sonucunda idealleri, tutkuları, hırsları, duygu ve egoları barındıran bir iç savaş olan aşkın dışavurumu çalışmalarımın odağını oluşturmuş oldu.
“Troy”, sizin 25. kişisel serginiz. Bir sanatçı için bu şüphesiz hem çok kıymetli hem de çok iddialı bir sayı. Bu noktada ilk serginizden bugüne sanat anlayışınız, sanata yaklaşımınız nasıl gelişti?
İlk solo sergimi Anadolu halk inanışlarında var olan imgelerin farklı kültürler arasındaki ilişkisi üzerine yapmıştım. O zamandan şu ana kadar imgesel ilgi odağım değişmese de eserlerimde kullanmış olduğum yöntem ve teknikler değişti. Bu sergim solo olarak yurt dışında açtığım altıncı sergi. Edindiğim her yeni bilgi ve deneyimlediğim her tecrübe ile eser üretimlerim de sunum biçimlerim de zenginleşti. Gördüğüm, okuduğum, gezdiğim ve şahit olduğum her yeni bilgi ve tecrübe beni heyecanlandırdı. Şunu itiraf etmeliyim ki bu süreçlerimde üç şey beni sürekli yeniledi. Biri bilgiye açık olmak, diğeri sürekli meraklı ve kendini gerçekleştirmiş ortamlarım ve bir diğeri de elde ettiğim tecrübe ve bilgilerimi paylaşabildiğim öğrencilerim. Okuyan, gezen, merak eden ve kendini gerçekleştirmiş kişilerle aynı ortamları paylaşmak geliştirici, sorgulayıcı, sürekli üreten bir insana dönüştürüyor.


“Resim okumak bana uluslararası ilişkileri getirdi.”
Sergi, Kanada’daki London Art Space’te izleyicilerle buluşuyor. Dolayısıyla Truva topraklarından oldukça uzan bir coğrafyada, yeni bir izleyici kitlesini içerisine alıyor. Kanada’daki izleyiciler için bir sergi tasarlama süreci sizin için nasıl gelişti? Bu durum sergi konseptini herhangi bir şekilde etkiledi mi?
Lise son sınıftayken uluslararası ilişkiler okumayı çok arzu etmiştim. İstediğim puanları alamayınca arzu ettiğim bölüme giremediğim için çok üzülmüştüm. Sonra resim bölümünde okumaya karar verdim. Birçok milletten önemli kişilerin katıldığı 2012 yılında Toronto’da açtığım sergi (Anatolia) dönüşümde uçakta aklıma gelen şey şuydu “Boşuna üzülmüşüm. Ben aslında resim bölümü okuyarak çok istediğim uluslararası ilişkileri zaten kazanmışım”. Bu anlamda uluslararası bir dil ile farklı kültürlerde yer almakta hiçbir etkinliğimde zorlanmadım. Sunmuş olduğum şey onlara zaten çok farklı geliyor. Bu serüven kendimi tanımamı, kendimi sorgulamamı, kitlemi genişletmemi dolayısıyla kendimi yenilememi sağlıyor. Sergi konseptimin çok güçlü olduğunun farkındayım bu düşüncem sergimi izleyenlerin geri dönüşleriyle tasdikleniyor. Tecrübeli bir sanatçı olarak koleksiyonumu nasıl sergileyeceğimi ve nelerle karşılaşacağımı bildiğim için sürprizler yaşamıyorum. En büyük problemi eserleri yurt dışına taşıma aşamasında yaşıyorum.
Serginin küratörlüğünü Derya Aydoğan üstleniyor. Aydoğan ile sergiye hazırlık ve kurulum sürecinde neleri gözettiniz? Nasıl bir çalışma süreci söz konusu oldu?
Sergimin küratörlüğünü Dr. Derya Aydoğan yapıyor. Sergileyeceğimiz eserleri aylar öncesinde alternatifli olarak birlikte belirlemiştik. Galeri mekanına göre alternatifler oluşturup uzun uzun üzerine çalışma fırsatımız oldu. Çok disiplinli ve temsil gücü yüksek bir küratör olmasına rağmen ön planda görünmekten hoşlanmıyor ama disiplinler arası gücü çok yüksek. Alt yapısı itibariyle hem metinler konusunda hem eserlerin sunum biçimlerinde hem de iletişim konusunda çok hassas bir insan. Sergi kurulumunda özellikle eser sınıflandırmaları, basın ilişkileri ve her türlü sunum biçiminde etkin rol oynadı. Farkındalığıyla sergileme süreçlerine yaklaşım biçimleri günümüz sunum biçimlerine önemli yenilikler getireceğine inandığım bir küratör. Sergi öncesi öngörüleri, aldığımız etkilerle örtüştü. Mesleki disiplin, insani hassasiyet ve yaklaşım biçimlerimizi birleştirince güzel bir çalışma ortaya çıkmış oldu.


“İzleyicinin aşk ve savaşı hissedebileceği, derinlemesine yaşayacağı eserleri seçtik.”
“Troy”, Anadolu’dan ilham alan gravürlerinizden bir retrospektif seçkisi sunuyor. Bu anlamda hem bir seçki sunması hem de gravüre odaklanması ayrıca özel bir durum. Sergide yer alan işlere karar verirken nasıl bir düşünce ile hareket ettiniz?
Sergimi oluşturan eserler 2011 yılından günümüze bir rektospektif seçkiyi içeriyor. Küratörle ilk olarak sergimin anlamına yoğunlaştık. Bu bağlamda hem biçim hem içerik hem de teknik yaklaşımlara odaklandık. “Aşk ve Savaş” özelinde Troya yaklaşımını kapsayacak eserleri örtüştürdük. Bu aşamada hikayeyi tamamlayıcı özellikler üzerinde durduk. Dolayısıyla izleyicilerin aşk ve savaşı hissedebileceği, derinlemesine yaşayacağı eserleri seçtik ve bu yaklaşım amacına ulaştı.
“İç dünyamın retrospektifi dışa yansıyan retrospetifimden tatmin olmadığı için sürekli üretiyorum.”
Gravür, sizin üretimlerinizde özel bir yerde duruyor. Öte taraftan Tuva gibi kökeni oldukça geriye giden bir sergide/meselede gravürü tercih etmeniz de ayrıca bir konuşma alanı. Bir teknik olarak siz gravürü nasıl kullanıyorsunuz? “Troy”da yer alan seçkiniz, size dair nasıl bir retrospektif sunar?
Bir sanatçı olarak bütün sanat dillerini özgürce kullanıyorum. Daha önceleri öğretilmiş kurallara uyardım. Sonraları kuralların insanlar tarafından ortaya konulduğu ve kuralı koyan kişiyi bağladığını öğrendiğimde bir sanatçı olarak öğrenilmiş kuralların beni bağlamaması gerektiğine karar verdim. Bu yaklaşım benim özgürce hareket etmemi sağladı. Dolayısıyla hem gravür tekniklerinde hem diğer resim tekniklerinde malzemenin anatomisine, kalitesine, kimyasına merak saldım. Bu aşamada kendime has materyal denemelerim oldu. Kimyacılarla çalıştım, teknolojiyle iç içe olan insanlarla konuştum. Gravürleri yaparken sadece malzemenin sağlamlığına, kalitesine ve düşüncemi yansıtmasına odaklanıyorum. Bu durum resimde kullandığım diğer teknikler için de geçerli: Kaliteli malzeme ve özgürlük. Seçki sorunuza gelirsek Troy seçkimi sosyal medyamda daha az ön plana çıkarıyorum. Kanada’da birçok takipçimin sergime geldiğinde çok şaşırdıklarına şahit oldum. Söyledikleri şey; “sizi eserlerinizden tanıdığımızı sanıyorduk. Bu eserleri bir arada görünce sizi çok yüzeysel tanıdığımızı fark ettik”. İç dünyamın retrospektifi dışa yansıyan retrospetifimden tatmin olmadığı için, o duyguyu karşılayamadığı için yeni yeni eserler üretiyorum. Çok teknik biliyorum, otuz yıllık bir sanat tecrübem var ama yaptıklarım hala içimde yapacaklarımı karşılayacak ifade de zorlanıyor.


“Bir öğrencimiz öyle ifade ediyor ki uykudan uyanıp kendinize geliyorsunuz.”
Hem akademik anlamda üretmek, ders vermek, öğrenci yetiştirmek hem de bir sanatçı olarak sergi ve projelerde yer almak sizi nasıl besliyor/etkiliyor? Akademi ile sanatınız arasında bir kesişim, ayrılık veya ortaklıktan söz edilebilir mi?
Akademinin en önemli avantajı sürekli yenilenmektir. Hayat düzeni ve sorumluklar sistemli hale getirilince ilkeleri oluşturuyor. İlke ve misyon, bahaneleri ortadan kaldırıyor. Vizyonun niteliği misyonun tamamlanmasına hizmet ediyor. Hayat tecrübem artıkça akademiye sürekli aynı yaşlarda yeni nesillerle karşılaşıyoruz. Geçmişi günümüzle harmanlayınca dinamizmden geri kalmamış oluyoruz. Günümüze dair farkında olmadığımız bir gerçekliği genç bir öğrencimiz öyle ifade ediyor ki uykudan uyanıp kendinize geliyorsunuz. Ayrıca kendimi geliştirmem gerekiyor ki öğretim üyeliği vasfımı davranış biçimlerimle temsil edebileyim. En güzel eğitimcilik davranışla eğitmektir. Örnek olabilmektir. Öğrencilerimle aynı ortamda çalışıyorum. Bu durum öğrencilerime enerji veriyor. Zaten en çok istediğim şey bu enerjiyi yaymak ve yapabilirlikleri paylaşmak. Ümit her zaman var ve bunu temsil ettiğinde bu duygu yayılıyor. Enerji verdiğimde enerji alıyorum, enerji aldıkça hem üretip sergiliyorum hem de muhataplarımın ümitle geleceği görmelerine örnek olmaya çalışıyorum.
“Troy” sergisi, London Art Space’te ziyaret edilebilir.